28 Temmuz 2014 Pazartesi

Çiçekci Kız

 "Bayramın mübarek olsun kazandibi, rüyamda seni gördüm. Kötüydün, bir halini hatrını sorayım dedim. Nasılsın?" Normalim çiçekci kız. "Ne gördün ki rüyanda?" "Bir çiçekçi kızı sevmişsin o da seni terk mi etmiş, bir şey olmuş. Sen de çok üzgündün, ağlıyordun, bana anlatıyordun" Bak bana, seninle olan derdimi yine sana anlatıyorum.
 Bana en güzel Bayram hediyem oldun.  Inanamazsın ama öyle işte. Bugün bayramın ilk günü. Ama bana Bayram değil bugün.  Bayramlar geride kaldı sanki artık. Çiçekçi kız artık yok buralarda. Suyum da tükendi, elimdeki çiçekler soldu. "Seviyor-sevmiyor" yaptım, o papatyalara yaptığın gibi, ama son yaprağa gelemedim hiç, boğazım düğümlendi.
 Herkese Çiçekçi Kızı soruyorum. Kimse bilmiyor yerini, son umut geldim kapına, sen biliyor musun onun yerini? Sen biliyor musun Çiçekçi kız nerede?

22 Temmuz 2014 Salı

Psikolog Seansları: Seans "Sevgi Hücreleri"

+Hoş geldin kazandibi. Bugün nasılsın?
-Bugün de "normal"im doktor. Bugün de kafamda soru işaretleri, kafatasımı içten çatlatırcasına gıdıklayan duygular içerisindeyim. Sen buna depresyonun eşiği de, ben buna özlemin son noktası diyeyim. Bir başkası da uzaklardan bakıp ergen desin bana. Hepsine amenna. İstediğinizi diyin bana, ne önemi var ki?
 Az önce O'nu aradım. Ah, sana hiç O'ndan bahsetmedim değil mi... Ben aylar öncesinde vücut kanseriydim biliyor musun Doktor. Vücudumun her bir zerresinde bir şey vardı. Sevgi hücreleri diyebiliriz bunlara aslında. Bu sevgi hücreleri başlarda oldukça kontrollüydü, belirli bir hızda büyüme gösteriyorlardı vücudumda. Sonra bir kanser hücresi gibi, o kadar hızlıca bölünmeye başladılar ki, her yere sıçradılar, vücudumun her bir noktasına. Saçlarımın ucundan ayak tırnaklarıma kadar, her yere.
 Bu sevgi hücreleri de diğer hücreler gibi besine ihtiyaç duyuyorlar tabi ki. Ama diğer hücreler gibi besinlerini benim vücudumdan almıyorlardı. O'nun vücudundan alıyorlardı. Besinleri çeşitliydi, bazen bir sesine, bazen bir sözüne, bazen gözüne, inanır mısın bazen tribine ihtiyaç duyuyorlardı. O'nu görünce bütün vücudum titrerdi, çünkü bu hücreler her yerdeydi Doktor, her yerde...
 Sonra besin kaynağım kesildi. Gitti mi desem, ne desem bilmiyorum. Ama kaynak kesildi. O hücreler beslenemez oldu, sızlamaya başladılar önce, sonra sızlamalar hafif zonklamalara döndü. Gittikçe ağırlaştı, sancılara döndü. Doktorlara gösterdim, çaresi yok dediler. Bütün vücudum senkronize olarak "O, O, O..." diye atıyordu. Son çırpınışları gibiydi hücrelerin.
 Hücreler zamanla O'nun gözlerini unutmaya başladı. Bu hücrelere acı veriyordu. O gözler hücre hafızasından kazınırcasına çıkarılıyordu. Sonra O'nun sesi gitmeye başladı, gitmeden önce O'nun o sesi bütün vücudumda yankılanıyordu sanki. Bu ölecek olan hastanın son dakikalarında iyileşmiş gibi hissetmesine benziyordu. Sonra O'nun sözlerini de unutmaya başladı hücreler...
 Arkada ise terk edilmiş bir enkaz kaldı. İçinde anı harabeleri, gülücükler, hayaller kaldı. Bütün vücudumda kocaman kocaman boşluklar var şimdi doktor. Acı çekiyorum, kabuklanmayan yaralarım var Doktor, her gün kanıyorlar, her gün kan kaybından ölüyorum, lanet olsun ki tekrar diriliyorum, tekrar kan kaybediyorum, tekrar ölüyorum...
 Bugün O'nu aradım. "Kafanda soru işaretleri varsa söyle bana" diye. Ne kadar da saçma gelmiş olacak ki kulağına, "Komiksin" dedi bana. Keşke gerçekten komik bir şey söyleseydim de O da gülseydi telefonun diğer ucundan bana.
 Bizim çok yaşanmışlığımız var Doktor. Kafanda bir 2 buçuk yıl  düşün ve o yılların içine yaşanabilecek her türlü mutluluğu koy. Saçma salak cinsel şeylerden bahsetmiyorum, duygusal olarak düşün. Birbirimizi en çok mutlu eden kişilerdik belki de, aynı zamanda birbirimizi en çok üzenler de bizdik. Ben sadece o mutlu olduğumuz anları hatırlasın istedim, ileride dönüp baktığında kafasında bir soru işareti kalmasın istedim Doktor. O güzel anıları düşünüp mutlu olsun istedim, hakkımda kafasını kurcalayan kötü şeyleri sorsun, doğrusunu öğrensin, biraz da olsa huzura kavuşsun istedim. Yanlış bir şey mi istedim Doktor? Kötü bir şey mi yaptım söylesene? Dur, konuşma.
 Kendimi hala çırpınıyor hissediyorum Doktor. Batıyorum diplere, ciğerlerime çamurlu su doluyor, hissediyorum. Ama hala çırpınıyorum. Belki de kendimi suyun kollarına bıraksam, belki de boğulup gideceğimi kabullensem her şey daha kolay olacak. Bak Doktor, O orada, kıyıda. Ben şu an gücümü toparlayamıyorum kelimeler için, O'na "Hoşçakal, hayatında başarılar" dediğimi ilet, tıpkı O'nun bana dediği gibi.

21 Temmuz 2014 Pazartesi

Uzaktaki Aristo



       Bugün öğlen ananemgilden Kızılay’a gitmek üzere otobüse bindim. Dawkins okudum yol boyunca. Allah razı olsun valla, ne güzel şeyler açtı bana anlatamam. (Ama harbi anlatamam yani şu an, bire birde gelin.) Her neyse işte,  okurken ineceem yeri geçmişiz de farkına varmamışım. La niye yalan söylüyom, yanlış otobüse binmişim işte! İndim hemen durumu fark edince tabii. Allah’tan şoför tarif etti nasıl gideceemi Kızılay’a da, yavaştan yürümeye başladım. Tabi ama yine kitap tutkum, ya da “philosophia” mı desem, beni 15 dakikalığına engelledi. Bi kitabevi gördüm. Girdim. Harika bi yerdi. Çok fazla akademik kitap vardı. İçimdekileri saklayamayıp, silindir şeklindeki, içinde Aristo’dan çevirilerin de bulunduğu felsefe kitaplığına sarıldım kucak dolusu. Sarhoş bi şekilde kitapları karıştırdım. Bi birini alıyor önsözünü okuyup yerine koyuyor, bi birini alıp arkasını okuyor, bi birinin sayfalarını kokluyordum. Muhteşemdi doğrusu. Nasıl da gelmiştim buraya hiç elimde olmadan. Cennet fazla uzakta olamazdı.
       Dakikalar sonra kendime gelebildim ancak. Buranın hangi semt olduğunu bilmiyordum. Daha sonraları da buraya gelmek istiyordum. Öğrenmeliydim neredeyim ben. Kasada bi bayan vardı. Kafasını öne eğmiş yüzü görünmüyordu. “ Afedersiniz, ya şans eseri buldum ben burayı da, tam neredeyiz bilmiyorum. Acaba Kızılay’dan falan nasıl gelebilirim bi daha buraya? ” Kafasını yavaşça kaldırdı. Göz göze geldik. Kocaman kahverengi gözleri vardı. Yoo gözleri büyük değildi, göz bebekleriydi büyük olan. Hem tam kahve de değil, belki biraz sulandırılmış bi kahveydi. Bol şekerli . Kırmızı ruj vardı dudaklarında da. Onları bakmadan gördüm. Gözlerinde kaldı zira gözlerim. O sözünü bitirdiğinde, iltifat etmek istedim ona. Yapamadım. Utandım. Daha önce hiç iltifat etmediğimden midir bi kıza bilmiyorum. (içimden gelerek) Teşekkür ederek raf aralarında 1 dakikalığına daha gezindim. Kendimi farklı hissediyordum. Aristo yoktu kafamda; farkında değildim.
      Popüler romanların arasında gezindiğimi, gözlerim bana geri geldiğinde ancak anlayabildim. Hemen uzaklaştım o raflardan. (Umarım kimse görmemiştir ordayken beni) Bir yandan hala nacizane bi şekilde bayana iltifat etmeyi düşündüm. Ama yeterince toparlayamadım kendimi. Arkama dönmeye, ikinci kez o gözlere bakmaya cesaret edemeden çıktım kitabevinden. Cenneti arkamda bırakıp kalabalığa karıştım…




15 Temmuz 2014 Salı

4 Ağustos 2014

 Bundan birkaç ay önce, YGS'den biraz önce okulda bir "Yurtdışında eğitim" dalgası başladı. Başlarda çoğu kişi ciddiye almadı ama içten içe coğu insanda bir merak vardı tabii. Benim de öyleydi, başta merak ettım, cazip geldi. Her zaman yaptığım gibi kafamda hayaller kurdum yine falan. Ama inanır mısın, sen istemezsin diye, ben de sensiz zorlanırım diye bir nevi kafamdan direk def ettim bu düşünceyi. Kimselere açmadım, gömdüm, ta ki sana bahsedene kadar.
 Sana bahsettim ve inanır mısın hiç ama hiç beklemediğim bir tepki aldım. "Beni bırakıp nereye gidiyorsun, ben ne olacağım burada, özlemeyecek misin..." tarzı bir tepki bekliyordum. Haksız tepkiler değildi bunlar tabii ki. Kesinlikle ben de öyle düşünüyordum, ama dayanırdık da diyordum. Nelerin üstesinden geldik, bunun da üstesinden geliriz dedim. Öylesine açtım konuyu ve bana "Tabi ki git Burak, böyle bir şey kaçırılır mı senin için çok iyi tecrübe olur" tarzı bir tepki aldım. Tam hatırlayamıyorum kelimesi kelimesine, kafam darmaduman. Şaşırdım tabi. Baya fazla şaşırdım hatta, istemsizce bir kahkaha attım. Vay be dedim, ne kadar da olgun karşıladı. İçime bir şevk geldi, evet gitmeliyim dedim, imkanım varsa gitmeliyim, bu hem benim, hem "Bizim" geleceğimiz için iyi olur dedim. Annemi aradım, annem dershane hocasını aradı. Konuşuldu, insanların numarası alındı. Başlarda mümkün gözükmüyordu aslında, hem maddi sebepler olsun hem manevi sebepler olsun. Ben elimden geleni yapayım da gitmesek de canım sağolsun modundaydım. Olan her olumlu-olumsuz gelişmeyi seninle paylaştım. Paylaşmaya çalıştım. İşler beklediğimden daha hızlı ve olumlu ilerlemeye başladı, okulda annemle görüşüldü, ondan sonra yurt dışından temsilcilerle görüşüldü. Ben bu sırada YGS ve LYS'yi baya boşladım tabi. Eşeklik benimkisi. Arada olumsuzluklar, iniş çıkışlar, annemle kavgalar falan oldu. Moralim taban da yaptı tavan da. Sonra "Ben buraya nasıl geldim ki lan" diyerekten kendimi vize görüşmesinde buldum. Bundan önceki banka mektubu, dil okulu kabul belgesi gibi meşakketli işlerin hepsi kolay bir şekilde halledildi. Şaşırmıştım.  Vize görüşmesi 2 dakika falan sürdü ve "Vizeniz onaylandı, 3 ila 5 iş günü içerisinde vizenizle birlikte pasaportunuzu alacaksınız." dedi görüştüğüm görevli. "Teşekkürler" dedim, çıktım.
 İnanır mısın, sevinemedim çok fazla. Vizeyi aldım yaşasın tarzı bir kelime çıkmadı ağzımdan. Ya da böyle uzun süreli bir gülümseme sarmadı yüzümü. Öyle suratsız bir şekilde konsolosluğu terkettim. İçimden "Onunla paylaşamıcağım ki." dedim. Farkında değilsin belki ama her şey aslında senin bu olayı onaylamanla başladı.
Ve ben bunu sağlayan kişiye teşekkür bile edemedim, ya da bunu ona haber veremedim. Bilmiyorum...
 Vizeyi aldım ama annem hiç bir zaman "Neyse gidiyorum ben ya içim rahat" dedirtmedi bana. Çünkü kendi çapında şartları vardı. Eğer burada iyi bir yer kazanamazsam, annem ODTÜ İşletme diyordu bu iyi yere, gidemeyecektim. Başlarda ciddiye almıyordum aslında ama her olumlu gelişmede bana bunu söylemesi ciddi olduğunu gösteriyordu sanki. YGS'den çıktım aynı şeyi dedi, LYSden çıktım bu sefer sonuç açıklanana kadar dedi, sonuş açıklandı tercihler açıklanana kadar dedi. Arada bir sürü pot kırdı tabi, uçak biletini aldığına dair falan. 
 Ve bugün kesinleşti. Biletini aldığını kesin olarak biliyorum. Gidiyorum ben. Mutlu muyum, değilim. İyi hissediyor muyum, hayır. Kaçıyorum ben aslında. Kendimden kaçıyorum, bu şehirden kaçıyorum, bu anılardan kaçıyorum sanki.
 Hep hayal ettim, ben Amerikalarda uçan bir uçurtma olacaktım, sen de benim ipimi Türkiye'den tutan bir melek. Hayaller bizi en çok üzen zaten değil mi. Hayaller...

13 Temmuz 2014 Pazar

Yine Baş Başayız

 Değer verdiğim bir insan bana "Mutsuz olduğun zamanlar yazı yazardın hep. Uzun zamandır yazmıyorsun. Bu iyi bir şey, mutlu olduğunu gösterir." demişti. Bir düşünüyorum da haklı sanki. Genelde üzgün olduğum zamanlar yazarım. Moralim çöktüğü zaman, özellikle de moralimin nasıl ve neden bozuk olduğunu kimseye anlatamadığım zamanlarda yazarım. Buralar benim geceleri ağladığım yastığım, mikroplarımı boşalttığım kusma tasım, günah çıkarttırdığım rahibim, ağlama duvarım...
 Dertli ve moralim bozuk olduğum zaman saçmalarım buralarda. Çünkü genelde anlatamam kendimi bu zamanlarda. Aklıma gelen kelimeleri ardı ardına sıralarım, artık anlatım bozukluğu mu olmuş, yazım hatası mı olmuş, noktalama hatası mı olmuş... Hepsi Allah'a emanet. Çünkü burası beni anlamaz. Ben anlatırım ama beni anlamaz. Beni kimse anlayamaz. İçimdekileri, zihnimdekileri... Beni ben bile anlamıyorum ki. Bu neyin kafası bilmiyorum. 
 Bu tür zamanlarımda yazı yazıyorsam eğer geri dönüp bir kere daha okumam. Öylece boşalır zihnimden kelimeler. Biraz da olsa rahatlarım. Yayınladıktan sonra da okumam. Totem yapar gibi, sanki buraya yazıp bir daha okumayınca moralim düzelicek gibi, sanki her şey daha iyi olacak gibi. Bir babanın bacakları kesilmiş çocuğuna "Büyüyünce sen de yürüyeceksin" demesi gibi, kanserin son aşamasındaki bir hastaya doktorların "İyi olacaksın" demesi gibi.
 Dertliyim yine, beni anlayacak kimseler de yok.  Bir sen varsın beni dinleyen Blog, kaldık yine baş başa...

8 Temmuz 2014 Salı

Bi'Haber

 Şu aralar bulunduğum ruh halinden dolayı yazı yazmak pek istemiyorum aslında. Yazılarım zaten Serdar Ortaç'ın şarkıları kıvamında. İyice Ajdar'a düşmeyelim yeterince dandik. Ama isyanlardayım işte, hiç olmadığım kadar isyanlarda. Önüme geçen objeye isyan edebilecek duruma geldim. Şu an da isyanım teknolojiye. Beni bu hale teknoloji getirdi.
 Büyüklerin "Eskiden böylemiydi yeaaa sabahtan akşama kadar sokakta çelik çomak, yerden yüksek, saklambaç, körebe oynardık yeaaaa", "Eskiden telefon mu vardı mektupla haberleşirdik, artık gidene kadar kim öle kim kala yeaaa" gibi laflarını söylemek istemiyorum. Ama ucundan dokunduracağım sanki. Ama başlamadan önce söylemem gereken bir şey var: Bu yazı sütten. Her türlü ergenliğimin ve saçma laflarımın kefili değilim. Suçlu olan kendi yakın kalbi uzak yarim.
 Şimdi bir hanım ablamızla tanışıyoruz, ya da daha önce tanıdığımız bir hanım ablamızla iletişime geçiyoruz. Sonra konuşmalar gülüşmeler yazışmalar, 5-6 aylara kadar giden ima dolu ":)" olan mesajlar falan falan derken abayı yakıyoruz. Sonra ablamız bizi Facebook'tan Twitter'dan artık ne varsa her yerden ekliyor. Telefonda mesajlaşmak da yetmiyor Whatsapp'a akın ediyoruz falan. Sonra bu Teknolojinin güzel nimetleri bizim elimiz ayağımız oluyor. 
 Biz ablamızın Tweetlerine her dakika bakıyoruz. Telefonda o üste çekip yenileme olayını saniyede 12391231 kez yapıyoruz. Facebooktan durum güncellemelerine bakıyoruz, Whatsappdeki durum mesajına bakıyoruz. Hatta ve hatta ablamız bazen triplere giriyor ama bunu bizim yüzümüze söylemeyip Twitter'larda söylüyor. Biz de oradan okuyup bunu öğreniyoruz. "Lan acaba bu Tweet bana mı değil mi" diye yüz saatimizi harcıyoruz.  Bize olduğunu anlayınca da "Lan ben yine ne yapmışım ya" diye yine bir yüz saat harcıyoruz. Sonra "Ulan ablacım sen sıkıntını direk bana niye söylemiyorsun elin sosyal medyalarında öteceğine, direk söyle aramızda hallederiz hemen ne bu zaman kaybı." diye isyanlara girişiyoruz. Arada küslükler oluyor, arada konuşmamazlıklar oluyor, onu hep bu siteler sayesinde takip ediyoruz. En azından yaşıyor, hayatta diyip mutlu oluyoruz. 
 Peki biz ona o kadar bağlandıktan sonra ablamız bizi hepsinden silerse ne oluyor. Ayvayı yiyoruz.
 Düşünsene hayatta olduğuna dair hiç bir kanıtın yok. Kafayı yedirtmez mi insana bu. Bak yemişim şu yazının tipine bak.

6 Temmuz 2014 Pazar

Aşk'ı Arayanlara

 İlk görüşte Aşk'ı anlatayım size biraz. Sıradan bir gündür. Kulağınızda hüzünlü fon müzikleriyle siyah beyaz gördüğünüzü sandığınız hayatınızda sıradan bir gün. Bir yere gidiyorsunuzdur; okula, belki dershaneye, belki bir akşam yemeğine.  Uzaktan birini görürsünüz. Hayatınız bir anda renklenir. Ve o da nesi, sarışın mavi gözlü uzun boylu bir kız. Ya da uzun boylu esmer ve yakışıklı ayrıca kaslı bir erkek. Aşık olursunuz. İlk görüşte aşk.
 Hayır.
 Bir çoğunuz yıllarca bu yazdığım şeyi "Aşk" sandınız. Ona yapabileceğiniz  en büyük hakareti yaptınız. Ve bununla kalmadınız, başına bir de bir şeyler koydunuz:" İlk görüşte Aşk." Sonra hayaller kurdunuz hızlıca, her mesajınızda canımlar cicimler havada uçuştu. 1 haftadır konuşuyordunuz ama o sizin her şeyinizdi. Onu çok ama çok seviyordunuz. O sizin ilk Aşkınız değildi ama son olacaktı. 
 Sonra ne oldu. Sizi aldattı, size yalan söyledi ya da artık sizi sevmediğini söyledi. Size arkadaş olalım dedi. Ve siz artık "Aşk" sandığınız şeye küstünüz. "Aşk" yalandı. "Sevgi" yalandı. "Aşk" diye bir şey yoktu. Ve siz yalnız değildiniz, sizinle aynı anda Dünya'da yüzlerce insan da aynı şeyi yaptı. Aynı hataya düştü. "Aşk"a küstü. Ve bunu orada burada "Aşk" yalan, inanmayın böyle şeylere diye anlattı. İnsanları korkuttu. "Aşk"ın adını beş paralık etti.
 Peki "Aşk" nedir? Bence "Aşk" değerli bir madendir.
 Siz "Aşk" ı ararsınız. Sanki cüzdanınızı kaybetmiş gibi, sanki anahtarınızı kaybetmiş gibi; sanki size aitmiş ama sonradan sizi terk etmiş gibi ararsınız. Daldan dala konarsınız, birini sevdiğinizi sanırsınız sonra bir başkasına gidersiniz ve hayır onu da aslında sevmemişsinizdir. Hayır, "Aşk'ı arayarak bulamazsınız. "Aşk" en umulmadık anınızda sizi buluverir. Belki en mutsuz anınızda, belki en mutlu anınızda, belki umudunuz tükenmişken, belki umutla beklerken.
 Ve birini görürsünüz. Belki uzaktan, belki bir resmini, belki daha önce tanıdığınız birinin bir bayram mesajı, belki öylesine bir hatır sormak isteyen birinin "Merhaba"sı, belki size onu anlatan bir arkadaşınızdan. Cismi, tipi, boyu, vücudundaki yağ/kas oranı önemli değildir. Birini görürsünüz ve o kişi hoşunuza gider: Hoşlanırsınız bir nevi. Tanımak istersiniz onu: kimimiz arkadaşlarına sorar, kimisi onu çeşitli yerlerden araştırır, kimimiz ise muhabbet etmeye çalışır. Ama onu bir şekilde tanımaya çalışır.
 Onunla şakalaşırsın, espriler yaparsın, gülüşürsünüz: Gülüşünü seversin.
 Onunla dertleşirsin, sana derdini açar, sen ona derdini açarsın: Onun dertlerini seversin.
 Birbirinizin dertlerini çözmeye çalışırsınız, elinizden hiçbir şey gelmiyorsa ortak olursunuz birbirinizin derdine: Onun senin derdine çözüm aramaya çalışmasını seversin.
 Onu özlersiniz. Her anınızda özlersiniz: Uzaktayken gülüşünü, yazışırken sesini... Yanındayken bile özlersiniz onu. Onu özlemeyi seversiniz.
 Hüzünlenirsiniz, beraber gözleriniz kızarır, beraber ağlarsınız: Onun göz yaşlarını seversin.
 Beraber hayaller kurarsınız, beraber planlar yaparsınız: Hayal gücünü seversiniz.
 Bazen kavga edersiniz, aranız bozulur ve sonra çözüm bulursunuz: Olumsuzluklar karşısında yılmayışınızı seversiniz.
 Günler, haftalar, aylar, yıllar geçer. Her geçen gün daha da seversiniz. Bir maden misali, en değerli madeni  bulmak için derinlere inersiniz. Gittikçe derinlere. Ve yanınızda tek bir alet vardır: Güven, bir kazma misali. 
 "Aşk" ı arar durursunuz. Ama bulamazsınız, ama hep daha da yaklaşırsınız. Ve bağımlılık yapar, kazdıkça kazarsınız, derinlere indikçe inersiniz. Umudunuzu asla kesmeden "Aşk"ı arar durursunuz.

1 Temmuz 2014 Salı

Şu'suz Yaz

Öyle, öyle, öyle özlüyorum ki şu an:
Bir kağıt, bir kalem, bir parça ilham...
Bir parça ilham hariç her şey tamam.

Yazmayı bırakıp yaşarım diyordum bu yaz;
Anladım ki yaşıyorsam yazmadan olmaz
Ve zaten acemi bir şair yazmadan yaşayamaz.

Özlemişim ben, aslında çok özlemişim.
Ah o günler! Ah o özgürlüğü özleyişim...
Şiir yazmaya vakit bulamayışım, hislerimi erteleyişim...

Bu yaz, bana ilham veren bir çift gözden de uzağım.
Sebepsiz gözyaşlarımın perde arkasında bir gülüşe muhtacım.
Özlem gerek kafiyelerime, bir acıyla ıslanmalı kağıdım!

Gözyaşlarımı günahlarımda kaybetmişim ben sanırım.
Sana sunduğum birkaç damlayı yitirmişim, affet Allah'ım!
Şimdi tüm aşklarım gibi kafiyelerim de giderse ben naparım?

Korkarım nefes alamamaktan, gel de tut kalemimden.
Şu, bir senedir sana yazdığım mektupları al elimden.
Gel, bitsin Şu'suz Yaz, bahar gelsin hemen!
Özledim haliyle, Bahar Kelebeği'yim ya ben.

Şu

 Sınav geçti, sonuçlar açıklandı, sırada ne var? 4 yıl boyunca hayal ettiğimiz "Lise son yazı" bu muydu? Sınavdan çıkınca bi parti havası bekliyordum. Gök yüzunden disko topu inecek ve çılgınlar gibi dans edecektik, o sırada bahçenin ortasında kitaplar yakılacaktı. Ateş başında selfie çekip Twitter'a atacaktık. Arkadaslarımız RT'leyecekti ve tatmin olacaktı. Olmadı be abi.
Girdik çıktık bitti. Çok mu amaç yükledik sınava, sınav sonrasına? Çok mu ümitliydik her şeyin güzel olacağına? Çok mu çok hayalperestiz yoksa?
 Evet "yine" moralim bozuk. Yine "normalim". Düşünceliyim. Neden mi ? Çünkü önümde amaç yükleyeceğim bir bok yok. "Şundan sonra mutlu olacağız oğlum, akacaz alem yapacaz deli olacak yeaaaa" diyebileceğim bi "şu" yok lan önümde. "Şu"larım tükendi, "şu" bulun bana.
 Haya yapıyorum sanki, kendimi kandırıyorum. Zavallı bir mahluk gibi "şu" bekliyorum.
 Gelmesin, istemiyorum. Kendimi kandırmak istemiyorum artık. Kendi kendime bir "şu" uydurup sonra ona bağlanmak istemiyorum artık. Bırakın amaçsız yaşayım. Günü birlik, "şu"suz.