29 Ocak 2015 Perşembe

Rüya(2)

İlgili yazı: Rüya



 Son birkaç yılda kafamda yankılanan iki cümle vardı, bana ait. Belki sizin de böyle cümleleriniz olmuştur, böyle hep söylediğiniz, dile getirdiğiniz, duanız olan, ya da mottonuz olan.
 Birincisi, "Yalnızlığı sırtlayıp çekip gidesim var." idi.
 Bunu yaptım. Yalnızlığı sırtladım ve Amerika'ya gittim. Ailemi, arkadaşlarımı, sevdiklerimi, düzenimi bırakıp kendimi tamamen yeni bir ortama, kültüre, çevreye attım. Başlarda güzeldi, ama bir süre sonra sudan çıkmış balık misali benliğim Amerika'da çırpınmaya başladı. Canım sıkılmaya başladı, kendimi odaya kapatmaya, dış dünya ile bağlantımı yavaş yavaş koparmaya başladım. Bu durum da benim için hoş olmadı tabi ki. Tekrardan Türkiye'ye döndüğüm zaman anladım ki ortamların ya da mekanların hiç bir kıymeti ya da değeri yok, o mekanı veya ortamı paylaşacak bir sevdiğin olmadıktan sonra. İstersen Malavi'de ol, istersen Papua Yeni Gine'de istersen Toronto'da, sevdiğin insanlarla bir arada olduktan sonra orası Dünya'nın en güzel yeri zaten. Ondan siz siz olun, yalnızlığı sırtlayıp çekip gitmeyin, akıllıca bir şey değil.
 İkincisi de "Allah'ım öyle bir rüya göreyim ki bir ömür gibi gelsin" idi.
 Bu duayı çok yakın bir zamana kadar etmeye devam ettim. Etmemin sebebi ya ertesi günün olmasını istemiyordum, olmasını istemediğim bir şey olacağından; ya da o gün canımın sıkkın olmasındandı. İki sebepte de gerçeklikten uzaklaşmak ve yarının mümkün olduğunca sonra olmasını istiyordum. Yani şöyle düşünün, yarın illaki olacaktı, ama ben o yarının mümkün olduğunca geç olmasını istiyordum. Dua gerçekleşirse de öyle olacaktı. Bir nevi kaçınılmaz sondan, kesin olacak bir olaydan kaçmak gibi bir şeydi bu. Şu an toplumdaki çoğu insanın yaptığı şey yani. Sorunlarından, sıkıntılarından, sanki onlar yokmuş gibi kaçar insanlar. Üzerine de hiçbir derdi tasası yokmuş gibi gülücükler saçarlar etrafına, her nasılsın diyene iyiyim derler mesela. Her insana da kötüyüm denmez tabi ama, en azından samimi olduklarınıza iyiyim demeyin mesela.
 İkinci cümlemin sadece sıkıntılardan kaçmak istediğim için dile getirdiğim bir şey olduğunu farkettim. Ama bu duayı etmeyi kesmedim, çünkü dertlerimden kaçmanın, onlarla yüzleşmekten daha kolay olduğunu sanardım. Ama zamanla kaçmakla bir yere varılmadığını, kaçmanın o sıkıntıyı daha da büyük ve can sıkan hale getirdiğini anladım. Ardından da ikinci cümlemdeki duanın zaten kabul olduğunu anladım: Hayat zaten "bir ömür gibi" gelen bir "Rüya". Şu an yıllar geçiyor gibi gelse de, uyandığımız zaman ne kadar kısa olduğunu anlayacağız. Gördüğümüz rüyalar da öyle değil mi zaten? Sekiz saatlik uykumuzun tamamında rüya görüyor gibi hissederiz ama aslında, bilim adamlarının dediğine göre, gördüğümüz şey maksimum sekiz, dokuz saniyelik bir şeydir.
 Rabbi'min güzelliğini görüyor musun, ben duayı etmeden kabul etmiş zaten.

Aşka Susmak

Beklemeyi geç öğrenenlerdenim. Sanırım yalnızlığımı biraz da buna borçluyum. Önceden yalnız kalmaktan nefret eden ben şimdi ise onunla yaşamayı öğrenmiş biri. Kimi bekliyorum ki ben? Neyi? Yalnız aşka susmayı öğrendim. Susuzluğumu giderecek bir serap görebilirsem bu yalnızlık çölünde, ona sımsıkı sarılacağım.

Ninni


Uzay ve Zaman'ın (eğer ayrılarsa tabi) engin derinliğinde
Yüzme bilmeyen birer termit misaliyiz
O kadar kısa ve önemsiz ki varlığımız
Kaderimiz bir karganın iki gagası arasında
En iyi ihtimal gübre oluyoruz soydaşlarımıza

Toprağımızın üstünde sessiz sözsüz
Ve durmaksızın semah dönen gezegenlerden bihaber,
Bir ekmek kırıntısının peşinde geçiyor ömrümüz
Ekmeğimizin peşine gidiyor,
Bir de sevişiyoruz

Ne yıldızlar sönüp, ne karadelikler savruluyor başımızın üstünde; ya da altında
Ne anlam ifade ediyor adımlarım Jüpiter için?
Şiva bensiz de parlayamaz mı?
Uykuyla ölüm ne kadar farklıysa, ben de o aralıkta yaşıyorum
Hayalden ibaret küçük dünyamda oyalanıyor, oyunlanıyorum

Ölü toprağını atsak üzerimizden;
Atıp da görsek kainatı ağzımızda taşıdığımız bir damla suda
Ne değişecek?
Sonunda bulduk derken tersine belki daha da anlamsızlaşacak
Yediğim ekmekti dünyam benim, şimdiyse çerim çöpüm olacak

Bildiğim tek şey de aksi gibi bir soru.
Bir soru. Amma eğer bunu sormaksa gaye benden,
Cevabından korkuyorum
Bilginin yükünü tasavvur bile zihinme ağır gelirken,
Kalbim nasıl dayanacak...

Dönüyorum geri başa. Ben Yüce Termit
Hayır hayır bir termit sadece
Ekmeğimin peşinde koşuyorum, ekmeğimi taştan çıkarıyorum
Rüyamda bir damla suda inciler buluyorum
Uyanmaktan korkuyorum

Beni dizinde sallayıp ninniler söyleyen Şaha kurbanlarımı sunuyorum

İç Ses

Ben bu hayatta bir tek kendi hayatını kurgulayamayan bir kurgucuyum. ve önümde ki kurabiyeye kilitlenmiş bir şekilde çayımı yudumluyorum. Etrafımda bir sürü mutlu çift ve bir de ben . Sanırım şuan mutlu olup gülmem lazım ama bu kalpli kurabiye tüm duygularımı alt üst etti ne yalan söyleyeyim. Onu yediğim an kalbime oturacakmış gibi.. Bugün insanlara biraz daha imrenerek baktım aslında. Özelikle tam sağımda otuan çifte. O kıza öyle imrendim ki. Bakışlarına,kıskanmasına ve pastayı yedirmesine. Size saçma gelebilir ama pastayı yedirişi içime oturdu resmen. Çünkü " o " benim ellerimden hiç pasta yemedi ya da ben yedirmeyi beceremedim..
Neyse.
Diğer masada ise başka bir kız etrafa öyle sinsi öyle sert bakıyor ki. Çocuğu farkında olmadan kuşatmış resmen. Ona bakınca da çocukluğumu gördüm. 1 yıl öncesine kadar her gün ben de öyleydim aslında. Zaten bu yüzden belki de posta yedim senden. Bazen diyorum ki senle mi salaktım yoksa sende mi salaktım.. Çok büyük bir aşktı bu. Büyük tutkularla yaşadık biz her şeyi. Ve bitişimiz de işte böyle sert oldu. Şuan bir tek şeye keşke diyorum. Keşke o zaman aşk değil de sevgi olsaymış bizimkisi. Aşk o kadar kötü bir şey ki iki tarafı da yaşarken öldürebiliyormuş meğersem. Ama sevgi.. O daha saf. Sevgi daha az yıpratır insanı mesela. Ama aşk öyle değil işte. Kavganın bile en serti olur. Ama şu güzelliği vardır ki tek öpücükle de her şeyi sonlandırabilir. Buda kalıcı yaralara sebep olabilir. Ama iki tarafta aşıksa çoktan yaralanmıştır zaten. Biz böyleydik en azından.. Ah be adam ah ! Neden doğru aşkı yaşattın bana ? Neden doğru aşkla kendini sevdirdin bana ? Yanlış zaman da doğru aşkı yaşadık biz. Hemde en kuvvetlisinden. Şimdi ellerimizde kırıntılarımız kaldı işte. Yakışmadı bize bu. Sen kırıntıları havaya attın ben ise cebime. Ben hala seninleyken sen çoktan başkalarına rüzgar oldun bile.

26 Ocak 2015 Pazartesi

Yarım Kalmış Bir Şiir Daha

Yaşamak bi devri en başından 
Çiçekler de güzelmiş bu baharda
Ölüm bir korkulu rüya elbet
Uzanır mı titrek ellerim sana
Sever mi baharı kelebekler 
Özlemek sevdaya mı mahsus ya da
Kederleri öpüp başımıza koymak aptalca mı
Derin yaralar hiç mi hiç kapanmaz mı
Sevmez mi yarası olanlar çiçekleri
Yanılmaya meylimiz dünden mi kalma
Zalim mi karanlık 
Bak yine yarım kaldık

Sadece Bana Ait

Engin gerçek hayatta aslında var olmuş bir kişi baz alınarak oluşturulmuş bir karakter. Ama hiçbir benzerlikleri yok. Çünkü Engin benim kafamda oluşturduğum bir adam. Nasıl insanlarin ortak özellikleri varsa onun da baz alındığı adamla bir çok ortak özelliği var.
Ben 5 sene sonra bir sey fark ettim. Ben aslında o adama değil Engin'e aşıktım. Ama Engin diye birini ne gördüm ne tanıdım ne duydum ne de ona dokundum.Engin sadece kafamda oluşturduğum bir adamdı.Ve ben bu adama aşığım. Bu adamı seviyorum Ama Engin yok. Evet sesini duymadim  ama seviyorum, onu görmedim ama seviyorum. Evet belki şizofreniye çıkıyor bu bir derece ama böyle.
Evet belki Engin'e dokunamam  belki onu öpmenn nasıl bir his olduğunu asla bilemem. Acaba elimi ne zaman tutacak diye düşünemem hiç bir zaman. Ama onu hep çok sevebilirim.
Bir kadının en büyük hayali gercekten sevdiği bi adamla birlikte olmaktır. Her anlamda. Belki bunu da yaşayamam ama gerçekten severim. Kırılmam üzülmem onun tarafından. Ya da benim icin en heyecanlı anlar onun için sıradan olmaz. Bana herkese dokunduğu  gibi dokunamaz.
Çünkü o sadece benim.
Benim kafamda.
Bana ait.
Kimse çalamaz benden onu.
Belki baska adamlarda eksik olurum.
Buna bir şey diyemem ama Engin hep bana ozel olarak kalir.
Ve Engin ömrüm boyunca bana ait olarak kalacak belki de tek erkek olur.
Sadece bana ait.

25 Ocak 2015 Pazar

Bitti Rüya


İki dakika konuşmaya gelemiyorsun değil mi? İki dakika adının anılmasına, iki dakika anıların hatırlanmasına, iki dakika senin üzerinden, eski Biz'in üzerinden örnek verilmesine gelemiyorsun!
 Hemen, hiç bir şey olmamış gibi göster kendini rüyalarda, eski biz olalım hemen, hiç bir şey yaşanmamış gibi. Kalpler kırılmamış, göz yaşları dökülmemiş, uykusuz geceler yaşanmamış gibi. Beynimle bir olun ve kandırın beni. Sabah uyandığım zaman büyük bir hüsran duygusu içerisinde bulmayacakmış gibi kendimi, büyük bir hayal kırıklığına uğramayacakmışım gibi, uyandığıma lanet etmeyecekmiş gibi...
 Sakın gecikme ha, aman! Hemen gel rüyalarıma! Hemen sarıl bana, hemen sarılayım sana. Hemen kalp atışlarını vücudumda hissedeyim, hemen kokunu içime çeke çeke öpeyim seni, hemen güzel sesinle büyüle beni, enstürmanından çıkan sesle yılanı büyüleyen çalgıcı  gibi, fareli köyün kavalcısı gibi...
 Hemen gül bana tamam mı?! Güldüğün zaman her şeyi unuttuğumu bilmiyoruşsun gibi. bana git demelerini, gözümün içine baka baka, sessiz çığlıklarımı duya duya gitmelerini... Söylediklerime, yazdıklarıma, haykırdıklarıma rağmen "Beni sevmiyor musun artık?" diye sor yine tamam mı!?
 Sanki beni önemsiyormuş gibi "Üstüne bir şeyler getireyim." de tamam mı, uyuyakalır gibi olduğumda! Ben de "Beni de düşünürmüş!" deyip sarılayım hemen sana! Ellerinin bütün sıcaklığını bel kıvrımımda hissedeyim!
 Dayanamayıp sıcaklığına, uyanayım hemen sonra. İlk gördüğüm şey bembeyaz tavan olsun, soluma bakayım önce şaşkınca, senin olman gereken yere. Kitaplığı göreyim, dağınık masayı göreyim, dağınık kafa yapımı hissedeyim...
 "Her şey bir rüyaymış..." diyeyim sonra, o hüsran duygusu, özlem duygusu, hüzün bütün vücudumu kaplasın; el tırnaklarımdan, ayak tırnaklarıma kadar. Uyandığıma lanet edeyim sonra, "Günaydın!" diyenlere gülücükle cevap vereyim, "Nasılsın" diye soranlara "İyiyim" diyeyim...

Akçaağaç Sanırım (Bölüm 2)

Aynı Ağacın Altında(Bölüm 1)

Cumartesi!! Çok uzun zamandır bana hiçbir anlam ifade etmeyen bu kelime artık istediğimi yapabileceğim bir günü anlatıyor. Boş zaman diye bir şeye sahibim ve bu inanılmaz güzel bir şey. Dershane yok, okul yok. Pazar günlerimi drama atolyesi ile dolduruyorum ama cumartesi bütün gün boşum. Bu hafta bizimkilerle çok vakit geçirdim artık biraz da sevdiceğimin yanına gitmeliyim. Çok yoruldum, çok yıprandım. Planlarını yaptığımız kısa filmler için ekipman alırken binbir türlü şeyle uğraştım. Bir yandan da okul bastırınca fazla geldi sanırım. Biraz sarj olmam lazım. Enerji toplamam, moralimi düzeltmem lazım. En bitkin olduğum anda bile sadece yüzünü görerek kendime geldiğim insana biraz vakit ayırmalıyım. Bu yüzden onu bu sabah 9.05'te aradım. Haftasonları tam 9 da kalkar. Yaklaşık 10 dakika yatağının içinde oyalanır. Işte tam bu sırada da benimle konuşmaya bayılır. Ben genelde o saatte uyuyor olurum ama bugün kendimi ona adıyorum. Bu sabah 8'de kalktım kafam biraz dağınıktı, önce odamı toparladım. Yoğun olduğum zamanlarda düzenim biraz bozuluyor eşyalarım olması gereken yerlerden biraz uzaklaşıyorlar. Önce onları toparladım sonra da kafamı. Odamı toplamak her zaman bana yardımcı olmuştur. Ben her şeyi somutlaştırmayı sevdiğim için aklımı genellikle odamın yerine koyarım. Bir bilgiyi ararken çekmeceleri falan ararım, onların içinde saklarım öğrendiklerimi. Neyse düzenimi yeniden sağladıktan sonra onu aradım, telefonda yaklaşık yarım saat konuştuk. Bugün bütün gün seninim dedim, pek sevinmemiş gibi konuşmaya çalışsa da onun da beni özlediğini biliyorum. Benimki trip atmaz, sessizliği ile acı çektirir bana genelde. Bugün de biraz öyle oldu. Fazla bir şey söylemedi. Biraz rahatsız oldum başta ama buluşunca gönlünü alacağım için fazla kafaya takmıyorum bu sefer.

 Bizim okulda ormana yakın tarafta bir düzlük var. O düzlüğün sonunda da kocaman bir ağaç. O ağacın o kadar çok yaprağı var ki dökecek... Sanki her şeye rağmen hayata tutunmuş biri gibi, ne ile karşılaşacağını bilen ve kötü günlere hazırlanan biri... Ne ağacı olduğunu bilmiyorum. Akçaağaç sanırım. Böyle sonbaharda yaprakları kıpkırmızı oluyor. Işte bu ağacın altında buluşuyoruz hep. Hem gözden ırak hem de ormanın hemen yanında, oksijeni bol, huzur dolu bir yer. Şehrin, derslerin yoğunluğundan sıyrıldığımız ve yalnız kalabildiğimiz tek yer burası aslında.

*************************

Bugün O'nunla buluştuk, bizim ağacın altında yine. Hayatıma en beklenmedik zamanda girip bu kadar hayatımın bir parçası olması beni şaşırtıyor açıkçası. O olmadan hiçbir şeyin tadı yok gibi. Daha önce ne yapıyordum diye sorup duruyorum kendime. Biraz erken gittim buluşma yerimize. Ağacın altına oturup kitap okudum biraz. Yazın sıcağında pişip kızaran yaprakları izledim. Yavaş yavaş cansızlaşmaya başlamışlardı. Aralarında tek tük kuruyup yere düşenler vardı. Bir tanesini elime alıp incelemeye başladım. Rengi kıpkırmızıydı. Tam kurumamış olmasına rağmen neden düştüğünü merak ettim. Sonra ayağa kalkıp en kırmızı ve en taze olan yaprağı kopardım. Okuduğum sayfanın arasına koydum. Biraz sonra O geldi zaten. Gelirken yüzü yere bakıyordu. Üzgün bir hali vardı yanıma kadar geldi sonra kafasını kaldırıp bana bir demet papatya verdi. Aslında biraz kızacaktım O'na ama kızamadım. Yüzünü görünce unuttum kızmayı. Birlikte saatlerce oturduk, hasret giderdik. Bugün bir garipti aslında. Bir farklı bakıyordu gözlerime bir farklı konuşuyordu benimle. Sanki böyle son konuşmamızmış gibi. Bana veda edercesine son kez yüzüme doyar gibi. Sesimi unutmamak için az konuşup beni dinler gibi.

Bu senenin başında ailem okul için başka bir şehre gitmemi pek hoş karşılamamışlardı. Faruk olmasaydı gelemeyecektim buraya. Göremeyecektim bu güzelliği. İyi ki tanıştırmışım O'nu ailemle. Kısa sürede babamın güvenini nasıl kazandığına hâlâ inanamıyorum ama başardı bir şekilde. Babam güvenmese göndermezdi beni zaten. Babamın da O'nu sevmesi beni mutlu ediyor. Hâyal kurmamakta anlaşmıştık ama yine de bazen kendime hakim olamıyorum bir aile olma fikri beni heyecanlandırıyor.
 Faruk'un günlügünü okuduğumdan beri sana daha da yakınlaştım günlük. O'nun bana verdiği gibi ben de seni O'na vereceğim bir gün. Şuanda haberi yok senin varlığından ama yaklaşıyor o gün hissediyorum. Bir gün hazır olduğumda, "bir" olmaya, vereceğim seni. Şimdilik hoşçakal, yarın görüşmek üzere.

24 Ocak 2015 Cumartesi

Sonsuzluk bizim hikayemize koyulmuş bir isimdi hani ?

Arkama dönüp baktığımda gördüğüm şey koskoca bir hayal kırıklığı. Anıları kaybolan bir ilişkinin hayalleriyle yetinmek bile koyuyor aslında insana. Ve şimdi o hayallerde birer çöp oluyorlarsa eğer bil ki bu senin eserindir adamım.. 
Yaşayan bir ölü gibiyim resmen. Her şey monoton,sıradan.. Ama seviyorum bu monotonluğu da bakma sen benim söylenmelerime. Ben hep söylenir sonra susarım bilirsin. O monotonluk belkide tutunduğum tek dalımdır bilmiyorum.  

Klasik bir gün.. Bugün de  günaydın diyemiyorum çünkü aydınlanmaz benim sabahlarım. Karanlıktır her zaman. Ve ben bu karanlıktan her gün boğuluyorum çıkıp gidiyorum..  Beni bir tek kabullenen ve hayallerimizi saklayan yere. Üsküdar sahiline.. Nereye gideceğim ki başka. Ne yerim var ne yurdum. Bir tek orası kabullendi beni senden kalan... "Kız kulesi". Çok seversin. Bilirim. Ve gidip oturuyorum karşısında. Geçen gemileri izliyorum. Ona bakıyorum yalnızlığına, dimdik duruşuna ve ardından hayallerimize bakıyorum.. Gözümün önünden bir bir geçiyor hepsi sonra ürperiyorum. Bedenimi sert bir poyraz esintisi sarıyor ve ciğerlerimi yakıyor. Bende sigaramı yakıyorum. İzliyorum denizi.. O dalgaları.. Ve kız kulesine çarpışlarını izliyorum.

Sen hiç dalgaların çığlıklarını dinledin mi ? Dinleyemezsin gerçi. Çünkü herkes duyamaz onları. Sadece dalgalar dinleyebilir bu çığlıkları. Bende o dalgalardan biriydim işte. Sana çarpmışım farkında olmadan. Ve yok olup gitmişim kayaların ardında. Bu sonsuzlukta.. Halbuki sonsuzluk bizim hikayemize koyulmuş bir isimdi. El ele kaybolmalıydık bu boşluğun içinde. Ama başaramadık. Şimdi "biz" birbirimize değil "kendi" hayatlarımıza bakar olduk. Bir hikayenin baş kahramanları olamadık maalesef ki.  Ve şimdi bakıyorum da .. Beyaz atlı prens dayanamadı,bıraktı uyuyan güzeli. Ve Romeo Juliet'i öpmedi. Aslında Titanik hiç batmadı. Ve biz hiç yaşanmadık ..

Ağır Bir Ders

Odanın sessizliğinde boğuluyorum. Öyle bir sessizlik ki bu sağır olmuş gibiyim. 
Karanlık düşüncelerime ışık, gece lambam var elimde kalan. İşte istediğim yaşam(!)
Gerçi nezle olmasam belki her şey daha iyi olurdu ya, neyse. Kendime gelmeye çalışıyorum işte. 
Öyle çok çığlığım var ki içimde, söylenmeyi bekleyen sözlerim... Hepsini bastırıp, susturuyorum. İnsanlara anlatacak bir şeyim kalmamış. Bir, ben kalmışım içimde. Hem ben bana yeterim. Hep yettim. 
Özlemini çektiğim anılarım var. Mutluluk dolu denizlerim. Ellerinden tutup, yürüdüğüm sahillerim. Sahi hepsi gelip gecti mi? Tanıdığımız martılar hala aynı denizin üstünde uçarken, ben neyden kaçıyorum? Bilmiyorum. 
Hala yaralıyor beni. Bir bütünün parçası kendine zarar verdiğinde öteki parçada yara almaz mı ? 
Yaralarım kabuk bağlamadan başka yaralar almak, öldüren bu beni. Susturan bu. 
Sözlerimizi duvarlarına çarparak kırdığımız bir evimiz var simdi. 
O ev eskilerde hikayeleri kıskandırırken, kararlarımızla kâbuslara taş çıkartır olduk. Kapkaranlık köşemde kalakaldıkça hatalar yapar oldum. Ben karanlıktan çok korkarım. 
Ne kayıplar verdim, kimler uğruna. Şimdi sorsan hiçbiri yok yanımda. Ne kardeşlikler gördüm ben, ufacık şeylerle yok olup giden. 
Herkesi kendin sanmayacaksın işte. Sonra böyle kalakalıyorsun. Evet hayat daima unutulmaz derslerine devam ediyor. Ağır bir ders:
Herkes gelip gidiyor, ama kimisi delip de gidiyor. 

23 Ocak 2015 Cuma

Çığlık Çığlığa

Bir köşede öylece oturmuş, üzerime çöken bu ağırlığı atmaya çalışıyordum. Evet, bilmek suçtu. Bilmek, insanın sırtına yüklenen en ağır yüktü. Ben de kamburum umrumda olmadan bu yükü taşımaya çalışıyordum bir yerinden. Hiçbir şey söylemedim uzunca bir süre. Ne düşündüğüm hakkında hiçbir fikrim yoktu. Herkes çıkmıştı odadan. Yalnızdım. Çığlık çığlığa bir yalnızlıktı bu. Bir anda biri girse ne yapacağımı gerçekten bilmiyordum. Dudaklarım kurumuştu. Epeydir su içmemiştim ama sebebi bu değildi. Yüreğimin harıyla kurumuştu dilim dudağım bu kez. Bunun bi açıklaması yoktu. Neden buradaydım ben? Zaman beni neden buraya getirmişti? Soruyordum. Aslında soran ben değildim. Sorular geliyordu. Zihnim buna karşı koyamıyordu. Nefes alıp verişlerim hızlanıyordu. Dayanamıyordum. Ben bu yükü kaldıramayacaktım sanırım. Unutmanın bir yolu yok muydu? Arkama bakmadan kaçasım vardı. Kaçacak yerim olsaydı bir an durmazdım. Ama kaçamazdım. Kaçan felakete kaçardı, biliyordum. Attila Ilhan okudum ben de. Aşığı olduğum sokaklarda olduğumu hatırıma getirdim. Yalnız değildim. İçimde bin bir gürültü kopuyordu. Dışımda bir karanlık. Dışımda bir ürkeklik. Sığınabileceğim tek kapı vardı:  كُنْ فَيَكُونُ

22 Ocak 2015 Perşembe

O Harfini Alfabeden Çıkarmak İçin Bir Teklif

Ne güzel öğütmüş şu dünya her şeyi
Gelmiş, gitmiş,
Gelmiş, gitmiş,
Gelmiş
Gitmiş... ve ben... ve Ben.
Beni almış kıskacına

Söylesene bu çok acayip bir şey değil mi.

Ben de gitcem ve bi başka yüce ben gelcek
Bi başka sen sürüp gideceksin.

Bir baktım ki: Ben, varım.
Öncesi yok; sonrası yok.
Zaman zaten ya durmuş, ya yok.

Ben ben bile değilim.
Herşey O'ndan geldiyse
Ben dediğim şey de ne?

Benim ben olmadığım akıl almaz bişey.
Bikere bunu derken bile cümle gramatik olarak yanlış
İfade edilemez bir kavrayış bu

O'ndan parça da değilim.
Yoğunlaşmış hali miyim,
Süblimleşmiş hali mi
Her halükarda ben ben değilim

Ben neyim?

Benden başka bişeysem ben,
'O' harfini bile kullanamam bunu ifade için
Çünkü o harfi ayrılıkların harfi

***---***

Ve herşey olup bittiyse eğer
Bunca insanlar gelip geçtiler
Hala geçiyorlarsa önümden
Her sabah uyanıp işlerine
İşadamları
Politikacılar
Borsacılar
Fizikçiler
Biyologlar
Karıncalar

Bunlar ne yapıyor?
Ben bilmiyorum!
Kıpırdayacak hiçbir yer yok hayatta adeta.

Saçma sapan uluslararası bi şirketin dünyanın bilmem be ülkesindeki geçmişini dair 2000 kelime niçin yazıyorum mesela?
Niye umurumda olsun ki bu
Pişmiş aşa su mu katıyorum

***---***

Ağlamak istiyorum bir sürü
Sürüler ağlamak istiyorum
Ve beraber ağlayabileceğim insanlar istiyorum sadece
Muhammed gibi bildiğinden değil, ben bilmediğimden ağlıyorum
Fakat hiç değilse cemaat sevabı alır mıyım ki beraber ağlasak ne olur?
Hep beraber ağlamak istiyorum
Beni saran Rablerle uyumak istiyorum
O tuzlu tadla dilimde
Burnumu koluma silerek ve umurumda olmayarak
Burnumu koluma silmek istiyorum
Umuruma takmadığım tek an o çünkü dünyayı

Ve bir anda olsun bitsin istiyorum
Öylece uykuya dalalım ve uyandığımızda
Taptaze olsun; yüce biz

Niye uyanalım ki ama?
Her uyanmak bir ağlamak ister
Hangi densiz rahatsız edip de uyandırıyor bizi?
İkimizin uykusuydu dünyayı huzura salan sonunda

Ama uyanmasak; yokuz.


***---***

İpini koparmış gök taşlarından biri gibiyim
Aynı zamanda
Bir kara delik gibi
Bomboş olmayı nasıl başarıyorum

Aşk dediğim ne; kime salınıyorum ben?

Göğsümün şeffaf olmasını dilerdim Mevlana gibi
Görebilseydim kalbimin kırmızısını
Onca damarı kanın nasıl parçaladığını
Açılıp bir daha kapanamadığını kulakçıkların ve karıncıkların
Ciğerlerimin nasıl yandığını...

HİÇBİR ŞEY BİLMİYORSUUUUN, EYYYY YÜCE BEN

ve bu çok ağır...

Karanlık
Gözüm kör
Sonsuz oda
İçinde dolanıp duruyorum
Naptığımı bilmeden
Yolumu görmeden
Nerede başladığının farkında olmadan
Ve korkak ne aradığımı sorarlarsa diye buralarda

Ne yapıyoruz biz kuzum
Ha kuzum napıyoruz biz?

Tüm bu karışıklıkların
Soruların
Ve sorunların
Hükmünü koyanın sıcak bir kucaklaşma olması
Sana da çok acayip gelmiyor mu?

Cevapları değil
Soruları anlamsız kılan şeyin
Yalnız bir kucaklaşma,
Ve dudakların...

O da herşeyi onaran bir solucan deliği gibi
Ama çok daha iktisatlı
Bir seferde bin soruyu yakıyor
Bin kelle uçuruyor

Çünkü cevap yok
Sadece soru var
Ve o soruları geçersiz kılan tek şey var:

Sevgin, Sevgilim.

Küçük Deli - Final


Bulutlar patlayacakmış gibi duruyordu. Hava hafif karanlık, göl sakin, herkes evindeydi. Çünkü havadan da anlaşılacağı üzere yağmur yağmak üzereydi. Ufuk’un babaannesi her zamanki gibi yine ertesi günün cilalarını hazırlıyordu. Önce cila tabağını su ile güzelce temizledi. Ardından dikkatli bir şekilde cilayı tabağa döktü ve Ufuk’un odasına bıraktı. İşi bitmişti, az sonra yatma hazırlıkları yapacaktı. Ama normal olmayan bir şey vardı. Her gün yaptığı şeyi engelleyecek, düzenini bozacak bir şey; Ufuk eve gelmemişti. Öğlen eve gelip bir iki saat durmuş, ardından arkadaşlarıyla gölde takılacağını söyleyip evden çıkmıştı.
 Bu saate kadar çoktan evde olması gerekirdi. Ufuk’un babaannesi endişeli bir şekilde camdan dışarıyı izliyordu. Endişesi yavaş yavaş korkuya kaymaya başladı. Yavaş yavaş yağmaya başlayan yağmur da korkusunu iyice katladı. Dışarıya çıkıp onu aramayı düşündü ama çıkamazdı, yağmur başlamıştı ve her an hızlanabilirdi. “Acaba yağmur başladığından dolayı bir arkadaşının evine mi girdi?” diye düşündü. Ama yine de bu saate kadar gelmemesi normal değildi.
 Babaannesi kafasında bin bir türlü senaryo yazarken Ufuk’un yavaş yavaş yüzdüğünü gördü. Hemen kapıyı açtı ve Ufuk’a “Acele et yavrum, yağmur yağıyor!” diye seslendi. Ufuk yüzmeyi bıraktı ve akarsuya doğru döndü. “Biraz yağmurun altında durmak istiyorum Babaanne, hızlanmadan gireceğim, merak etme.” diye cevap verdi ardından. Babaannesi Ufuk’un sesinin her zamanki gibi gelmediğini fark etti. Hafif titrekti. “Dikkat et yavrum, hızlanırsa gel hemen.” diye seslendi tekrardan Babaannesi. “Tamam Babaanne, merak etme.” diye karşılık verdi Ufuk.
 Hiç hareket etmeksizin akarsuya doğru bakıyordu Ufuk. Kafasından neler geçtiğini merak etti Babaannesi. “Acaba annesi ile babasını mı düşünüyor?” diye geçirdi aklından. Düşünürken gözlerinin önüne bir an o gün, o an geldi. Oğlu ile gelini Dünya’nın en mutlu iki insanıymış gibi orada duruyorlardı. Yağmur damlaları narince düşüyordu üstlerine, sanki az sonra ölümlerine sebep olmayacakmış gibi.
 Ufuk’un “Babaanne!” diye bağırması Babaannesini düşüncelerinden sıyırdı. Yağmur hızlanmıştı ve şiddetli bir şekilde yağmaktaydı. Ufuk akarsuya doğru sürüklenmeye başlamıştı. Babaannesi bir anda kendini dışarı atarak “Yetişin!” diye bağırdı. Herkes kendini sırayla dışarı attı. O sırada Ufuk hızla akarsuya sürüklenmeye devam ediyordu, bir yandan da yardım çığlıkları atıyordu. Ufuk kimsenin yaklaşamayacağı kadar uzaklaşmış ve akarsuya yakınlaşmıştı.  Herkes çaresiz bir şekilde Ufuk’un yardım çığlıklarını ve Ufuk’un akarsuya sürüklenişini izliyordu. Sürüklendi, sürüklendi… En sonunda yok oldu, sanki hiç var olmamış gibi. Babaannesi daha fazla dayanamadı ve bayıldı.
 Babaannesi uyandığında bütün köyün ona doğru baktığını gördü. Herkesin gözleri dolu ve kızarmıştı. “Ne oldu?” diye sordu önce. Ardından olanlar aklına geldi. Gözleri dolmaya başladı, boğazı düğümlendi. Sessizce “Ufuk” dedi, ardından “Ufuk’um!” diye bağırdı. Herkes ağlamaya başladı. “Nerde Ufuk’um?! Nerede?! Geldi mi Babaannesine tekrardan?! Döndü mü bana?! Bir ciğerim kalmıştı, onu da mı söktü o lanet olasıca akarsu?! Onu da mı söktü?!”. Herkes hıçkırıklara boğuldu. Babaannesi bir anda kendini dışarıya attı. Etrafa bakındı. Suyun üstünde durgunca yüzen iki tahta parçasını gördü. Hızlıca tahtalara doğru yüzdü. Tahtanın üstünde kalan cila kalıntılarına baktı, tahtalar Ufuk’a aitti. “Beni de al akarsu!” diye bağırdı Babaannesi akarsuya doğru yüzerken. Komşulardan bir kaçı hızlı bir şekilde ardından yüzerek Babaannesini yakaladı ve eve doğru götürdü.
 Birkaç dakika geçtikten sonra bir tekne elinde bir defter ile Babaanesine doğru yüzdü ve defteri uzattı ve “Üzerinde Babaannem’e yazıyor” dedi. Babaannesi defteri eline aldı ve ilk sayfayı açtı. “Merhaba, ben Ufuk. 1 metre boyunda,  4 metre uzunluğunda ve 2 metre genişliğindeyim…” Biraz daha okuduktan sonra defterin bir günlük olduğunu anlamıştı. Diğer teknelere döndü ve yalnız kalmak istediğini söyledi. Herkes sessizce dışarı çıkmaya başladı.
 

***

 Deli gideli birkaç gün olmuştu ve ben ne yapacağımı hala bilmiyordum. Birkaç gün boyunca ölüden bir farkım yoktu. Ne okula gittim, ne göle arkadaşlarımın yanına çıktım. Kafamda tek bir soru vardı, “Ne yapmalıyım?”
 Sonunda günlerimin böyle geçemeyeceğine ve artık bir karar vermem gerektiğine kanaat getirdim. Kendimi dışarıya attım. Göl sakin, hava da açıktı. Yağmur yağmayacak gibi duruyordu. Ben de akarsuya doğru gitmeye ve akarsuyu incelemeye karar verdim.
 Akarsuya vardığımda hırçınca akan suları inceledim. Akan su bazı yerlerde havaya doğru hızlıca yükseliyordu. Daha da dikkatli baktığımda oralarda kaya parçalarının olduğunu gördüm. Kaya parçalarının arasında uzun mesafeler vardı. “Nereden baksan benden 5 tane ardı ardına durabilir iki kaya arasında” diye düşündüm. Ardından hızla akan suya ve kayaya çarpma durumumda nasıl dayanabileceğimi düşündüm. Tahtalarımı sağlamlaştırabilirdim. Deli’nin evinde bunu yapabileceğim birçok malzeme vardı. Deli’yi gözlerimin önüne getirdim, onun dış görünüşünü hayal ettim. O bu akarsudan defalarca geçmişti. Dış görünüşünde bir ipucu olmalıydı. Yüzerken suyu yararcasına ilerleyişi geldi aklına, ardından ön tarafının sivri oluşu. Bu şekilde daha hızlı ilerleyebiliyor sanırım diye düşündüm. Ardından arka tarafındaki kuyruk gibi şeyler geldi gözlerimin önüne. Dönerken hep onlar da dönerdi. Hemen Deli’nin evine gidip bunları denemeye karar verdim.
 Deli’nin evine doğru giderken içimdeki gitme duygusunun ateşlendiğini hissettim. Yeni yerler, yeni su birikintileri, yeni göller, denizler, okyanuslar keşfetmek istiyordum. Yapmak istediğim şey buydu.
 Vardığımda önce tahtalarla iskeletimi sağlamlaştırdım. Gerçekten kendimi daha dayanıklı hissediyordum. Bu kayalara çarpma durumumda beni koruyabilirdi. Ama riske atamazdım. Başka bir şeyler düşünmem gerekiyordu. Ardından iki tahtayı uç uca getirerek önümü sivrileştirdim. Yüzerken daha hızlı ve rahat hareket ettiğimi fark ettim. Geriye kuyruk gibi şeyleri denemek kalmıştı. Ama bir sorunum vardı, geriye kullanacak bir tahta ya da herhangi bir şey kalmamıştı. Ne yapmalıyım diye düşünürken, aklıma okulda bize balıkları bir arada tutabilmek için bize çaktıkları tahtalar geldi. Yan yana çaktıkları iki tahtanın arasına balıkları koyuyorduk. Gitmeye karar verdiysem, artık onlara ihtiyacım yok diye düşündüm ve o tahtaları söktüm. Tahtanın birini sağ tarafıma, diğerini de sol tarafıma aldım. Sadece sağdaki tahtayı kendime doğru çektiğimde sağa doğru döndüğümü, sadece soldakini kendime doğru çektiğimde sola doğru, ikisini aynı anda çektiğimde daha hızlı ilerlediğimi, ikisini aynı anda ittiğimde de yavaşladığımı fark ettim.  Bu hareketler sayesinde iki kaya arasındayken sağ sol yaparak kayalardan kaçınabilirdim. Hazır gibiydim.
 Kendimi inanılmaz mutlu hissederken bir anda aklıma Babaannem geldi. O tamamen aklımdan çıkmıştı. Ben gittiğim zaman ne yapacaktı? Perişan olmaz mıydı? Dünyası tersine dönmez miydi? Mutluluğumun yerini mutsuzluk almıştı. Aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Derken bir anda aklıma Annem ile Babam geldi, onları nasıl kaybettiğim.
 Dışarı çıkıp yağmurun yağmasını bekleyecektim, ardından yağmurun altında duracaktım. Babaannem sorduğunda biraz durmak istediğimi, ardından geleceğimi söyleyecektim, hızlandığı zaman da kendimi akıntının kollarına bırakacaktım. Ama böyle olunca Babaannem’in yine perişan olacağını fark ettim. Diğer insanlar pek umurumda değildi, ama Babaannem’i önemsiyordum. Ona her şeyi anlatmalıydım. Ama gitmeden anlatırsam gitmeme kesinlikle izin vermez ve engellerdi. Ondan dolayı ona günlüğümü bırakmayı karar verdim. Annem ile Babam’ı kaybettiğim gibi kaybolacaktım ve ardımda bıraktığım günlükle Babaannem’e her şeyi anlatmış olacaktım.
 Yağmur yağmaya başladı günlük. Artık seninle vedalaşmamın vakti geldi. Kendine ve Babaannem’ e iyi bak.  Ben gidiyorum, Deli olmaya gidiyorum. Yeni göller, yeni denizler, yeni okyanuslar, yeni hayatlar keşfetmeye gidiyorum.

 Büyüdükçe küçülmeye gidiyorum.

"Küçük bir kadın, beni çok büyük sevdi." diyeceksin. Unutma.

Eskiden gülerek eğlenerek kurduğumuz hayaller artık canımı yakar oldu. O ufacık bedeniyle koca bir aşk büyüten kalbime batar oldu. Seninle birlikte hayallerinde gideceğini düşünmüştüm. Hayallerimizin. Giderken onları da alırsın sanmıştım. Ama hepsini bırakıp beni birlikte kurduğumuz hayallerin içine hapsedip gittin. Onlar bizim hayallerimiz-di. Artık sen olmadığına göre biz olmadığımıza göre hayallerde boş. Acıtmaktan başka bir işe yaramıyorlar artık. Biliyor musun hayallerde hep benimlesin. Hayallerde hiç gitmedin. Orada benimsin hala. Hala biz varız. Oysa sen artık başka tenlerde başka gözlerde arıyorsun aşkı. Başka ellerden tutup ilerliyorsun bu hayatta. Ve birlikte kurduğumuz hayalleri tek tek yıkıp beni de o enkazlara hapsedip başkasıyla hayal kuruyorsun artık. Artık biz yokuz. Sen ve ben. Hatta sen de yoksun artık sadece ben. Nefes alamıyorum artık. Yavaş yavaş ölüyor içimdeki sen. Sen öldürüyorsun onu. Acımadan bir an bile düşünmeden öldürüyorsun onu. O’na her dokunduğunda biraz daha ölüyor içimdeki sen. Her gün yavaş yavaş kaybediyorum onu. Çocukken kurduğum tüm hayallerin gölgesindeyim şimdi. Tüm umutlarımın yıkıldığı zamanlardayım. Aşk dendiği zaman içim hep buruk,hep acıyor.Hayat bana kaçma şansı vermedi, belkide verdi ama ben fark edemedim, ben beceremedim.Yanımda sandıklarım meğerse hep karşımdalarmış. Aşık olduğum adam hep kandırmış beni, hep eğlenmiş. Ben saf aşığı oynamışım tüm hayallerimde, korkularımda. Artık ne zaman saatleri birbirine denk getirsem seni unutmayı diliyorum, bir daha karşılaşmamayı. Rüyamda bile görsem sabah gözümü açtığımda seni karşımda görmemeyi..Kaç gün geçti ayrılığın üzerinden, kaç saat ? Ne zaman sana yazsam ağlıyorum, ne zaman düşünsem..Neden hala unutamıyorum seni?
Ne yaptın bana, aşktan başka..Düşünüyorum, hatırla​maya çabalıyorum olmuyor. Yapamıyorum. Büyüle​nmiş gibiyim. Belki de ben senin en çok zor tarafını sevdim, ulaşılamayan tarafını. Herkes neden hep mutsuz olduğumu, neden hiç konuşmadığımı, neden her söylenen söze, her çalınan şarkıya ağladığımı sorup duruyor. Neden sevgilim? Sence onlara ne cevabı vermeliyim? Senin acımasız davranışlarına mı, gidişlerine mi, sevmiyorum deyişlerine mi üzüldüğümü söyleyeyim? Söyle! Ayrılıktan sonra ölüme kaç gün kaldı,kaç saat?
Geceler kapandı gözlerimde..Neydi bilmiyorum! Uzanıp tutuvermek istedim; olmadı..Zaman dolmamıştı..Uzaklara gülücükler dağıtmaya başladı gözlerim. Kalbimdekiler ise sessiz film gibi teker teker oynayıp gittiler.. Küçücükken ben ,binlerce kelime döküldü yüreğimden. Ve her kelime daha çok yordu beni. İhtiyacım olan neydi bilmiyorum. Belki de anlık bir şey. Kelimeler yüklemek yüreğime; bazen ise beynime her geçen gün daha zor geliyor. Zamanını tahmin etmek zor elbette. Her zaman ki gibi göz açıp kapayana kadar geçmiyor zaman. Gerçekten bilmek istemiyorum. Yalnızca zamanımı çalan o zavallı çığlığı yakalamaya çalışıyorum. Rüyalarımda dilekler tutuyorum. Ama sen yine yoksun. Oysa ki yalnızca yanımda olmanı istiyorum..
Tam tekrar unuttum dedim, belki de başkasıyla avunmaya çalıştım.İnan sen gittiğinden beri ne yaptığıma ne yapmaya çalıştığıma anlam veremiyorum. Her şeyin dengesi değişti, allak bullak oldu hayatım. Tekrar karşıma çıkmanda neyin nesi söylesene.O gereksiz karşılaşma. Daha da çok özlememe, yaşananları hatırlamama sebep olmaktan başka neye yaradı? Bir insana acı vermek hemde deli gibi sevdiğini bile bile bu kadar mı zevkli bu kadar mı kolay? Mutlu çift görmek istemiyorum artık.Sayende hayata bakış açım değişti Yaşananlara, konuşulanlara,​ kalp kırıklıklarına, sevinçlere perde çekeli çok zaman oldu. Oysa ben tüm bu olanların bu dereceye gelmesini istemezdim.Sadece biraz sevmeye çalışmandı istediğim. Söylemek istediğim ise seninle her konuştuğumda boğazıma takılı kalan şey.Benim sevgim senin nefretin. 
Evet gittiğinden beri yazıyorum sana. Kim bilir belki sende okursun bir gün. Herşey anlamsız gelmeye başladı sen yokken. Çok yıprandım ben, seninle yada sensiz. Hep düşünmekten ağlamaktan.Ama sevdiğim kadar sevilmedim bunu biliyorum. Bir şeylerin farkına varmaya devam ediyorum gün geçtikçe. Belki öyle unuturum seni ne dersin? Yok yok bu da işe yaramaz sevgilim. Geçmiyor sana olan aşkım vazgeçemiyorum. Seni sildim unuttum sanıyorum ama olmuyor. Uyuyorum sen, ağlıyorum sen, hayal kuruyorum sen, bazen gülüyorum yine sen. Ben imkansızı seven oldum hep, sen imkansızı oynayan acımasız insan.
Bekliyorum; bana aşık olduğun günlerin geri gelmesini. Bekliyorum; elimi​ tuttuğunda elindeki sıcaklığın bana verdiği güvenin tekrar oluşmasını. Deli gibi aşık olmak istiyorum, içimdeki nefretin sevgiye dönüşmesini. Sanki hiç gitmemişsin gibi yaşamaya devam ediyorum, sanki hiç elveda dememişim gibi sana. Belki de gün geçtikçe kafayı yiyorum. Yıkılmışım,perişan​ım! Çünkü aşk var sevgilim. Çünkü benim inatçılığım kadar bitmeyen sevgim seninse suskunluğun kadar çok söylemek istediklerin. Senden başka ne istedim ben hayatta? İş, para, sağlık, mutluluk! Hepsini bir kenara ittim elimde altındayken. Belki de bir çok kişiyi senin için kırdım, perişan ettim. Eğer bir gün bulamazsan benim gibi bıkmadan dinleyen aşığı, eğer başın sıkışırsa, bir gece yarısı uyanıp ben aklına gelirsem, ya da yaşadıklarımız. Be​n hep seni bekliyor olacağım.

Aklına geldiğim o gün;
<"Küçük bir kadın, beni çok büyük sevdi." diyeceksin. Unutma.>

Kuyruklu İhtiyar

Ruhlarımız bemolleşmiş resmen ! Hep karamsarlık,hep mutsuzluk. Bir sonat gibi hayatlarımız. Mutluluk ama illa ortada bir acı,bir hüzün,bir göz yaşı. Her şarkı aynı duygularımı taşır ? Taşıyormuş işte. Hep bir acı,mutsuzluk. Parmaklarımız ne zaman o siyah tuşlara gitse parça öyle güzelleşiyor aslında. Diyezlikte değil tamamen bemol olarak düşünüyoruz hayatı. Yani hayatımızda zaten bir mutluluk olsun bizim aklımız hep o olmayan tarafta değil mi? Gelse de mutluluk yarım falan gelir zaten. Kırık bir tuşa bastığımızda nasıl eksiklik hissederiz. Hayatta da mutluluk kırık bir tuşa basmak gibi aslında. Tam olmaz yani hep bir eksikliği olur.  Tamamlanamaz. Belkide her tuşa bastığında bir acın daha seslenir tabiata. Bir acını daha evrene yollarsın. Bir acın daha kayıtlı kalır uzayda. O sonsuz boşlukta. Ama iyi de gelir. Acıya tuş basmak iyidir. Bakmayın mutluluk kırık tuşlardır ama acı en güzelleridir. Bemoldür. En siyahıdır. En sağlamıdır. Yeri o kadar sağlamdır ki. Etrafı beyazlıklarla doludur ve o beyazlıklar o acıyı hep en dipte korumaktadır. Mutluluklarımız,anılarımız acılarımızı koruyan tek şeydir aslında. Ve hep içimizde kalır. O çığlıklar,acılar. Kimseye söyleyemeyiz belkide. Kimseye de atamayız o çığlıkları. Onun dışında. Kuyruklu ihtiyar.. Şu hayatta belkide güvenebileceğimiz tek sırdaşımızdır bu kuyruklu ihtiyar..

Çok Sevdiğimden Sanırım

      Genelde en iyi bildiğim şekilde anlattım sana her şeyi. Yazarak. Yine sana yazmak istediğim günlerden birindeyiz.
      Kimi zaman vakit kaybı olarak gördüğüm bir şey olmaya başlasa da sana yazmak edemiyorum ki yazmadan sana. Aslında uğraşmam gereken daha önemli şeyler var. Ama geldi mi durduramıyorum ki yazma isteğimi. Kitapların kıyısına köşesine karalamaktansa sana olan hislerimi en azından bir yerlerde kalıcı olması umuduyla kalkıp yazıyorum bir yerlere. 
      Vazgeçmediğim tek şey sana yazmak sanırım son yıllarda. Genelde maymun iştahlı denilen o çabuk sıkılan tiplerden olmuşumdur ama ne hikmetse bir senden bir de sana yazmaktan sıkılmadım.         Ben yazarım sen okumazsın genelde. Şu an ben yine yazıyorum. Ve sen yine okumayacaksın. Neyse ki ben bunlara alışalı çok oldu. En iyi dostum oldu kimi zaman klavyemin tuşları kimi zaman 0.7 uçlu kalemim. Tek ortak yanlarıysa her zaman sen oldun.
      Hayatım boyunca hiçbir zaman yazar olmak gibi bir isteğim olmadı. şundan birkaç sene öncesine kadar ben kompozisyon dahi yazamazdım. Şimdi sana yazdıklarımı toplasam roman olur. Gerçi sen ne anlarsın ki yazmaktan neden anlatıyorsam bunları sana. Sen kitap bile okumazsın ki benim yazdıklarımı okuyasın. Bendeki de salaklık yahu. Okumayı sevmeyen birine sayfalar dolusu yazıyorum. Neyse ki ben sana alışalı çok oldu, ben senin okuman için yazmayalı belki yıllar oldu.
     Bir ömür olmadı belki daha seni seveli. Ama bana sanki yaşana yaşana bitmemiş bir çok ömür gibi geldi. Sanki bir ömür yetmemiş de seni sevmeye ben birkaç ömür çalmışım gibi oldu seni sevmek için. Çaldım da ne oldu bunlar da yetmedi ki bana. Hala tüketemedim ki şu sevdayı. Bir tek alışkanlık oldu ağlayamamak, çalan her şarkıda seni düşünmek. Gerisi hala yepyeni hisler. Gerisi hala senle dolu günler.
    Ben yine sıkıldıkça yazarım sana sen okumasan da belki okursun bir gün umuduyla kısa tutuyorum ki yazılarımı sıkılma sen. Sıkılırsan bırakırsın okumayı. Ya da belki herhangi bir yazımla dikkatini çekerim de oturur okursun hepsini bir solukta. Neyse ben yine okumaman için yazdım sana. Yine asla görmeyeceğini bilerek serdim tüm hislerimi gözlerin önüne. 
   Hiç vazgeçmedim yazmaktan sana. Hiç unutmadım tek bir anda seni aklımdan çıkarmamayı. Sanırım alışkanlıktan. Ya da çok sevdiğimden sanırım.

Anlayabilseydin Eğer;

Anlatmak isterdim seni.
Bir romanın tüm sayfalarında,
Bir resmin her fırça darbesinde,
Bir bestenin her notasında.
Belki de;
Bir şiirin her dizesinde
Anlatmak isterdim seni.
Gözlerini değil
Bana baktığın zaman kıpır kıpır olan içimi
Dudaklarını değil
Dudaklarının arasından dökülen tek bir kelimeyle yüzümde oluşan gülümsemeyi
Bir tebessümünü değil
Güldüğünde midemde uçuşan o kelebekleri anlatmak isterdim.
Susmak değil
Anlatmak isterdim.
Hıçkıra hıçkıra değil
Kahkahalarla anlatmak isterdim.
Gülüşünle başlayıp
İki dudağının arasındaki o koca denizle bitirmek isterdim.
Anlayabilseydin eğer;
Sana anlatmak isterdim.
Anlayabilseydin eğer;
Eteklerim zil çala çala,
Seni, sana anlatmak isterdim.

Ankara'da da

belki adınla köprüler kurulmuyor
kelimelerle kafiyeler arasına
ama dumandan kubben göğü donatıyor
ardından beyaz yakalı, rakı masasını
sanırlar sen yalnız beyaz yakalınınsın
-sevda kokan şaraplar da neyine
sanırlar atarsın bir başına akşamları
bertaraf memleketin çaresiz derdine
iki duble
hayır hayır yanlışsınız
burada da
sırtında çuvalla
bir iki kuruşun hesabını tutarlar
elinde bir demet çiçekle
kurtuluşta, karanfilde yahut
altındağın bilmem ne köşesinde
birilerinin yolunu, kara kubbeye inat
apak bakışlarla gözlerler
burada da sokaklara
taşlardan kale kurar çocuklar
hatta bir akşam kızılayın göbeğinde
sevdasını bir ayla körükleyip
unuttum da derler, yanarken
terk eder, terk edilir
ama bir sevdadır Ankara
bir akarsu kenarında
iğde söğüt kavak
sevi ormanı bozkır
yahut seviyor sevmiyor
tek yaprak papatya
ankara
bilir misiniz?
burada -da(!)-
sevda yoluna serden geçilir

Hepsi Bu

Düşüncelerin içinde kaybolduğum gecelerden birindeyim. Kalbim kırık. Paramparça olmuş parçalarını toparlamaya çalışıyorum. Ellerim kesik içinde, toparlamaya çalıştığım parçaların kesikleri. Her şeyi yerli yerine oturtmaya çalıştıkça onlar bana inat yerlerinde durmuyorlar. Onları toparlamaktan yoruldum. Hep bir umutla başlıyorum her şeye ama sonuç hep aynı kırgınlık, aynı üzüntü. Susmaya alışıyorum. Tepkimi susarak, kabuğuma çekilerek gösteriyorum. Bi umut yokluğumun farkına varılır diye geçiriyorum düşünce kalabalığımdan, düğümlenmiş beynimden. Olmuyor. Minik bedenlerimizin icine sığmayan duygular yüklüyoruz belki de çoğu zamanlar. İyi kalpli olmaktan, insanları sürekli affetmekten ve daima üzülen taraf olmaktan bıktım ben. Huzur istiyorum ben sadece, çok mu şey. Sessizlik, sakinlik... O sessizlik ve sakinlikte sevilmek istiyorum. Hepsi bu. 

Umut Işıkları

 Erkek ve kadın birbiri için dünyaya getirilmiş, bir çift olarak. Yapımız gereği erkek kadından, kadın da erkekten etkileniyor. İstisnalar var ama ben oralara girmeyeceğim, konumuzla alakası yok zaten. Erkek güzel bir kız görünce dönüp bakıyor, ondan etkileniyor. Hatta ve hatta hayal gücü zengin bir insansa o kişinin kafasında, o kız ile ilgili binlerce hayal beliriveriyor, kontrol edemiyorsun. Aynı şey kız için de geçerli.
 Ama hasta olanlar için durum farklı.
 Etrafımda olan, çevremde bulunan, ulaşılabilesi insanlar, ne kadar güzel ve alımlı olurlarsa olsunlar, bana çekici, bakılası, tanışılası, sevilesi gelmiyordu. Ben de ulaşılmaz aşklar seçtim kendime. Mesela otobüste giderken bir kız sevdim otobüsten, onunla evlendim, çoluk çocuğa karıştım, mutlu bir hayatımız oldu. Platonikçe sevdim o kişiyi. Bir karşılık beklemeksizin, bir çıkar olmaksızın, saf bir şekilde sevdim. Otobüsten inince de her şey sona erdi. O kendi yoluna, ben kendi yoluma. 
 Çünkü korkuyordum. Aynı şeylerin tekrar yaşanmasından, aynı bokların tekrar olacağından korkuyordum. Bir insanı sıfırdan tanımaktan, bir hayatı sıfırdan anlamaktan, vücudumda tekrardan ikinci bir kişinin yaşamasına izin vermekten korkuyordum. Biraz da üşengeçlik var tabi. Tanımak, tanışmak, sevmek... Bunlar uzun zaman isteyen işler.
 Derken 3 gün önce bir ilk yaşandı bu bünyede. Alışılmadık, beklenmedik, ani bir durum... Koridorda, elimde kamera ile ilerlerken, objektifime bir güzellik takıldı. Başımı kaldırdım, ona doğru baktım. Koridordaki herkes sırayla yok olmaya, zaman yavaşlamaya, sesler kesilmeye başladı. Sonunda sadece ben ve onun bana bakan güzel gözleri kaldı. Bir de beline kadar uzanan saçları var tabi, unutmamak lazım. Zihnimde ona doğru yaklaştım, adım adım. Beni izledi. Yaklaştım, yaklaştım... Her bir adımımda vücudumdaki hastalığın bir kısmını atar gibiydim. Son adımımı atacaktım ki bir anda yok oldu. Gözleri O'nun gözleri oldu, dudakları O'nun dudakları oldu, gülüşü O'nun gülüşü oldu...
 Kız O'na benziyordu.
 Kendimden nefret ettim. Kalp atışlarım yavaşlamaya başladı, ben geriye doğru gitmeye başladım, sesler gelmeye, insanlar da hızlanmaya başladı. Canım yanıyordu. Vücudumdaki son damla zehir bana acı çektiriyordu. Faruk'a döndüm ve "Kız O'na benziyor Faruk!" dedim. "Hayır" dedi.
 "Zihnin sana oyun oynuyor." 
 Tekrardan baktım. O hala oradaydı. Gerçekten zihnim bana oyun mu oynuyordu? Gerçekten O'na benzemiyor muydu? Bu çaresiz dediğim hastalığıma bir çare olduğunun göstergesi miydi? Sevgi hücrelerim geri mi gelecekti? Kalp atışlarım yine hızlanabilecek miydi? Midemdeki kelebekler kanatlanabilecek miydi? Soruları sordukça kız geri geliyordu. 
 Benim için umut var mıydı?
 Kaydımı aldım ve yoluma devam ettim. 3 gün daha aynı ortamda bulunacağım, aynı havayı soluyacağım, aynı yemekten yiyeceğim, aynı yollardan geçeceğim, aynı ekrana bakacağım, aynı kişiden talimat alacağım... kişiyle konuşabilecekken konuşmadım. Onu tanımak için bir adım, yeni bir Dünya'ya, insanlık için küçük, ama benim için büyük bir adım atabilecekken atmadım. 3 gün boyunca sadece onu izledim. 
 Günde bir kaç kere, tok karınla kullandım onu. Ne kadar iyi geldi bir bilseniz... 
 Sonra organizasyon sona erdi, herkes rolünü oynadı, perde kapandı ve ortada kimsecikler kalmadı. Uzun ve boş koridorlarda sadece ben ve O'nun ayak izleri vardı. 
 Karanlık koridorun sonunda da umut ışıkları vardı.

19 Ocak 2015 Pazartesi

Gunaydinlar

Gunaydinlar olsun tum sevenlere sevilenlere sevmek sevilmek isteyenlere. Sevmek sevilmek demisken siz henuz tatmamisken bu aciyi bence hic bulasmayin boyle islere. Yani birine deger vermeyin be boyle zamanlarda. Cicek sevin bocek sevin kopek kedi sevin baska bisey sevin ama bu kisi iki ayakli insan dedigimiz yaratiklardan olmasin. Annemle kucuklugumden beri motor icin kavga ederiz. Hizi sevdigimden dolayi bana asla aldirmayacagini soyler motoru. Ve beni vazgecirmek icin hep su cumleyi kurar " iki ayakli her seyden kork kizim " . Basta anlamazdim tabi ama simdi anliyorum ne demek istedigini. Bunu okuyan arkadas simdi istanbulda gunesli bir havayla gune merhaba dedik . Henuz sende su lanet sevgiyi bilmiyorsan bulasma derim. Hele ki en tehlikeli cinsi platonik dedigimiz ture sakin yaklasma bile. Yoksa boyle guzel sabahlarda bizim gibi yagmur bir insan olarak gezer durursun valla.

Haydi gununuz aydin olsun

18 Ocak 2015 Pazar

Simsiyah

Kızıyorum. Bilmeyişlerine .Hissizliğine. Anlar diyorum. Yıllardır anlamanı bekliyorum ama anlamıyorsun. Bilerek mi bu saflığın ? Bana mı özel ? Yoksa gerçekten acımasız iğrenç bir adamın teki misin sen. Ama öylede olamazsın ki. Öyle olsan ben sana aşık olamazdım. Öyle olsan öyle gülemezdin değil mi ? O içten gülüşün olamazdı. Sarılmazdın mesela. Ve öyle öpemezdin. Öylesine derinden. Öylesine içten kıskanarak bakamazdın bana. Renklendiremezdin beni. Siyah beyaz hayatıma renkler koyamazdın. Kırmızıyla boyamazdın günaydınları mı mesela. Yada öpücüklerin pembelik katmazdı bana. Sonbaharıma çiçeklerde getiremezdin. Kışlarım da beni en derinden ısıtamazdın. Bu kadar sorgulamama kızma lütfen.. Sadece bir şeyleri çözmeye çalışıyorum. Sadece gerçeklerle sahtelerin ayrımı bunlar. O yüzden belki de bu haykırışlarım,düşüncelerim. Sen bakma bana ayıcığım. Ben hala küçük bir kızım. Ben hala o ayısı konuşmuyor diye onun karşısında oturup saatlerce ağlayan küçük bir kızım. Ben seni büyütürken kendim kayboldum bu aşkın içinde. Kendi çocuksu sevdamla kalakaldım arkanda. Ve sende öylece usul usul yürüyüp gittin. Beni bir odaya kilitledin ve gittin. Bir daha gelmeyeceğini de söylemedin. Çocuk olduğum için sana inanıcağımı anladın ve bana sadece hazır olmadığını ama geleceğini söyledin. Son kez öptün bir de o kapıyı kapatmadan önce. Ve yanıma oyuncağını koydun giderken. 

Teşekkür ederim parfümünüde sıkmışsın. Ama unutmuşsun esmer olduğunu. Sende o parfüm daha keskin kokardı. Cansız bir beden senin gibi kokmazdı. Sen sakallarına sıkardın parfümü mesela . Ama bu ayının sakalları yok ki . Ve benden büyük değil. Bana sarıldığında o güven duygusunu hissedemiyorum maalesef ki. Bu yüzden anlayamıyorum işte nasıl bu kadar düşüncesiz olabildin adamım. Nasıl bu kadar kolay gidebildin. Madem gidecektin neden siyah beyazlığıma renklerini kattın. Şimdi o renkler bir bir içimi kanatır oldu. Bir renk bin defa hayatıma batar oldu. Madem gidecektin izin vermeseydin seni büyütmeme. Madem ellerde arıyordun aşkı o zaman beni bu aşkın içine atmasaydın. Uğradım deseydin. Çıkıcam deseydin. "Ben seni sevemem sen siyah beyazsın ama ben simsiyahım. Sana renkler katarım ama hiç bir şey olmamış gibi hissizliğimle simsiyah çıkıp giderim" deseydin.

Kentin İlk Işıkları

Yokluğun loş bir odanın ışığı kadar anlamsız. Yokluğun keskin bir bıçak gibi sert. Yokluğun en çokta kalbimde derin bir yara.Şimdi yoksun ya sen,insanlar anlamını kaybeder her geçen gün.Her geçen gün her sabah güneşin doğması anlam vermez bana.Çünkü bilirim ki yüreğim en karanlık zamanında.Güneş doğamaz artık yüreğime. Çünkü yüreğim güneşini kaybetti sevgilim.Şimdi yoksun ya sen,bir çocuk kadar korkak ve ürkek kalbim ve bir o kadar hırçın,mutsuz,umutsuz..Zamanında bu kalbin sahibi varken ne kadar da mutluydu aslında. Güneş batarken kentinde onun içi hep aydınlıktı.O hep heyecanlı,hep sevecendi.Hep,her an yaşamaktan zevk alan,insanların her birinde anlam bulandı.En mutlu da senin yanındaydı.En sevecen,en masum seninleydi. Senin yanında anlamını kaybederdi zaman. Ama sen acımadın. Üzülmedin. Bu minik görünen ama içi kocaman olan kalbi yok ettin. Şimdi sen başka kalplerde bir güneş oldun belkide. Ve her sabah kente doğan güneş bu kalbe saplanıp acı verir oldu. Her geçen saniye umudunu yitirir oldu. Ne olurdu gitmeseydin ? Ne olurdu bırakmasaydın bizi,hayallerimizi. En çokta bu acı verir. Hayallerimiz.. Ah o hayaller. Her sabah biz güne merhaba diyecektik.Her gece sarılıp uyuyacaktık. Bazen bıkacak konuma gelecektik.Öyle bir alışcaktım ki kokuna hep burnumda olacaktı aslında. Kokunu duyduğum her saniye yine aynı günkü heyecanda olacaktım. Bir kızımız bir oğlumuz olacaktı.  Hani onları büyütecektik ? Sen oğlumuzla salonda maç izlerken biz kızımla yemek yapacaktık.. Bu hayaller küçük görünse de ne kadar yıpratır insanı aslında . Ne kadar zorlar aslında. Her gece belki de bu imkansız hayallerle uyumayı göze aldı benim yüreğim. Şuan belki de sen yatağına yattığında onunla olan hayallerini düşünüyorsun ya da onunla uyuyorsun. Bir zamanlar benim olan sen,bizim olan hayallerimiz şimdi başkalarının elinde. Şimdi tek umudum bir gün.Belki bir gün sevgilim.. Kalbim yine sevecen olur yeniden. Uyandığımda kalbim acımaz. Bu kente doğan güneşin ışıkları belki o gün kalbime saplanmaz

Hepsi Çok Düşünmekten

Zaman geçtikçe her şey degerini yitiriyor. Aklınıza gelebilecek her şey. Bütün o vazgeçilmez sandığımız duygular, kardeşlikler hepsi yok olup gidiyor. Kala kala kendin kalıyorsun. Saf benliğinle tanışıyorsun. 
Kaçıncı tanışmam kendimle, bilmiyorum. Her bir vedanın sonrasinda kala kala bir ben bir de pişmanlıklarım kalıyor geriye. Onları gördükçe ruhumdan bir parça daha düşüp gidiyor. Kaçıncı parçamı düşürdüm yine ? Bilmiyorum. Her yenilginin ardından elimde kalan hırsım ve kanamış dizlerim. 
Pembe yalanlarım vardır benim. Bir şeyi gerekli gördüğüm takdirde söylerim yakınımdakine. Aklı bende kalmasın diye. Sonra bu yalan en siyahından görülür. Belki de yalanın rengi yoktur, ben öğrenememişimdir. 
Sanırım çevremdekileri çok düşünmekten kaybediyorum ben. 
Hepsi çok düşünmekten ve kendimden çok değer vermekten. 

17 Ocak 2015 Cumartesi

Susma Çocuk

Susma çocuk.
Saklama.
Konuş.
Konuşmalısın çünkü.
Anlatmalısın.
Yıllarını susarak geçirdin de ne oldu?
Söyle çocuk.
Söyle onlara. Neden korkuyorsun, neden kırılıyorsun, niye ağlıyorsun?
Biliyorum çocuk.
Biliyorum.
İyiyim derken söylediğin yalanları, kan ağlayan içini biliyorum.
Seni tanıyor, seni içimde taşıyorum çocuk.
Söyle çocuk.
Söyle.
Korkularını, üzüntülerini, hıçkırıklarını söyle onlara.
Güzel şeyleri değil gerçekleri anlat onlara.
Senin gerçeklerini anlat onlara.
Ben güzel şeyler duymak istemiyorum çocuk.
Seni dinlemek, seni duymak istiyorum.
Masallarını anlat onlara çocuk.
Büyümelerine izin verme, onların içinde yaşamaya devam et çocuk.
Bir kere de onlar sussun sen anlat.
Susma çocuk.
Saklama.
Konuş.
Konuşmalısın çünkü.
Anlatmalısın.
Yıllarını susarak geçirdin de ne oldu?
Söyle çocuk.
Susma.
Konuş.
Anlat.
Yalvarırım susma çocuk.

Bıkkınlığın Son Damlası

Bana kalırsa müziğim ve sigaram ömrümün sonuna kadar bana yetebilir. 
Bir şeyler için savaş vermekten daha ne kadar yorgun düşmem gerek ? 
Bir şeyler için sürekli mücadele vermekten gercekten yoruldum. Susup icime atmaktan, görmemezlikten gelmekten, aklımı sürekli farklı şeylerle oyalamaktan gerçekten yoruldum. 
İnsanları anlama sorunsalım hala devam ediyor. Anlamak için bir çabada göstermiyorum ki göstermeyede niyetim yok. Bıraksalar günlerce şu odadan adımımı atmam. 
Erken yaşlandım belki de bilmiyorum. Bazen eski heyecanlarımı aramıyor degilim. O kafasına her eseni yapan kızı özlüyorum. Özgür kızı. 
Her şeyi öyle bir orantıda götürürdüm ki... Hayatımda aptalca yanlışlara hic yer vermedim ben. Benim dışımda gerçekleşen hatalar elbette oldu ama asla o basit kızlardan olmadım. Ve bu yüzden de kendimle gurur duyuyorum. 
İçimde yaşattığım o minik kız sanırım yorgun düştü. O biraz dinlenirken bende fırsattan istifade ruhumu dinlendiriyorum. 

16 Ocak 2015 Cuma

Dolu Hayatlar Gibi Sonsuz Olsun

'' Bir günde doğar bir günde ölürüz. Bir günde değişebiliriz. Ve bir günde aşık olabiliriz. Her şey bir günde olabilir.'' dedi Kadın.
Doğru da söylemişti Kadın. Dediği gibi bir günde sevdi Adamı. Bir günde sevmişti gülerken kısılan gözlerini Adam'ın, bir günde aşık olmuştu Adam'ın gülüşünde saklı olan cennete Kadın.
O 24 saat içerisinde gitmesin diye yakarmaya başlamıştı Kadın. İlk defa gördüğü anda sarılmak istemişti bir adama. İlk görüşte aşk misali. Adam Kadın'ın ilk aşkı değildi belki ama ilk görüşte aşkıydı. Neden, nasıl, niçin bilmeden, sorgulayamadan sevdiğiydi Adam Kadın'ın.
 
''Seni kendimden bile kıskanabilirim.'' dedi Kadın. Belki biraz psikopat bir şekilde saftı Kadın'ın sevgisi.
'' Can ol, canan ol, en çokta aşk ol.'' dedi Adam Kadın'a. Adeta Kadın'ın o andaki tek dileğini Kadın'ın kulağına fısıldar gibi.
''Gel benimle çok çok uzaklara
Hüzünlerini bir parça aşkla değiştir
Gel benimle bilinmez duraklara 
Mevsimlerini bir dalga yaza dönüştür''  dedi Adam.
Devamını bir saniye bile dinlemeden Adam'ın ilk kelimesinde, Adam daha Gel diye başladığı o anda hazırdı Kadın koşmaya. Hazırdı Kadın teslim olmaya. Hazırdı Kadın Adam'ın Kadın'ı olmaya.
 ''Aşk
Bağlanmış kökler gibi
Hayat veren toprak gibi
Tüm anneler gibi güçlü olsun
Camdan sızan güneş gibi
Gökte yıldızlar gibi
Dolu hayatlar gibi sonsuz olsun''  dedi Kadın aşkın Adam olmasını da dileğine ekleyerek içinden.

Adam'ın gerçekten adam olmasını diledi Kadın. Çünkü bilirdi erkekler değil adamlar kıyamazdı sevdiğine. Bir de Adam'ın kendisini sevmesini diledi Kadın. Adam sadece Kadın'ı sevsindi, sadece onun olsundu. Adamın gülüşüne aşık oldu gülüşünden öpmek istedi Kadın.

Kadın çok sevdi bir gün içerisinde. Her şey bir günde olabilirdi evet. Adeta kendini haklı çıkarırcasına bir günde sevdi Kadın.

''İyi ki geldin, Hoşgeldin Adam'' dedi Kadın içeri buyur ederken Adam'ı.
 Memnuniyetle girdi Adam içeri. Ya da Kadın öyle olmasını umut ettiği için öyle gördü. Kim bilir.
Ve bir günde başladı Kadın'ın büyük sevdasıyla Adam'ın bilinmezliği -en azından kadın için.

''Dolu hayatlar gibi sonsuz olsun.'' diye içinden geçirdi Kadın.

15 Ocak 2015 Perşembe

Seher Vakti

seherin bir uçurtma düşürdü gözlerim
zamandan bihaber rüzgara uçan
kumralı çalan kuyruğuyla
yalandan yeri seyre dalan

parça parça çıtaları kıymıklanmış
bin bir rüzgarı göğüsleyip
elini değenin kanını sızlatmış
selvice ipi uzadıkça kısalmış
bir bulutun beyazını çalıp
aleme hediye göğün mavisiyle
keşmekeş bakışlara bulamış
seherin bir uçurtma düşürdü gözlerim

serince esen yelin değdiği an tene
bakışları kaldırıp sıvayınca kirpikleri
seherin kalkınca teheccüde
düşürdü işte o vakit gözlerim
gözlerim
yerden yalanı seyre dalan
rüzgardan bihaber zamana uçan
gözlerim

uçurtma
kendini meğer bulut sanarmış
rahmini karış karış gökte ararmış


buraya ne yazıyoruz

Bloğun açıldığı zamandan beri bana gel şurda yaz diye ısrar ediliyor.
Hiç yazmamış olan, kelime dağarcığını yetersiz bulan ve zor beğenen bir
insan olarak kendimce değerli ve ilginç bulduğum fikirlerimi okunmaya
değer bir şekilde yazıya dökemeyeceğimi düşündüğüm için yapılan teklifi şu ana
kadar erteledim. Şu anda da farklı düşünmüyorum. Buna rağmen yazmaya
karar vermemin sebebi birçok kişinin bana depresif hallerimden
kurtulmanın yolunun insanlarla konuşmaktan, dert ve fikirlerimi onlara
anlatmaktan geçtiğini söylemesidir.
 Blogdaki yazıları okurken çoğunu (hepsini değil) çocuksu ve sıkıcı bulmamın
sebebinin yazarların çoğunlukla kendilerinden bahsetmesi olduğunu farkettim.
Okurun da "Senin aşk hayatından, hayatındaki üzücü olaylardan, okuduğumuzda
kendimizden bir parça bulmadığımız yazılarından bize ne" diyebileceğini
düşündüğüm için kendimden gerekmediği sürece bahsetmemeye karar verdim.
Şu anda benim de öyle yazıyor olmam biraz ironik olabilir ancak bir "Merhaba"
olarak kabul edilebilecek bu ilk yazıdan sonra farklı mülahazalar hakkındaki
fikir ve yorumlarımı okumaya değer bulan insanlarla paylaşmayı hedefliyorum.
 Yine az önce bahsettiğim sebeplerden dolayı yazılarımı "bence böyle" şeklinde
yazmak yerine "benim böyle bir fikrim var sizler bu konu hakkında ne düşünürsünüz"
şeklinde yazmayı düşünüyorum. Böyle düşünüyorum ama böyle olacak demeyeyim çünkü
çok uzun zaman "Bence böyle"ci bir insan oldum.  Malum alışkanlıklardan kurtulmak
kolay değil.
 Yazılarım uzun olmayacak çünkü edebi yazmayı beceremiyorum.
 Yazdığım konular büyük çeşitlilik gösterecek; din,insanlar, güncel olaylar ve
insanların bu olaylar hakkındaki yorumları üzerine yorumlar, müzik, resim, filmler,
ve daha fazla yazarsam sıkılıp okumayacağınız bir sürü örnekler...
 Pek bilgili bir insan değilim o yüzden konuları soyut ele alacağım ve ayrıca tartışmalara
mahal verecek şeyler yazmayacağım yani konularımın arasına "din" yazdığımda sanmayın ki
"Din insanları böler" ya da "Dinsizlik aptallıktır" gibi şeyler yazacağım.
 İlk yazımı ilk kez baştan aşağı okumuş insan olarak pek ilgi çekici olduğunu düşünmüyorum.
(bkz: 2. satır son kelimeler)
 Ama umarım asıl meseleye geçilince bir kaç tane de olsa okurum olur.
 Buraya kadar okuyanlara teşekkür ve biraz da hayret ederim.
Sinsırıli
Someone You Wouldn't Care About

14 Ocak 2015 Çarşamba

Conscience D'un Petit Bousier

Açtığın daireyi kapatabilecek misin Tüzün ?

Bu koca daireyi, bu koca yedi daireyi ?

Kolay mı sanıyosun geri dönebilmek ?

Merdiveni inebilmek...

Düşersen ne olacağını biliyo musun ?

İnmessen ne olacağını..

Orası rahat biliyorum, yukarısı.

Ama özlemiyo musun ?

Öz-lemeyecek misin ?

Kovulmayı mı bekleyeceksin şirketten ?

İpini çeksinler mi istiyosun Tüzün ?

Boynun acıycak ama; kıyamazlar seni, çok güzelsin.

Kıyma da güzeldir, kıyma da...

Ama yine de kıyamazlar seni, işte bu yüzden kıyacaklar sana ya...

Küçük Deli - Bölüm 5


 Birkaç gün evden çıkmadım. Babaanneme kendimi hasta hissettiğimi, okula gitmek istemediğimi söyledim. Eve gelip beni soran arkadaşlarıma da aynı şeyi söyledim. Deli’nin yanına bile gitmemiştim. Yalnız kalmak istiyordum. Olanları, öğrendiklerimi sindirmeye ihtiyacım vardı. Sadece birkaç günde bütün hayatımda öğrendiklerimden yüzlerce kat ağır şeyler öğrenmiştim. Bu kadarına hazırlıklı mıyım, onu dahi bilmiyorum.
 Eve kapandığım günlerde kendime şu soruyu sordum: “Seni mutlu edeceğine inandığın şey ne Ufuk?”. Gerçekten neydi beni mutlu edeceğine inandığım şey şu hayatta? Şu vakte kadar şu soruyu kendime hiç sormamıştım. Kimse sormazdı. Mutluluk tabirimizi bile öğretirlerdi bize. “Okulunuzu bitirdikten sonra rahatsınız, mutlusunuz. Sıkın dişinizi, sonra hepiniz olgun birer balıkçı teknesi olacaksınız!”. Tekneler o kadar alışmıştı ki kendilerinin belirlemeleri gereken terimleri başkalarının belirlemesine, başkalarının hayatlarını yaşamaya, bu soruları kendilerine sormazlardı bile.
 Dışarıdan baktığımızda mutlu ve sorunsuz görünen, babası balıkçı dükkanı sahibi balıkçı teknelere bakınca, aslında onların ne kadar sorunlu olduğunu anladım. Mutlu olduklarını düşündükleri hayat kendi hayatları bile değildi. Çünkü onları mutlu yapan şeyin balık olduğunu düşünüyorlardı. O balıklar onların bile değildi. Babalarınındı. Kendilerine ait bir mutluluk kavramları bile yoktu. Hem, tükenip gidebilen bir şey bir tekneye ne kadar mutluluk verebilirdi ki? Ya da nereye kadar verebilirdi? Bunun uyuşturucudan ne farkı vardı? Geçici unutkanlık, geçici rahatlık, geçici oyalanma sağlayan bir maddeden ne farkı vardı balığın?
 Burada kalıp, balıkçı teknesi olup, en iyi ihtimalle bir balıkçı dükkanına sahip olduğumda mutlu olacak mıydım? Diyelim mutlu oldum, bu göle ne katkım olacaktı ki? Fazladan ne kazandırmış olacaktım göle? Sadece bu kısır döngünün bir parçası olacaktım.
 Delinin yanına gidip bunları onunla konuşmaya karar verdim. Babaanneme dışarı çıkıp temiz hava alacağımı söyledim. “Dinlenseydin yavrum, iyice hastalanma.” dedi. “Bir şey olmaz, merak etme Babaanne.” dedim ve çıktım. Okul vakti olduğu için göl çok sakindi. Kimsecikler yoktu etrafta. Ondan dolayı etraftan dolanarak gitme gereksinimi duymadım. Hoş, pek de umurumda gibi hissetmiyordum birilerinin beni görüp görmemesi durumunu.
  Az sonra solda oturan yaşlı tekne dışarı çıkacak ve kirli kaseleri temizleyecek diye geçirdim içimden. “3,2,1. İşte oradasın. Yine kirli kaseleri çıkartıp temizliyorsun.” Ardından soldaki yaşlı amca dükkanından çıkıp çürümüş balıkları suya atacaktı. “3,2,1. Merhaba çürümüş balıklar.”
 Evde olduğum zamanlarda arada dışarıyı izledim, tekneleri inceledim. Her şeyleri o kadar planlıydı ki, hayatları o kadar düzenliydi ki… Gerçekleştirdikleri eylemleri acaba gerçekten isteyerek mi yapıyorlardı? Yaptıkları daha çok bir tik gibi, bir doğal refleks gibiydi. Işığı görünce göz bebeklerinin kendiliğinden küçülmesi gibi, sıcağa dokununca elimizi hemen çekmemiz gibi…
 Deli’nin evine gelmiştim. İçeriden ne bir tahtaya vurma sesi geliyordu, ne de başka bir şey. Büyük ihtimalle yok diye düşündüm. “Yine başka göllere gitti sanırım” dedim içimden. Çünkü burada olduğu her zamanda bir şeylerle uğraşırdı, bir şeyleri bir şeylere monte ederdi. “Acaba ne zaman gelir? Eve gidip daha sonra mı gelsem acaba?” diye düşündüm. Ama eve de gitmek istemiyordum, yeterince durmuştum evde. Etrafı gezmeye başladım. Dikkatimi çarşafın orada olmadığı çekti. Şaşırmıştım. Rüzgar falan mı uçurdu acaba diye düşündüm. Arkalara doğru baktım, sağa sola baktım, yoktu. Acaba yakıt denen şeyi bulmuş muydu? Ya da sorun her neyse çözmüş müydü?
 Aletlerinin bulunduğu masanın üzerine doğru yaklaştığımda bir kağıt gördüm. Biraz daha yaklaştım ve kağıdın üzerinde benim ismimin yazdığını gördüm.
 “Sevgili Ufuk,
  Birkaç gündür yanıma uğramadın. Bundan dolayı sana ne kırgınım, ne de kızgın. Seni çok iyi anlıyorum. İçindeki duygu karmaşasını, kopan fırtınaları, ne yapacağını bilmemeni, yalnız kalma isteğini. Hepsini ben de yaşadım. Şunu bilmeni isterim ki, farklı bir teknesin. Ve farklı bir tekne olmak kötü bir şey değil. Soru sormak, merak etmek, baş kaldırmak, isyan etmek… Bunları nasıl kullanman gerektiğini bilirsen, bunlar kötü şeyler değil. Hepimizin doğasında olan şeyler. Diğer tekneler sadece bu duyguları bastırmışlar, o kadar.
 Ben sorunumu çözdüm ve artık yoluma devam etmem gerekiyor. Yeni sorular, yeni sorunlar ve bulunması gereken yeni cevaplar beni bekliyor. Vedamız böyle olsun istemezdim tabi ki. Yüz yüze bir veda dilerdim, ama olmadı işte. Evine gelmeyi istedim ama bu tehlikeli bir şey, biliyorsun.
 Sana bir şeyler kazandırdığımı umuyorum. Sana soru sormayı, sana düşünmeyi, sana cevap aramayı öğrettim. Bunları kullan. Kullandıkça da beni hatırla. Ne olursa olsun, ne karar alırsan al, o karar senin olsun. Başkalarının yaşadığı hayatları yaşama, başkalarının istediği bir tekne olma, kendin ol. Hayat geriye dönüp keşke demek için çok kısa, hayat aldığın kararlar için pişmanlık yaşanamayacak kadar kısa. Pişman olduğun sürede bir bakmışsın, hayatın sona ermiş, tahtaların su üstünde bütün halinde olmaksızın yüzüyor.
 Hem belki bu bir veda değildir, belki başka göllerde, başka denizlerde, başka okyanuslarda, başka dünyalarda bir araya geliriz. Hiçbir zaman umudunu yitirme Ufuk, umut senin kalkanın, soru sormak senin zırhın, bulduğun cevapların da senin silahın olsun.
Kendine iyi bak.
Deli.”
 İnanamamıştım, inanmak istemiyordum. Deli gitmiş miydi? Beni bunca soruyla bir başıma bırakıp gitmiş miydi? Bunu bana nasıl yapabilirdi? Kendimi paramparça hissettim. Yalnızlığım içinde iyice yalnız kalmış hissediyordum. Hiç bu kadar kimsesiz hissetmemiştim kendimi. Kendimi akarsuyun kollarına atıp paramparça olmak istiyordum.

Paramparça olmak, sanki hiç var olmamış gibi.

12 Ocak 2015 Pazartesi

Kış Şiiri


Karlı bir güne merhaba derken çamlar

Masum birinin sesiyle irkilerek uyanmak

Yalancı bir şair gibi aklına mısralar dolarak

Sıcak yatağı Ankara için terk etmek

Ankara'yı sıcak yatağa tercih etmek

Bir başkadır aralık sabahları Ankara'da üşümek.

Güneş ya doğmuş ya doğacak

Kararsız biraz, şair gibi

Karları okşarken airmax'lerin

Uyuşmaya başlar parmak uçların

Eldivenin varsa şanslısın

Yoksa boşver, o hissi de yaşamalısın

İlmek ilmek bir soğuk yakar ellerini

Aklında gezinir yine bin bir tilki

Dur diyemezsin, durduramazsın.

Dudakların hatır için orada duruyormuş gibi

Öyle yabancı, öyle emanet...

Rengi bugün her zamankinden bet.

Ve mavi gökyüzü

Yalancıktan, gülüyormuş gibi.

Tarifsiz bir acı, eşi benzeri olmayan bir lezzet:

Ankara'da üşümek.


Sıcacık fırında geçici bir ısınma

İçeri girer girmez buzların erimesi

İçindeki ve dışındaki

Üç  büyük simit, iki çavdar ekmeği

Sonra canının istediği ne varsa o an

İçinden gelen veya aslında hiç çıkmayan

Üşüten Ankara'da, soğuğu hissettiren.


Aklın yine karışık, önünü görmüyorsun yine

Soğuğu boşa harcıyorsun da farkında değilsin

Umrunda değil dünya, sınavların da var güya.

Yürümeyi seversin bu yokuştan

Bir şeyini düşürmüş gibi yere derin derin bakarak

Bakışlarınla yerdeki buzları yakarak

Ve saçın yine gaddar rüzgâra meydan okuyor

Zihnin düşen düşüncelerini topluyor

Onları arıyorsun

Bu mevsimde, bu soğukta, bu havada, bu yolda...

Ama güzeldir yine de Ankara'da üşümek

Merttir hani yalancı değildir.

Bi farkına varabilsen güzelliğin

Başını kaldırıp görsen sadece bizim mahallede öten kuşu.

Başını kaldırsan da beni görsen

Seninle ilgilenmiyormuş gibi, karşında bir ben.

Soğuktan oldu deseler

Görsen beni

Beni görsen

Görsen

Sen

...

11 Ocak 2015 Pazar

Sorular Üzerine Mülahazalar

Bu çabamız neden?
Niye bir şeyler başarmak için uğraşıyoruz? İnsanların bizi yahut yaptıklarımızı beğenmesi gerçekten önemli mi bu kadar? İstediğimiz gibi yaşamak yerine takdir edilen bir yaşam sürmek bizi daha mı mutlu edecek? Peki, biz ne kadar biz oluyoruz öyle yaşarken? Tanrı ile senin arana hiçbir kuvvet giremez –eğer inanıyorsan, ya da inandığın şey ile-eğer beğenilmeye inanıyorsan istisnasın-- lakin insanların sözlerini neden putlaştırıyoruz bu denli? Çok güzel olmuş, kariyer sahibi biri, entelektüel, filozof, çok okur, güzel yazar… Bunları ve bunlar gibileri duymak bizim yaşamımızda neden sınır halini almış durumda? Tabii ki de beğenilmek güzel his ama beğenilmek için yaşamak ne kadar doğru? Kendimiz olarak yaşamıyorsak ne kadar dürüstüz? En büyük erdemlerden değil midir dürüstlük? Madem beğenilmek istiyoruz neden erdemli davranmıyoruz? Bir paradoks mu bu? Neden bu kadar soru sordum ki ben? Herhalde beğenilmek istiyorum.


Hayat Zor, İnsanlar Tuhaf

Öncelikle beni aralarına aldığı için Var Mısın Yok Musun ailesine teşekkür ediyorum. Uzun zamandır yazsam mı yazmasam mı diye düşünürdüm bir blogda, şansıma karşıma çıktılar.
Sadece 18 yaşında bir genç kız olarak hayatın tüm bokluklarını görmüş olduğumu düşünmem normal mi bilmiyorum. İlk olarak 17 yaşında aldatılmanın vermiş olduğu yıpranmışlıklar, aileden küçük yaşta tattırılmış olan ihanetler… Normal bir insan değilim evet. Bağlanma problemlerim olduğu ortada. Sahip olmak istediğim her şeyi elde edebilmek belki de iyi değil. İnsan çabuk sıkılıyor öyle olunca.
Kendime bir sığınak arıyorum. Sadece bana ait olan bir sığınak. Bunun bir beden olmasını istemiyorum. Bedenler çift kişiliktir. İnsan kendine de sahiptir çünkü. Kimsenin keşfedemeyeceği bir dünyam var. Bana yetmiyor. Hayallerimi gerçekleştirmeme yıllar var. O kadar fazla plan var ki nereden başlayacağımı şaşırmış durumdayım.
Ailem dahil kimsenin bana güvendiğini sanmıyorum. Aslında bu hoşuma gitmiyor değil. Yapacaklarım kısıtlanmıyor çünkü. Asiliğimin yanında, kendini yetiştirmiş hanım hanımcık bir kızım ben. Nerede nasıl davranılır bilirim. Aslına bakarsanız erken yaşlandığımı düşünüyorum. Yeni yıla bile yaşadığım küçük oda da klasik müzik dinleyerek girmek isteyen bir kızdım. Ama tabiki de öyle olmadı. Komik bir şekilde sevgilim çaldığı sahneye atlayıp onu öperek girdim yeni yıla.
Yorgun hissediyorum kendimi. Kendimi bir şeylerle tatmin etmeye çalışıyorum. Ediyorum ve sıkılıyorum.Yeni şeyler aramaya başlıyorum. Alışveriş yapmak gibi mesela. Sonu olmayan bir istek oluyor bu bazen. Bunalıyorum. Uyumak bile sıkıcı geliyor artık.
Bazen boş boş otururken bir sigara yakıyorum. Öyle derinlere dalıyorum ki nefes aldığımda ne düşündüğümü bile bilmediğimi fark ediyorum. Bazen insanlardan daha çok kendi kendime konuşuyorum. Deliriyor muyum ? Sanmıyorum.
İsteklerim fazla bir şey değil aslında. Bana yetecek param olsun ve yaptığım şeylerde daima bir numaraya oynayayım. Yeter.

Sonra insanlar beni tanıdıklarını zanneder. Aslında kimse kimseyi tam tanıyamaz ki. Mesela ben; ben bile kendime akıl sır erdiremezken, onlar beni nasıl tanır? Aklım almıyor doğrusu. Herkeste bir sahtelik. Neden kimse olduğu kişi olarak davranmak yerine, kendini olmak istediği kişi olarak tanıtıyor ki?
Bilmiyorum. İnsanlığı aklım almıyor. Beni çok yoruyor çevremdeki bu kalabalık. Avazımın çıktığı kadar bağırmak istiyorum bazen. Ağzıma ne gelirse söylemek. Olduğum gibi yaşamak. Korkmadan, özgürce. Bazen insanlar kendi yaptıklarına bakmadan senin hayatını kontrol etmek istiyor. Bu hiç hoşuma gitmiyor. Bu hayatta her şey karşılıklı olmalı oysa ki. Karşında ki ne yapıyorsa senin de onu yapma hakkın var. Sen kadınsın yapazsın diye bir kavramı kabul etmiyorum. Ki bu duruma da ne yazıkki hemcinslerimiz yüzünden geldiğimizi düşünüyorum.
Bazen gereğinden fazla hayatımıza dahil ediyoruz erkeklerimizi. Onların yaptıklarını görmezden geldikçe biz ,tepemize çıkıyorlar. Bunu kabul etmek gerçekten zor ve gurur kırıcı. Her insan eşittir. Ve her insan kendi sınırlarını kendisi çizmelidir. İstisnalar kaideyi bozmaz bazı insanlar bunun bokunu çıkarıyor bir yerde.
Sonra bir de bütün insanlarda olan güven meselesi var. Herkes, herkesi aynı sanıyor. O bana şunu şunu yapmıştı, kesin bu da öyledir, deyip kendi aklımıza kendimiz tilkileri koyuyoruz. Kesin bir kanım var insanlar hakkında. Cidden hepimiz sorunluyuz.

İlham Perisi; Arada Gelse İyi Peri Aslında.

          Gelmeyen İlham Perisi yapmışlar.

          Günlerdir deli gibi yazmak istediğim halde ben ekrana bakıyorum ekran bana. Bir harfe dahi dokunamıyorum ki gerisi gelsin. Yazamıyorum diye yakınmaktan bitap düştüm. Tükenmişlik sendromu yaşıyorum cümlesini bile duyan arkadaşlarım oldu. Adeta yok olup gidiyorum bu dünyadan daha aslında hiç var olamamışken. Ağır adımlarla girdiğim, girmeye çalıştığım bu dünyadan sanki koşar adımlarla uzaklaşıyorum. Yazamadığım her saniye kaybolduğumu hissediyorum. Yavaş yavaş. Ve bu yok oluşun fark edilmeyeceğini düşünmek hatta bilmek adeta bir kum tanesi gibi yok olacağımı düşünmek. Ah bunlar gerçekten deli ediyor beni.
     
         Düşüncelerimi cümlelere dökerken fark ediyorum aslında hala yazabildiğimi sadece gelmeyen bir İlham Perisine sahip olduğumu. Neyse ki pek güzel arkadaşlarım var ki İlham Perisi  görevi üstlenen fikirleriyle bana katkı sağlayan, ben yazamıyorum diye yakınırken o güzel fikirleriyle bana destek olan. - Kazandibi'ne teşekkür etmeden geçemeyeceğim galiba.-

         Bazen saatlerce, günlerce hatta aylarca bekleyebiliyorum yazmam için gereken o küçük kıvılcımı. Kimi zaman oldukça cömert davranan İlham Perim kimi zaman da cimri yaşlı bir amcaya dönüşebiliyor ki bir kelimeyi bile çok görüyor bana. Hatta çoğunlukla böyle diyebilirim. Kimi zaman ihtiyaç kalmayabiliyor İlham Perisine gördüğüm tek bir kelime yetebiliyor paragraflarca yazabilmeme. Yine de yetinemiyorum galiba. Saatlerce yazmak, içimi dökmek, rahatlamak istiyorum çoğu zaman. Konu içimi kelimelere dökmek, kelimelerle anlatmak olunca fazla arsızlaşıp doyumsuz olabiliyorum galiba.
   
         Tek bir kelimeye muhtacım bazen ya da içimi dökmem için gereken küçük bir kıvılcıma. Bunların tek kaynağı ise o gelmeyen İlham Perim.

        Ah o İlham Perisi; gelse iyi peri aslında.

9 Ocak 2015 Cuma

Yarım Kalmış Bir Şiir

Sen hiç üzmedin mi birini
Yarım kalmadı mı yazdığın hiçbir şiir
Sonsuzluğa hayat vermeye bu kadar yakınken
Bir dalga köpüğüne takılıp düşmedin mi hiç

Sevmedin mi -gayet platonik- bir şairi
Sana yazdığını sandığın o şiirlerini
Başka birinin ağzından dinlerken
Kalbine değen her satıra yenilmedin mi hiç

Kapatamadığın oldu mu gözlerini
Senin onu, onun başkasını düşündüğün geceleri
Saç tellerin yastığa ilân-ı aşk ederken
Parmak uçlarına kadar süt kokan bir bebeği özlemedin mi hiç

...

Küçük Deli - Bölüm 4

Bölüm 1
Bölüm 2
Bölüm 3


Gece adam akıllı uyuyamadım. Sabaha kadar bir oraya bir buraya dönüp durdum. Aklıma gölün nasıl oluştuğu sorusu vardı. Soruyu cevaplamıştım, evet. Ama sorun bu değildi. Yağmur sadece bizim gölün üstüne yağmazdı, yüksek taşların ardına da yağardı. Bu oralarda da göl olabilir mi demekti? Başka göller, başka tekneler de mi vardı?
 Güneş doğduğunda kendimi cilalayıp evden çıktım. Saat oldukça erkendi, okula daha çok vardı. Gölde bir o yana bir bu yana yüzdüm. Vakit geçmek bilmiyordu. Cevabımı hemen söylemeli, diğer sorumu Deli’ye açmalıydım. Ama akşamüstü buluşmaya karar vermiştik, şimdi gitsem kızar mıydı?
 Dayanamadım ve Deli’nin evine gitmeye karar verdim. Dolanarak gitmem lazımdı, çünkü kimsenin beni görmemesi gerekiyordu. Birileri Deli’yle görüştüğümü anlarsa hiç güzel şeyler olmazdı. Zaten çok arkadaşım yoktu, olanları da kaybedemezdim.
 Deli’nin evine vardım, orada yoktu. “Acaba nerede?” diye düşündüm. Acaba başka göllere mi gitmişti? Sorsam beni de götürür müydü? Götürürse Babaannem meraklanırdı, ona ne derdim? Sorular, sorular, sorular… Sorular tahtalarımı kemiriyor gibiydi.
 Vakit ilerliyordu ve okula gitmem gerekiyordu. Ama canım hiç okula gitmek istemiyordu, bütün günümü Deli ile geçirmek istiyordum. Ama okula gitmekten başka şansım yoktu. Okula doğru ilerlemeye başladım. Yolda giderken okulun kabadayı teknelerinden ikisi bana doğru yüzmeye başladı. Hızlı bir şekilde yanıma vardılar, beni aralarına alıp bir sağa bir sola ittirdiler. “Yapmayın, cilamı mahvediyorsunuz!” dedim, ama dinlemediler. “Cila da cila olsa, tükürüğüm cilandan daha değerli!” dedi bir tanesi, sonra karşılıklı kahkaha attılar. Benimle uğraşırlarken bir anda beni bıraktılar. Şaşırmıştım, normalden daha kısa sürmüştü uğraşmaları. Sonra arkamı döndüğümde Deli’yi orada gördüm. Kendimi “Deli!” diye bağırmamak için zor tuttum. Bir an kendimi çok mutlu hissetmiştim. Sessizce yanımdan geçti ve ilerlemeye devam etti. Dönüp onu izlemek istiyordum ama teknelerin şüphelenmemesi gerekiyordu. Bu yüzden istifimi bozmayarak okula doğru ilerlemeye devam ettim.

***
 Okul her zamanki gibi sıkıcı geçmişti. Okuldan sonra hızlıca eve gittim ve eşyalarımı bıraktım. Ardından arkadaşlarımla gölde oyalandım. Oyalandım diyorum çünkü arkadaşlarımla gölde oynamak benim için oyalanmak gibiydi, akşamüzeri olmasını kolaylaştıran bir etmendi benim için. Arkadaşlarımla oynarken bir arkadaşım “Acaba Deli ne zaman gidecek? Geldiğinden beri huzurumuz kalmadı. Buraya gelip oynamak için bile zar zor izin alıyorum annemden. Gitse de rahat rahat dolansak gölde.” dedi. Ben de “Evet ya, gitse de rahat rahat dolansak.” dedim. Onun gitmesini hiç istemiyordum. Hep burada kalmasını, bana onun gibi nasıl olunur öğretmesini istiyordum.
 Hava kararmaya başlamıştı. Arkadaşlarıma “İyi akşamlar, ben eve gidiyorum, yarın görüşürüz.” diyerek vedalaştım. “Daha erken Ufuk, nereye gidiyorsun, balık tutacaktık hem?”. “Kendimi yorulmuş hissediyorum, eve gidip dinleyelim.”. Eve gitmiyordum tabi ki. Eve gider gibi yapıp bizim evin oradan dolanarak Deli’nin evine doğru gitmeye başladım. Çok heyecanlıydım. Acaba cevabım doğru muydu? Doğru değilse doğru cevap neydi?
 Deli’nin evine vardığımda Deli, her zamanki gibi bir şeyleri bir araya getirmekle meşguldü. Çarşaf ve üzerindeki “Daha uzun götürecek yakıt bul.” yazısı hala duruyordu. “Selam Deli” diye seslendim. Arkasına dönmeden “Hoş geldin.” diye cevap verdi. “Ne yapıyorsun?”, “Soruma cevap arıyorum. Sen soruna cevap aradın mı?”. “Aradım, hatta bir tane buldum.”. Bana doğru döndü. Gülümsüyordu. “Seni dinliyorum” dedi. “Bulunduğumuz yer bir kase gibi. Yağmur yağdıkça da kase doluyor. Aşırı dolduğu zaman göl hırçınlaşıyor ve fazla su akarsudan giderek yok oluyor. Böylece göl sakinleşerek eski haline dönüyor.”. “Güzel, ama bir yerde sıkıntı var.” “Nerede?”. “Akan suyun yok olduğunu nerden biliyorsun?” “Çünkü…” “Çünkü?” “Aslına bakarsan, bilmiyorum. Bize bu gölden ve akarsudan başka su birikintisinin olmadığı öğretildi. Ben de ondan dolayı yok oluyor dedim.”. “Madem su yok olacak, o zaman akarsuya ne gerek var? Akarsu olmadan yok olurdu?”. “Yani su yok olmuyor. Peki nereye gidiyor? Başka bir göle mi akıyor? Başka göller mi var yani?”. “Sadece başka göller yok, göller, denizler, okyanuslar var.”. “Denizler ve okyanuslar mı? Onlar da ne demek?”. “Gölden çok daha büyük su birikintisi hayal et. Onun adını Deniz koy. Denizden de büyük bir su birikintisi hayal et, onun adına da Okyanus yok. Ama bunları hayal etmek zordur. Çünkü bir tekne ancak aşina olduğu şeylerin hayalini kurabilir.”. “Bana biraz Deniz ile Okyanusu anlatır mısın?”. “Bence ben anlatmayayım, oraları kendin gör, kendin öğren.”, “İyi ama nasıl?” “Kendini büyüterek.”. “Senin gibi mi  büyük mü olmalıyım yani görmek için?”, “Ben büyük değilim ki Küçük Deli.”. “Büyük değil misin? Şu haline bir bak, benim 10 katımsın.”
 “Bu göle göre kıyasladığımız zaman biraz büyük olabilirim, evet. Ama o akarsuyu geçtiğim andan itibaren, karşılaştığım her zorlukta ve aştığım her engelden sonra denk geldiğim daha büyük su birikintilerini gördüğüm zaman, anladım ki aslında ben bir hiçim. Akarsu benim ilk engelim oldu, kendime bir şeyler takarak, kuvvetlendirerek o engeli aştım. Sonra daha büyük bir göle vardım. Orada akarsudan daha zor bir engelle karşılaştım, yine kendimi kuvvetlendirerek o engeli de aştım. Zamanla daha büyük engellerin, daha büyük su birikintilerinin içinde buldum kendimi.  O su birikintilerinin, o denizlerin, okyanusların içinde yüzerken ne kadar da küçük olduğumu anladım aslında. Büyüdükçe küçüldüm yani.”. Bir süre ikimiz de sessiz kaldık, bana söylediklerini algılayabilmem için vakit tanımış gibiydi. Söyledikleri gerçekten inanılmaz, akıl almaz şeylerdi. Bir o kadar da büyüleyiciydi. Ben de engelleri aşmak istiyordum, ben de akarsuyu geçmek istiyordum, ben de büyümek istiyordum, ben de büyük su birikintilerinde yüzmek istiyordum. “Öğret bana.” dedim ve ekledim, “Bana akarsuyu nasıl aşacağımı öğret.”. “Oku.” dedi. “Nasıl yani? Akarsuyu nasıl okuyayım?” dedim. Şaşırmıştım. “Akarsuyu oku, onu incele, analiz et, anla. İçindeki her bir tehlikeyi, her bir engeli tespit et. Sonra araştır, o engelleri nasıl aşabileceğini, o engellerin üstesinden nasıl gelebileceğini bul. Son aşama, cesaret et. Kendini ikna et ve kendini akarsuyun kollarına bırak.”. “Peki ya paramparça olursam, Babaannemin söylediği gibi?”. “Babaannen hem haklı, hem haksız. Her tekne o akarsuyun kollarına kendisini bırakamaz. Çünkü her tekne o akarsuyun üstesinden gelmeye hazır değildir. Olay akışına bırakmak değil, akışına bırakmaya hazır olup olmamaktır. Buradaki diğer tekneler şu an bulunduğu durumlarda kendilerini akarsuyun akışına bırakırlarsa paramparça olurlar. Ama sen kendini kuvvetlendirmiş, büyütmüş ve hazır olmuş olacaksın.”
 Söyledikleri karşısında büyülenmemek elde değildi. Kendimi hiç böyle hissetmemiştim. İnanılmaz bir duygu karmaşasındaydım; korku, merak, mutluluk, heyecan… Düşünmem gerekiyordu, düşünmem ve karar vermem. “Bana zaman ver, düşünmek için.” dedim. “Zaman senin zamanın, istediğin kadar düşünebilirsin.” dedi. Biraz daha sessizce oturduktan sonra havanın karardığını ve eve gitme vaktinin geldiğini fark ettim. Zaman ne kadar da hızlı geçmişti. “Artık gitsem iyi olacak, Babaannem merak etmesin.” Babaannem… Buralardan çekip gitsem, Babaannem’e arkadaşlarıma ne diyecektim? Hepsinin tepkisi bana ne olurdu? Benden nefret ederler miydi? Babaannem kahrolmaz mıydı? “Tamam, Küçük Deli, kendine iyi bak.” “Sen de Deli.”
 Kafam çok dolu. Ne yapmalıyım? Yeni yerler, yeni su birikintileri, Okyanusları, Denizleri mi keşfetmeliyim; yoksa buradaki balıkçı teknesi hayatıma devam mı etmeliyim? Hem gittim diyelim, Babaannem perişan olmaz mı? Onu gitmeye ikna edebilir miyim? Annem ile Babam’a olanlardan sonra ikna edebileceğimi sanmıyorum. Belki de ikna etmeme gerek yoktur? Bilmiyorum günlük, bilmiyorum.

 Gerçekten bilmiyorum.

8 Ocak 2015 Perşembe

Dörtbuçuk

bir iki an kala başlangıca
eşiğini göremediğim uçurumun kenarında
bulutlara 
dalıyorum
dalıyorum bulutlara

atlarken akrebe dolanıyor
saçlarım, dağılıyor
dibini göremediğim uçurumun kenarından
düşerken öğreniyorum
akrepten kanatlarımı
dalıyorum bulutlara
dağılıyor saçlarım.

6 Ocak 2015 Salı

Küçük Deli - Bölüm 3

 Bölüm 1
 Bölüm 2

Deli olmaya hazır mıydım, bilmiyordum. Arkadaşlarımı, ailemi, sevdiklerimi kaybetmeye hazır mıydım, bilmiyordum. Dışlanmaya, yalnız kalmaya hazır mıydım, bilmiyordum. Bir süre sessiz kaldım, düşündüm. Deli de o sırada çöplerle uğraşmaya devam etti. Sessizce onu izledim. Benim korkum yalnız kalıp mutsuz olmaktı, ama o mutsuz gözükmüyordu. Peki yalnız mıydı? Öyle gözüküyordu. Belki de yalnızlık mutluluk demekti? Belki de değildi, bilmiyordum. Kafam çok karışmıştı. “Korkuyorum.” dedim sessizce. Duyduğunu sanmıyordum. Birkaç saniye geçtikten sonra “Neyden korkuyorsun?” dedi. Ona doğru baktım, çöpleri bir araya getirmeye devam ediyordu, “Yalnız kalmaktan. Senin gibi dışlanmaktan korkuyorum.”. “Yalnız kaldığımı kim söyledi?” dedi gülümseyerek. Şaşırmıştım, bizden başka tekneler de mi vardı? “Ben bir hata yaptım.” dedi Deli, ve devam etti “Bu soruları kimse sormazken, kimse meraklanmazken, bu soruları diğer teknelere açtım. Tekneler buna hazır değildi, hazır olmadıkları gibi saygılı da değillerdi. Hoş, saygılı olmadıkları için onları suçlayamam, neye saygılı olacaklardı değil mi? Tek bir düşünce yapısının olduğu bir ortamda saygı kavramı nasıl anlaşılabilirdi? Senin aynı hataya düşmeni istemiyorum. Sorularını kimseye söylemek zorunda değilsin, çünkü onlar daha hazır değil. Böylece seni dışlamazlar da.” bana doğru döndü “Ama bu Deli olduğun gerçeğini değiştirmez.” dedi gülümseyerek. “Peki ya ben de hazır değilsem? Beni diğerlerinden farklı yapan şey ne?” dedim. Üzerine bir şeyleri monte etti ve ardından “Buraya gelmen.” dedi.
 Havanın karardığını fark ettim, eve gitmem gerekiyordu. Yoksa Babaannem meraklanırdı. “Artık eve gitsem iyi olacak.” dedim. “Pekala, görüşürüz Küçük Deli.” dedi gülümseyerek. Gitmek istemiyordum, onunla kalmak sohbet etmek istiyordum, ama mecburdum. “Yarın aynı saatte buluşalım mı yine burada?” dedim. Gülümsedi, “Tamamdır.” dedi. Çok mutlu olmuştum. “O zaman yarın görüşürüz!” dedim, sesimdeki heyecanı anlamamasına imkan yoktu. Tam arkamı dönmüştüm ki “Bu göl nasıl oluştu sence?” diye sordu. Afallamıştım. “Nasıl yani?” dedim. “Nasıl, nasıl yani? Bildiğin, bu göl nasıl oluştu? Düşün bakalım. Yarın konuşalım bunu.” dedi. “Pekala” dedim ve eve doğru yüzmeye başladım.
 Göl nasıl mı oluşmuştu? Bunu daha önce hiç kendime sormamıştım. Sorma gereği hissetmemiştim. Oluşmuştu işte yani. Kimse bunu düşünmezdi ki? Düşünmeye ne gerek vardı ki hem? Oluşmuştu işte, nasıl oluştuğunu bilmem bana ne kazandıracaktı. Acaba cidden Deli’yle konuşmamam mı gerekirdi. Cidden zaman kaybı mıydı?
 Eve vardım. Babaanneme selam verdim ve dışarıyı izlemeye başladım. Gölü izledim. Etrafımızdaki yüksekliklere baktım. Kocaman bir göldü işte, etrafı yüksek taşlarla dolu bir göl. Peki gerçekten, göl nasıl oluşmuştu? Bir anda yağmur yağmaya başladı. Bu alıştığımız bir şeydir. Buraya hep yağmur yağar. Bazen bütün gün yağdığı bile olur. Bazen o kadar çok yağar ki evlerimiz hasar alır akıntıdan dolayı.
 Babaaneme doğru döndüm. Kaseye cilayı döküyordu, yarın sabah kullanmamız için. Her gün yaptığı şeydi. Babaanneme sormak istiyordum bu soruyu ama sormaya korkuyordum. Anlayabilirdi Deli ile görüştüğümü. Anlamasını istemiyordum, çünkü korkuyordum. Sonra gözüm bir anda kaseye takılı kaldı. Kase, dışarı doğru eğimli, içi boş bir şey. Cilayı kaseye döktükçe kase doluyordu. Ağzına kadar dolu halde ben onu alır ve kullanırım. Elime aldığım zaman sarsılır ve dökülecekmiş gibi olur. Ama biraz kullandıktan sonra rahatça, cilayı sarsmadan onu tutabilirim. Sonra tekrar göle döndüm. Yağmur yağdıkça göl suyu yükselirdi, sonra göl hırçınlaşırdı ve akarsuya doğru akıntı olurdu, bir süre geçtikten sonra da durulur, eski haline gelirdi. Burası boş bir kase gibiydi ve yağmur burayı doldurmuştu. “Yağmur!” diye bağırdım bir anda. Babaannem sıçradı ve kaseyi elinden düşürdü. “Ne olmuş yağmura?!” dedi. “Bir şey yok ya, yağmur çok güzel değil mi?” dedim. Babaannem bana anlamsızca bakıyordu. Sonra söylene söylene sudan kaseyi aldı ve tekrar cilayı doldurmaya başladı. Durumu çaktırmamak için odama gitmeye karar verdim. “Ben yatıyorum Babaanne, iyi geceler” dedim ve odama gittim.
 Kendimi hafiflemiş hissediyorum. Neden bilmiyorum, ama sorunun cevabını bilmemle ilgili olabilir. Ama soruyu bilmeden öncekinden de daha hafif hissediyorum. Neden böyle hissettiğimi bilmiyorum, ama çok güzel bir duygu. İlginç, güzel ve anlam veremediğim bir duygu. Daha önce hissetmediğim bir duygu. Çok heyecanlıyım. Yarın Deli’ye cevabımı söyleceğim. Bir an önce uyuyup uyanmam gerekiyor.