29 Aralık 2013 Pazar

Yıkılan Hayaller

Zayıf bir insandı. Dışarıdan duruşu öyle değildi aslında, sert bir bakışı vardı. Gülümsemeyi severdi ama ciddi durmayı her zaman gülmeye tercih ederdi. Bundan dolayı dışardan bakan bir insan onun içindeki zayıf, kimsesiz çocuğu göremezdi. Zayıf olmasının bir çok sebebi vardı. Yediği kazıklar, kaybettiği insanlar, kendini yalnız hissetmesi... Ama o zayıf olmasının en büyük sebebini hayalperestliğine vuruyordu. Çok fazla hayal kurardı, çoğu geceler gözüne uyku girmezdi kurduğu hayallerden. Müzik dinlerken bile kafasında o müziğe uygun hayaller kurardı. Mutlu sonlu hayaller, yüzünün güldüğü hayaller... Zaten kim hayal kurarken yüzünü asacak ögeler kullanırdı ki? Diğer bir deyişle, kim gerçekçi hayal kurardı?
Mutsuz olmasının en büyük sebebi de kurduğu hayallerdi belki. Son zamanlarda yaşadıkları, yediği kazıklar, yıkılan güven duvarları onu böyle düşünmeye itiyordu. Sevdiği, güvendiği insanlarla kurduğu hayaller; sevdiği, güvendiği insanlar tarafından yıkılıyordu. İnsanlara güveni kalmamıştı, güvenemiyordu. İçinde en çok güvendiği insana artık güvenememenin verdiği bir hüzün dolanıyordu. O hüzün ki, onu içine kapatan, yüzünü astıran, karamsar yapan.
Onu dik tutan hayallerine bile güveni kalmamıştı. Hayalleri onun her şeyiydi, geleceği, yaşam tarzı, görüş açısı, düşünce tarzı, idealleri... En büyük kazığı kurduğu hayallerden yiyordu. Her geçen saniye yıldız gibi kayan onlarca hayal... Tükenen umutlar...
Düşündü, kurduğu hayalleri düşündü. Sevdiği insan ile evlenecekti. Daha tenine deymediği sevdiğinin alnına, duvağı kaldırıp bir buse konduracaktı. O buse ki; dünyanın en anlamlı busesi. Saatlerce sarılacaktı ona. Sarılıp ağlayacaktı, yıllar süren hasretin isyanı olacaktı o göz yaşları. Ardından bir gülümseme gelecekti, ödül niyetine.
Bahçeli bir evleri olacaktı. Etrafına duvar çekeceklerdi, böylece rahat rahat istediklerini yapacaklardı bahçede. Bir salıncak olacaktı bahçede, zaman zaman çocuklașacaklardı o salıncak ile. Akşam olunca, sıcak bir yaz akşamında çimlere uzanıp yıldızları izleyeceklerdi. Belki el ele izlerken yıldızları, uyuya kalacaktı sevdiği, onu kucağına alıp yatağa götürecekti. Üzerini örtüp gözlerinden öpecekti.
Sabah olduğu zaman karşısında bir çift göz, dünyanın en güzel gözleri. O yeşil gözleri her sabah uyandığında görecekti. Onun sıcacık günaydınını yanı başında hissedecekti.
Gözleri doldu. Bir damla yaş süzüldü gözlerinden sessizce, 'Neden?' der gibi. Kendine sordu, artık gerçekçi hayallerin kurma vakti gelmiş miydi?

26 Aralık 2013 Perşembe

Bir Kere Sever İnsan

İğrenç alarm sesi ile uyandı. Camdan dışarıya baktı sıcacık yatağından. Karamsar bir hava hakimdi dışarıda. Tipik Ankara havası; soğuk, boğuk, kasvetli...  Yatağından çıktı. Okula gitmesi gerekiyordu. Yanı başında sarjda olan telefonunu aldı. Bildirim ışığı mavi yanıyordu. Sevgilisinden mesaj gelmiş olmalıydı. Yüzünde bir gülümseme oldu. Telefonu eline aldı. 'Günaydın :)'. Telefondan gelen soğuk bir hava yüzüne çarptı. Uykusu dağıldı bir anda. İçini kötü bir his aldı. Aynı şekilde cevap verdi. 'Günaydın :)'. Kırışık kıyafetlerini üzerine geçirdi. Evden çıktı, okula doğru yol aldı.
Tipik, monoton bir öğrenci hayatı vardı. Okul - dershane - ev üçgeninde hayatını sürdürüyordu. Hayatındaki renkleri arkadaşları ve çok sevdiği sevgilisiydi. Sevgilisi ile ilişkilerinin ikinci yılındaydılar. Bu iki yıl içerisinde acısıyla tatlısıyla bir çok olay yaşadılar. Arada 'doğal' olarak nitelendirdiği küsmeler, konuşmamalar olmuştu. Bunlara ilişkinin 'tuzu' derdi. İlișkinin 'tatlı' kısmını ise 2 yıl içinde kurulan çeşit çeşit hayaller, türlü türlü iltifatlar, verilen sözler, birbirinden güzel buluşmalar oluşturuyordu. Güzel bir ilişkisinin olduğunu düşünüyordu. Hem kendisinin hem sevgilisinin çevresindeki insanlar onlara imrenerek bakıyordu. Ciddi düşünüyorlardı, evleneceklerdi.
Okul bittikten sonra tekrar eve geçti. Telefonu aldı. Her gün yaptığı gibi sevgilisine 'Nasılsın, napıyosun, günün nasıl geçti' diye mesaj attı. 'İyiyim, etütteyim. Sen?'. Bir üşüme sardı vücudunu. Telefondan gelen soğuk rüzgar iliklerine kadar ișlemiști. 'Ben de iyiyim, evdeyim. Oturuyorum.' diye cevapladı. Ardından 'Tamam o zaman sen ders dinle, sonra görüşürüz.' dedi. 'Sonra görüşürüz.'. İçinde kötü bir his vardı. Yorulmuștur, ondan böyledir diye düşündü. Onu çok özlemişti. Ama dersteyken konușamazlardı. Dersler önemliydi. Kendisi tembelin teki olsa da sevdiğinin derslerine önem verirdi. Onun derslerini etkilemeyi asla istemezdi.
Güneş battı, ay göründü. Telefon elinde, şehir önündeydi. Camdan dışarıyı izliyordu. Ankara manzarası akșamları güzel diye düşündü. Şehir ışıkları manzarayı görkemli kılıyordu. Telefon titredi. O titreşim bütün vücudunu sardı. Mesajı açtı. 'Sana bir şey söylemem gerek. '
Zaman durdu. Başı ağırlaştı. Aklında binlerce senaryo kurdu. Ve senaryoların hepsi bir yolda birleşti. O yol ise yolun sonuydu. Elini ekrana götürdü.' Söyle ' yazabildi sadece.' Eskiden ciddi düşünüyordum, ama artık düşünemiyorum. Kendime güvenemiyorum. Bunu bilmen gerekiyor. '. Mesajı okuduğu an bir zaman makinesi onu geçmişe götürdü. Hep buluştukları parktaydı. Konuşuyorlardı.' Tamam, sınavdan sonra ailelere söylüyoruz. Söz mü? '. 'Söz.'. İkisi de çok mutlu gözüküyordu. Sonra başka bir zamanda buldu kendini. Yan yana oturuyorlardı. 'Ya beni bırakırsan, ya benden soğursan, ya beni sevmezsen artık?.' diyordu sevgilisi. 'Seveceğim, hep seveceğim. Seni hiç bırakmayacağım.' dedi. 'Söz mü?', 'Söz. '. Sonra kendi zamanına geri döndü. Verilen sözler, kurulan hayaller, hepsi parmağının ucundaydı.' Bu iş çocuk oyuncağı değil, ya ciddi düşünürüz ya da hiç düşünmeyiz. Ortası yok. '. Cevap geçikmedi,' Ben de öyle düşünüyorum. '.
Gözlerini kapattı. Karşısında '2 yıl' ı bir mesajla bitiren birini gördü. O insan ile sevdiği insanın dış görünüşleri aynıydı. Ama farklı kişilerdi. Karşısında o narin, masum sevgilisi yoktu. Katı, vurdumduymaz, acımasız bir insan görüyordu. Ve beyninde yankılanan tek bir kelime vardı. 'Yalanmıș'.
Gözlerini açtı. Bitmesin yazmak istiyordu. Gitme, kal, ben sensiz ne yaparım demek istiyordu. Ama artık bunları demeye yüzü yoktu. Kürek çekmeye mecali kalmamıştı, çırpınacak enerjisi yoktu. Kendini şelaleye sürüklenen bir akıntının kollarına bıraktı ve cevapladı, 'Eyvallah.'.
Telefonu bir kenara bıraktı. Uyumak istiyordu. Uyuduğu zaman bütün dertlerini, sıkıntılarını unutuyordu. Bu yüzden uykuyu severdi. Kafasını yastığa koydu. Param parça düşüncelerle uykuyu bekledi. Beklerken şu duayı etti, 'Allahım, öyle bir rüya göreyim ki, bir ömür gibi gelsin.'. Sonunda vücudu pes etti. Kendini uykunun kollarına bıraktı.
Uyandı. Her şeyi unutmuştu. Telefonu eline aldı. Sonra bildirim ışığının yanmadığını gördü. O an önceki akşamı hatırladı. Her şey bi kâbus olmalıydı. Böyle bitemezdi, bitmemeliydi.
Onsuz bir güne merhaba dedi. Onsuz bir Ankara'ya. Onsuz bir güneşe. Onsuz nefes almaya. Bir daha nasıl birine güvenecekti? O hayalleri başkaları ile nasıl kuracaktı.
Bir daha nasıl sevecekti?

23 Aralık 2013 Pazartesi

Teknoloji Köleliği

Sabah kalktık, hazırlandık, sokağa attık kendimizi. İșe/okula vb. gitmek için metroya/otobüse bindik. Boş bir yer bulduk oturduk. Canımız sıkıldı telefonumuzu çıkardık...
Çevremize baktık. Herkesin elinde iPhone'lar Galaxy'ler Lumia'lar HTC'ler... Üstünde düzgün kıyafeti, sırtında düzgün montu olmayanın elinde iPhone...  Elindeki Galaxy'nin işlevlerini, özelliklerini adam akıllı bilmeyen bir amca hırsla 'Angry Birds' oynuyor. O an kafasındaki tek şey domuzları yok etmek. Sorsan çoğunun kontörü yok.-8 de kullanıyor telefonu. Maksat hava atıcak bi iPhone'um olsun.
Daha orta okulu bitirmemiș çocukların ellerinde kafaları kadar telefonlar... Babasına yalvar yakar, ağlaya ağlaya aldırdıkları telefonlar, 12 taksitle aldırdıkları telefonlar.
Evlere bakıyoruz. Gelirini elektriğe, suya, doğal gaza ve buzdolabını az çok doldurmaya anca yetiren bi ailenin evinde interneti eksik olmuyor. Oturma odasına gidiyoruz. Büyük ekran televizyonumuz da eksik değil tabi ki.
  İnsanların elindeki teknolojik imkanlar ile birbirine hava attığı bu devirde bu tür tablolar görmeye alıșmıșızdır. Durmaksızın çıkan telefon, bilgisayar, televizyon vb. modelleri arasında boğulan dar gelirli aileler... Toplumdaki maymun iştah sonucunda bu ürünleri almaya itilen insanlar. Elindeki dandik fenerli telefondan dolayı arkadaş çevresi içinde kendini ezik hisseden gençler...
Teknolojinin esiri olmuş bir toplum...
Ardı ardına çıkan ürünler sonucu insanlar ne alacağını şaşırıyor. Örneğin bir telefon çıkıyor. O an piyasanın en iyi telefonu diye çıkan bu telefonu X şahsı alıyor. Aynı şirket bu telefondan daha iyi olduğunu söyleyerek ve tekrar piyasanın en iyi telefonu olduğunu iddaa ederek 1 yıl sonra bir telefon daha sürüyor piyasaya. Öncekinden farkı bir iki ghz daha hızlı işlemci, üç beş megapixel daha iyi bir kamera, parmak izi okuyucusu, göz takibi vb gibi hayat kurtaran(!) özellikler. X şahsı da 'Aaa bu en iyisiymiș, o zaman bunu alayım, daha elimdeki telin arka planındaki uygulamaları bile kapatmasını bilmiyorum. Ama bu telefon daha iyi, almazsam insanlar beni ezer. Ihihi' diye telefonu alıyor. Ve seneye bir telefon daha çıkarıyor aynı şirket. Daha iyi olduğunu iddaa ediyor. X şahsı yine alıyor...
Bunun sonu yok. Ve insanlar buna gözü kör şekilde aldanıyor. Gereksiz yere bir sürü para israf ediliyor, havaya saçılıyor. Mutlu olanlar ise müşterileri aptal yerine koyan şirketler oluyor. Bu ticari bir taktik. Sanıyor musunuz ki o şirket o üç beş megapikseli, parmak izi okuyucusunu vb. bir yıl önceki çıkardığı cihaza ekleyemezdi? Çok daha iyisini yapardı. Ama bi anda elindekinin en iyisini tek cihazda toplarsa, sonraki sene ne satacak? Milleti nasıl mal yerine koyacak?
Smart TV saçmalığı mesela? Bir televizyonun internete bağlanmasını sağlamayı yıllar önce yapamazlar mıydı sizce? Çok rahat yaparlardı. Ama baktılar insanlar artık bilgisayarları kullanıyor film izlemek dizi izlemek için. Hemen bu işi sürdüler piyasaya. Millet de 'Aaa televizyondan internete giricem. Bütün gün telefondan ve bilgisayardan girdiğim yetmiyor. Akşam televizyondan da gireyim. Feysbuka falan da girerim. Milletin saçma durumlarını kocaman ekranımla okurum. Ihihuhihi.' diye saldırıyor bu 'Smart TV' lere.
Düşünsenize belki ıșınlanmayı buldular ama duyurmuyorlar. Neden? O kadar araba firması, uçak firmaları, havayolu şirketleri, ulaşım şirketleri çok büyük darbe yer de ondan dolayı. Bulunmuş olsa bile kullandırmazlar.
Bunların hepsi insanların maymun iştahlarını kendilerine karşı kullanılması. Zararlı çıkan yine bizleriz. Teknolojinin kölesi olmayalım. Teknolojik aletler mi bizi kullanıyor, biz mi onları kullanıyoruz dikkat edelim.

17 Aralık 2013 Salı

Monoton Hayatlar

Sıkıcı ve monoton bir okul gününe daha uyandı Burak. Uyandığı zaman bütün sıkıntıları, dertleri, kafasındaki sorular yine boğmaya başladı onu. Hazırlanıp okula gitmesi gerekiyordu. Bazen kahvaltı yapıyordu, bazen yapmıyordu. Karnı tok olduğu zaman uykusu gelebiliyordu çünkü, zaten derslerin sıkıcılığından zar zor uyumadan durabiliyordu. Bazen yüzünü de yıkamıyordu. Üzerindeki o uyku halinin gitmesini istemiyordu çünkü.
Dolabını açtı Burak. Okul kıyafetlerini giydi. Genelde ütüsüzdür. Ütüsüz olup olmadığı pek umrunda değildi zaten.
Dışarıya çıktı. Kapșonunu kafasına geçirdi. Kapșon gidince kendisini daha güvende hissediyordu. Soğuk Ankara havası burnunu uyuşturdu Burak'ın.
Metroya vardı. Kalabalıktı. Kalabalık ortamları hem severdi, hem sevmezdi. Sevmezdi; çünkü yalnızlığı severdi. Gürültüden uzak, insanlardan uzak olmak daha cazip geliyordu ona. Severdi; çünkü insanları incelemeyi severdi.
Uykulu gözler, kırışık yüzler, makyajlı suratlar, sahte gülüşler gördü yine Burak. Hayatın zorluklarına boyun eğmiş insanları gördü. Onlara acıdı. Bende mi böyle olacağım diye bi düşünceye kapıldı. Gelecekteki kendisinden korktu.
Sadece bir tane boş yer vardı metroda. Ayakta bir sürü kişi olmasına rağmen kimse oturmuyordu gururundan. Burak bu duruma 'Son Yer Sendromu' diyordu. Oldukça komik geliyordu ona bu durum.
Okula vardı Burak. Okulların genelinde serbest kıyafet uygulaması olmasına rağmen onlarda yoktu. Aynı kıyafette bir sürü insan. Hapishaneye benzetti bi an. Sınıfa çıktı. Aynı insanlar, aynı yüzler, aynı dersler... Hergün yaptığı gibi sistemin saçmalığına sövdü.
Ders edebiyattı. Başkalarının adlarını, eserlerini, özelliklerini körü körüne ezberlemek ona saçma geliyordu. Ona kazandırdığı neydi? Bilmenin anlamı neydi? İlerde sohbet ortamında millete artistlik yapmaktan başka ne işe yaracaktı? Sövdükçe sövdü...
Denemeye girdi Burak. Sene sonunda olacağı sınavın fragmanı. Ya da geleceğinin fragmanı. 160 dakika süren ve hayatının geri kalanını etkileyecek olan sınavın fragmanı.
Okul bitti. Dershaneye gitti Burak okuldan sonra. Sistemin zorunlu kıldığı ama kaldırmak istedikleri dershaneye. Küçük küçük sınıflarda dolușan 15-20 kişi. 'Test mantığı' na göre anlatılan dersler. Bize bir şey kazandırır mı, gelecekte işime yarayacak mı, günlük hayatta kullanacak mıyız, pek umrunda değildi kimsenin. Sınavdan sonra boşa giden zaman da kimsenin umrumda değildi. Dershane yollarında harcanan vakit...
Dershane bitti, eve gitti Burak. Üzerinde yorgunluk vardı, bıkkınlık vardı. Normalde ders çalışması gerekiyordu. Ama kendini ders calismaya vermiyordu, odaklanamıyordu. İçindeki bir şeyler onu ders çalışmaktan alıkoyuyordu. İçindeki sorular, düşünceler...
Ondan beklenti içinde olan insanlar olmasaydı sınav falan hiç uğraşmazdım diye düşündü. Bunları düşünürken uyuya kaldı.
Ertesi gün oldu. Sıkıcı ve monoton bir güne daha uyandı...

12 Aralık 2013 Perşembe

Kafesteki Hayatlar

Bu aralar kafamı çok fazla şey kurcalıyor. Kafamda bitmek bilmeyen sorular var. Sizlere bu soruları yöneltmek istiyorum bu yazıda.
Etrafıma bakıyorum, insanlar tarafından ortak kabul edilmiş bazı gerçekler var. Ya da bazı kabuller de diyebiliriz. Bunları sorgulamaya başladım. Ve bu sorulara cevap aramaya başladığımda bu hayatın ne kadar sahte olduğunu gördüm. Yüzümdeki asıklık arttı. Hayat daha siyah beyaz oldu sanki.
Bazı insanların, etrafındaki kişilere bazı şeylerin kendi düşündüğü gibi olduğuna ikna etmesi sonucu, hepimizin o gerçekleri sorgusuz sualsiz kabul ettiğini gördüm. Bu beni huzursuz etti. Kukla gibi hissettim kendimi. Başkalarının yazdığı oyunu oynuyoruz sanki. Özgürlük denen şeyin yalan olduğunu anladım. Hiç birimiz özgür değiliz aslında. Hiç birimizin içimizdeki sese kulak verme cesareti yok. Hepimiz toplumun baskıları sonucu hayatımızı şekillendiriyoruz. Bazılarımız kendini özgür sansa da bu böyle.
Düşünün şimdi:
Ferrari bi araç çıkarsa. İçindeki donanım, teknoloji, kasası, her şeyiyle tamamen Şahin olsa bu araç. Ama markası Ferrari olucak. Diğer yandan Şahin de tamamen bir Ferrari araç ile ayni özelliklere sahip bir araç çıkarsa, ama markası Şahin olacak. Siz yine Ferrari marka aracı almaz mıydınız? Çünkü Ferrari bi marka. Ferrari bok çıkarsa, Ferrari diye yine alırız. Çünkü o Ferrari, adı var bi kere.
Ya da şöyle düşünelim: Pazardaki Nike marka ayakkabı olsun. Nixe'nin çakması bu ayakkabı. Siz gider yine Nike mı alırsınız? Hayır. Nixe ayakkabının iki günde önü açılacak, ama marka olduğu için Nixe alırdık.
Meslek olarak düşünelim mesela.
doktorluk hâkimlik mühendislik elit mesleklerdir insanların gözünde. Peki ya günümüzde tuvalet temizlikçisi, çöpçülük elit meslekler olarak kabul edilseydi, yine doktorluk, hakimlik yapar mıydınız?
Parayı ele alalım. Elin lidyalısı çıkmış. Demiş ki 'bakın bunun adı para. Artık alışverişler bununla yapılacak. Bu 5 Lidya parası. Bunun karşılığı 5 çuval tahıl alabiliyorum ben.' Kendi kafasına göre bi demir parçasına değer vermiş. Aslında insanların dönüp yüzüne bakmayacağı demir parçası, bi anda değerlenivermiș. Belki vaktinde çıksam desem ki, 'Ben bu boku para ilan ediyorum. Artık herkes çıkardığı kadar zengin. Alışverişler bununla yapılacak. '. Geniş bir çevrem olsa ve ikna kabiliyetim çok olsaydı şu an para yerine bokunuzu kullanıyor olabilirdiniz.
Aslında hiç sevmediğiniz bir arkadaşınız başla insanlar tarafından ilgi görünce daha çok ilginizi çekiyor. Ya da size itici gelen bi kız bir çok erkeğin ilgisini çekince size daha çekici gelmeye başlıyor o kız. Bir şeyi yaparken ilk düşündüğümüz şey 'Bunu yaparsam bana ne olur? Ne kazanırım, ne kaybederim? ' değil, 'Başkaları ne der?' oluyor.
Sizin hiç ilginizi çekmeyen bir sanatçı, şarkıcı, toplumda çok ilgi çekiyorsa, siz de ilgi duymaya başlıyorsunuz.
Ya da çevrenizdeki kişiler göbekli olmanın kaslı olmaktan daha iyi olduğunu, daha güzel durduğunu söylese, siz yine kas çalışır mıydınız?
Aslında hayata kapalı kafesler içinde geliyoruz. Belki de o kafesleri gören bebekler ondan ağlıyor. Kim bilir. Zamanla mecburen ya da farkında olmadan alışıyor insan bunlara. Çünkü toplumun dayatmalarına o kadar maruz kalıyoruz ki, içimizdeki sorgulama mekanizması ölüyor. Sesini çıkarmaz oluyor. Bunları farkına varınca her şey için çok geç olabiliyor. Ya da etrafındaki insanlara anlatınca 'Ya boş boş şeyler düşünme, dersine çalış, senin görevin bunları düşünmek değil, dersini çalışmak.' gibi bir tepki alıyor. Bunları görünce daha çok üzülüyorum.
Kukla gibi hissediyorum kendimi.
Kukla gibi...

9 Aralık 2013 Pazartesi

İçimdeki Fırtına

Çekip gidesim var buralardan. Boş vermişliği sırtlayıp uzak diyarlara gitmek...
Sıkıldım. Çok sıkıldım. Hayatın monotonluğundan sıkıldım. Tek düze bir hayat. Hep aynı şeyler. Okula git, okuldan gel, yurda git, dershaneye git. Robotlașan insanoğlu. Yok olan duygular, katılașan kalpler.
Korkuyorum. İnsanlara bakıp gelecekteki Ben'den korkuyorum. Metroda başını bir yere yaslamadan uyuyan amcaya bakıp korkuyorum. 30 yaşında olup da yüzünde kırışık olmayan yer kalmamış teyzeye bakıp korkuyorum. Hayatımın tek düzeleșmesinden, robotlașmasından...
Kullanılmışlık hissi. Başkalarının kurallarına göre oynamak hayatı. Başkalarına göre yaşamak, onların istediği evlerde kalmak, onların istediği mekanlara gitmek... Kukla gibiyim sanki. Kendini ne kadar özgür hissedersen hisset, aslında hiç özgür olmamak. Seni tutan birileri, seni tutan bir şeyler. İçindeki fırtınaya ad koyamamak. Bir nevi isyan mı hayata, yoksa sisteme baş kaldırma isteği mi, ergenlik belki de?
Ergenlik. Yetişkin olma aşamasına giriş yapan gençlerin deli duygular içinde olduğu dönem. Çoğu koyun gibi yaşar, karı kız, âlemler... Bazıları ise düşünceler içinde boğulur. Içinde anlam veremediği duygular, açıklamaya çalışır. Ama ergence bir isyandır bu diğerleri için. Hiç düşündünüz mü, belki de gelecekteki kendilerinin bi fragmanını gören bu gençler içindeki korkuyu, endişeyi dile getiriyor aslında, son defa, susturulmadan hemen önce. İlerde sabah sekizde kalkıp, akşam beşte eve dönen kendilerini görüp korkuyorlar belki de. İlerde bize dayatılan monoton hayatta düşünmeye vakit bulamayacak olan kişiler belki de son direnişlerini yapıyor bu dönemde?
Kafamda yüzlerce kişi var sanki. Sıkıldım. Bunaldım.
Ergenliktir. Ergenlik...

5 Aralık 2013 Perşembe

Dershaneler Hakkında

Gündemin en önemli olaylarından biri haline gelen 'Dershanelerin Kapatılması olayı hakkında bi iki laf söyleyesim geldi. Hem bu sistemin içinde olan bi öğrenci olarak bu konu hakkında birkaç şey söylemekten kendimi alamadım.
Günümüz eğitim sistemindeki devlete bağlı okulların durumunu az çok  biliyoruz. Dershanelerin kapatılması sonucu en çok zarar görecek olan lise örencileri üzerinden konuşalım. SBS/OKS  (artık her ne halt olduysa şimdi) sonucu liselere yerleșiyoruz. Herkes iyi bir Anadolu lisesi tutturmanın derdinde. Iyi olan Anadolu Liseleri'nin de puanı yüksek. O okullar daha çok tercih ediliyor, bunun sonucu olarak yúksek puan oluyor. Bu okullarïn daha çok tercih edilmesinin sebebi de okul imkânlarının iyi olması, eğitimin iyi olması vb. durumlar. Bunları çoğumuz biliyoruz. Şimdi asıl noktaya gelelim. Bu sistem çocuklara küçük yaşta sınavı dayayıp, bu çocukları sokakta oynamak yerine eve kapanmaya zorluyor. Daha gelecek kaygısı içinde (doğal olarak) olmayan çocukların çoğu da bu 'eve kapanıp çalışma' olayını gerçekleștiremediğinden dolayı sınavdan düşük not alıyor. Bunun sonucunda da meslek liselerine, düz liselere gitmek zorunda kalıyorlar. (Kesinlikle kötülemiyorum, ama bu sisteme göre Anadolu ve Fen liselerinden daha kötüler.)
Düz lise ve meslek liselerindeki eğitim, öğretmen kalitesi, okul imkanı pek iyi değil. (Istisnalar mevcut). Şimdi, ilköğretimde bu çalışma düzenini yakalayan öğrenci iyi bir liseye yerleşiyor, sonra aynı çalışma düzenini lisede devam ettirirse de iyi bir üniversiteye yerleşiyor. (Istisnalar olabilir) Asıl olay bu düz z liselere, meslek liselerine yerleşen kişileri hayata kazandırmak, vatana millete kazandırmak değil ? Peki soruyorum size, şimdiki sistemle bu ne kadar mümkün? Piyasada bu kadar çok  niteliksiz oğretmen varken ne kadar mümkün?
Ülkenin ekonomik düzeyi ortada. Parası olan insan çocuğunu özel okula yolluyor. Peki parası olmayan insan? Bir çok gariban aile mevcut. Benim anadolu insanım çocuğu okusun bir yere gelsin diye yediğinden içtiğinden kısıp oğlunu/kızını son sene dershaneye yolluyor. Gücü ona yetiyor anca.
  Tamam. Bu sistemi değiştirmek için bir girişim. Eyvallah. Ama en son yapılması gereken neden ilk başta yapılıyor? Bu olay, 'Köprünün karşısına geçmem gerekiyor, ama önce köprüyü yıkayım' demekle aynı mantık değil midir?
Kamuoyunu birbirine düşürecek sert bir üslup ile bunu sunmak da çabası. Gezi Parkı olaylarında da böyle bir üslup kullanarak ortalığın iyice karışmasına sebep oldu. Neyse.
Tek yapması gereken azıcık mantıklı davranmak. Bu kadar insan buna karșı iken, dershanelere muhtaç olan bu sistemden dershaneleri kaldırmak isteyen Başbakanımızı mantığa davet ediyorum.