29 Aralık 2013 Pazar

Yıkılan Hayaller

Zayıf bir insandı. Dışarıdan duruşu öyle değildi aslında, sert bir bakışı vardı. Gülümsemeyi severdi ama ciddi durmayı her zaman gülmeye tercih ederdi. Bundan dolayı dışardan bakan bir insan onun içindeki zayıf, kimsesiz çocuğu göremezdi. Zayıf olmasının bir çok sebebi vardı. Yediği kazıklar, kaybettiği insanlar, kendini yalnız hissetmesi... Ama o zayıf olmasının en büyük sebebini hayalperestliğine vuruyordu. Çok fazla hayal kurardı, çoğu geceler gözüne uyku girmezdi kurduğu hayallerden. Müzik dinlerken bile kafasında o müziğe uygun hayaller kurardı. Mutlu sonlu hayaller, yüzünün güldüğü hayaller... Zaten kim hayal kurarken yüzünü asacak ögeler kullanırdı ki? Diğer bir deyişle, kim gerçekçi hayal kurardı?
Mutsuz olmasının en büyük sebebi de kurduğu hayallerdi belki. Son zamanlarda yaşadıkları, yediği kazıklar, yıkılan güven duvarları onu böyle düşünmeye itiyordu. Sevdiği, güvendiği insanlarla kurduğu hayaller; sevdiği, güvendiği insanlar tarafından yıkılıyordu. İnsanlara güveni kalmamıştı, güvenemiyordu. İçinde en çok güvendiği insana artık güvenememenin verdiği bir hüzün dolanıyordu. O hüzün ki, onu içine kapatan, yüzünü astıran, karamsar yapan.
Onu dik tutan hayallerine bile güveni kalmamıştı. Hayalleri onun her şeyiydi, geleceği, yaşam tarzı, görüş açısı, düşünce tarzı, idealleri... En büyük kazığı kurduğu hayallerden yiyordu. Her geçen saniye yıldız gibi kayan onlarca hayal... Tükenen umutlar...
Düşündü, kurduğu hayalleri düşündü. Sevdiği insan ile evlenecekti. Daha tenine deymediği sevdiğinin alnına, duvağı kaldırıp bir buse konduracaktı. O buse ki; dünyanın en anlamlı busesi. Saatlerce sarılacaktı ona. Sarılıp ağlayacaktı, yıllar süren hasretin isyanı olacaktı o göz yaşları. Ardından bir gülümseme gelecekti, ödül niyetine.
Bahçeli bir evleri olacaktı. Etrafına duvar çekeceklerdi, böylece rahat rahat istediklerini yapacaklardı bahçede. Bir salıncak olacaktı bahçede, zaman zaman çocuklașacaklardı o salıncak ile. Akşam olunca, sıcak bir yaz akşamında çimlere uzanıp yıldızları izleyeceklerdi. Belki el ele izlerken yıldızları, uyuya kalacaktı sevdiği, onu kucağına alıp yatağa götürecekti. Üzerini örtüp gözlerinden öpecekti.
Sabah olduğu zaman karşısında bir çift göz, dünyanın en güzel gözleri. O yeşil gözleri her sabah uyandığında görecekti. Onun sıcacık günaydınını yanı başında hissedecekti.
Gözleri doldu. Bir damla yaş süzüldü gözlerinden sessizce, 'Neden?' der gibi. Kendine sordu, artık gerçekçi hayallerin kurma vakti gelmiş miydi?

26 Aralık 2013 Perşembe

Bir Kere Sever İnsan

İğrenç alarm sesi ile uyandı. Camdan dışarıya baktı sıcacık yatağından. Karamsar bir hava hakimdi dışarıda. Tipik Ankara havası; soğuk, boğuk, kasvetli...  Yatağından çıktı. Okula gitmesi gerekiyordu. Yanı başında sarjda olan telefonunu aldı. Bildirim ışığı mavi yanıyordu. Sevgilisinden mesaj gelmiş olmalıydı. Yüzünde bir gülümseme oldu. Telefonu eline aldı. 'Günaydın :)'. Telefondan gelen soğuk bir hava yüzüne çarptı. Uykusu dağıldı bir anda. İçini kötü bir his aldı. Aynı şekilde cevap verdi. 'Günaydın :)'. Kırışık kıyafetlerini üzerine geçirdi. Evden çıktı, okula doğru yol aldı.
Tipik, monoton bir öğrenci hayatı vardı. Okul - dershane - ev üçgeninde hayatını sürdürüyordu. Hayatındaki renkleri arkadaşları ve çok sevdiği sevgilisiydi. Sevgilisi ile ilişkilerinin ikinci yılındaydılar. Bu iki yıl içerisinde acısıyla tatlısıyla bir çok olay yaşadılar. Arada 'doğal' olarak nitelendirdiği küsmeler, konuşmamalar olmuştu. Bunlara ilişkinin 'tuzu' derdi. İlișkinin 'tatlı' kısmını ise 2 yıl içinde kurulan çeşit çeşit hayaller, türlü türlü iltifatlar, verilen sözler, birbirinden güzel buluşmalar oluşturuyordu. Güzel bir ilişkisinin olduğunu düşünüyordu. Hem kendisinin hem sevgilisinin çevresindeki insanlar onlara imrenerek bakıyordu. Ciddi düşünüyorlardı, evleneceklerdi.
Okul bittikten sonra tekrar eve geçti. Telefonu aldı. Her gün yaptığı gibi sevgilisine 'Nasılsın, napıyosun, günün nasıl geçti' diye mesaj attı. 'İyiyim, etütteyim. Sen?'. Bir üşüme sardı vücudunu. Telefondan gelen soğuk rüzgar iliklerine kadar ișlemiști. 'Ben de iyiyim, evdeyim. Oturuyorum.' diye cevapladı. Ardından 'Tamam o zaman sen ders dinle, sonra görüşürüz.' dedi. 'Sonra görüşürüz.'. İçinde kötü bir his vardı. Yorulmuștur, ondan böyledir diye düşündü. Onu çok özlemişti. Ama dersteyken konușamazlardı. Dersler önemliydi. Kendisi tembelin teki olsa da sevdiğinin derslerine önem verirdi. Onun derslerini etkilemeyi asla istemezdi.
Güneş battı, ay göründü. Telefon elinde, şehir önündeydi. Camdan dışarıyı izliyordu. Ankara manzarası akșamları güzel diye düşündü. Şehir ışıkları manzarayı görkemli kılıyordu. Telefon titredi. O titreşim bütün vücudunu sardı. Mesajı açtı. 'Sana bir şey söylemem gerek. '
Zaman durdu. Başı ağırlaştı. Aklında binlerce senaryo kurdu. Ve senaryoların hepsi bir yolda birleşti. O yol ise yolun sonuydu. Elini ekrana götürdü.' Söyle ' yazabildi sadece.' Eskiden ciddi düşünüyordum, ama artık düşünemiyorum. Kendime güvenemiyorum. Bunu bilmen gerekiyor. '. Mesajı okuduğu an bir zaman makinesi onu geçmişe götürdü. Hep buluştukları parktaydı. Konuşuyorlardı.' Tamam, sınavdan sonra ailelere söylüyoruz. Söz mü? '. 'Söz.'. İkisi de çok mutlu gözüküyordu. Sonra başka bir zamanda buldu kendini. Yan yana oturuyorlardı. 'Ya beni bırakırsan, ya benden soğursan, ya beni sevmezsen artık?.' diyordu sevgilisi. 'Seveceğim, hep seveceğim. Seni hiç bırakmayacağım.' dedi. 'Söz mü?', 'Söz. '. Sonra kendi zamanına geri döndü. Verilen sözler, kurulan hayaller, hepsi parmağının ucundaydı.' Bu iş çocuk oyuncağı değil, ya ciddi düşünürüz ya da hiç düşünmeyiz. Ortası yok. '. Cevap geçikmedi,' Ben de öyle düşünüyorum. '.
Gözlerini kapattı. Karşısında '2 yıl' ı bir mesajla bitiren birini gördü. O insan ile sevdiği insanın dış görünüşleri aynıydı. Ama farklı kişilerdi. Karşısında o narin, masum sevgilisi yoktu. Katı, vurdumduymaz, acımasız bir insan görüyordu. Ve beyninde yankılanan tek bir kelime vardı. 'Yalanmıș'.
Gözlerini açtı. Bitmesin yazmak istiyordu. Gitme, kal, ben sensiz ne yaparım demek istiyordu. Ama artık bunları demeye yüzü yoktu. Kürek çekmeye mecali kalmamıştı, çırpınacak enerjisi yoktu. Kendini şelaleye sürüklenen bir akıntının kollarına bıraktı ve cevapladı, 'Eyvallah.'.
Telefonu bir kenara bıraktı. Uyumak istiyordu. Uyuduğu zaman bütün dertlerini, sıkıntılarını unutuyordu. Bu yüzden uykuyu severdi. Kafasını yastığa koydu. Param parça düşüncelerle uykuyu bekledi. Beklerken şu duayı etti, 'Allahım, öyle bir rüya göreyim ki, bir ömür gibi gelsin.'. Sonunda vücudu pes etti. Kendini uykunun kollarına bıraktı.
Uyandı. Her şeyi unutmuştu. Telefonu eline aldı. Sonra bildirim ışığının yanmadığını gördü. O an önceki akşamı hatırladı. Her şey bi kâbus olmalıydı. Böyle bitemezdi, bitmemeliydi.
Onsuz bir güne merhaba dedi. Onsuz bir Ankara'ya. Onsuz bir güneşe. Onsuz nefes almaya. Bir daha nasıl birine güvenecekti? O hayalleri başkaları ile nasıl kuracaktı.
Bir daha nasıl sevecekti?

23 Aralık 2013 Pazartesi

Teknoloji Köleliği

Sabah kalktık, hazırlandık, sokağa attık kendimizi. İșe/okula vb. gitmek için metroya/otobüse bindik. Boş bir yer bulduk oturduk. Canımız sıkıldı telefonumuzu çıkardık...
Çevremize baktık. Herkesin elinde iPhone'lar Galaxy'ler Lumia'lar HTC'ler... Üstünde düzgün kıyafeti, sırtında düzgün montu olmayanın elinde iPhone...  Elindeki Galaxy'nin işlevlerini, özelliklerini adam akıllı bilmeyen bir amca hırsla 'Angry Birds' oynuyor. O an kafasındaki tek şey domuzları yok etmek. Sorsan çoğunun kontörü yok.-8 de kullanıyor telefonu. Maksat hava atıcak bi iPhone'um olsun.
Daha orta okulu bitirmemiș çocukların ellerinde kafaları kadar telefonlar... Babasına yalvar yakar, ağlaya ağlaya aldırdıkları telefonlar, 12 taksitle aldırdıkları telefonlar.
Evlere bakıyoruz. Gelirini elektriğe, suya, doğal gaza ve buzdolabını az çok doldurmaya anca yetiren bi ailenin evinde interneti eksik olmuyor. Oturma odasına gidiyoruz. Büyük ekran televizyonumuz da eksik değil tabi ki.
  İnsanların elindeki teknolojik imkanlar ile birbirine hava attığı bu devirde bu tür tablolar görmeye alıșmıșızdır. Durmaksızın çıkan telefon, bilgisayar, televizyon vb. modelleri arasında boğulan dar gelirli aileler... Toplumdaki maymun iştah sonucunda bu ürünleri almaya itilen insanlar. Elindeki dandik fenerli telefondan dolayı arkadaş çevresi içinde kendini ezik hisseden gençler...
Teknolojinin esiri olmuş bir toplum...
Ardı ardına çıkan ürünler sonucu insanlar ne alacağını şaşırıyor. Örneğin bir telefon çıkıyor. O an piyasanın en iyi telefonu diye çıkan bu telefonu X şahsı alıyor. Aynı şirket bu telefondan daha iyi olduğunu söyleyerek ve tekrar piyasanın en iyi telefonu olduğunu iddaa ederek 1 yıl sonra bir telefon daha sürüyor piyasaya. Öncekinden farkı bir iki ghz daha hızlı işlemci, üç beş megapixel daha iyi bir kamera, parmak izi okuyucusu, göz takibi vb gibi hayat kurtaran(!) özellikler. X şahsı da 'Aaa bu en iyisiymiș, o zaman bunu alayım, daha elimdeki telin arka planındaki uygulamaları bile kapatmasını bilmiyorum. Ama bu telefon daha iyi, almazsam insanlar beni ezer. Ihihi' diye telefonu alıyor. Ve seneye bir telefon daha çıkarıyor aynı şirket. Daha iyi olduğunu iddaa ediyor. X şahsı yine alıyor...
Bunun sonu yok. Ve insanlar buna gözü kör şekilde aldanıyor. Gereksiz yere bir sürü para israf ediliyor, havaya saçılıyor. Mutlu olanlar ise müşterileri aptal yerine koyan şirketler oluyor. Bu ticari bir taktik. Sanıyor musunuz ki o şirket o üç beş megapikseli, parmak izi okuyucusunu vb. bir yıl önceki çıkardığı cihaza ekleyemezdi? Çok daha iyisini yapardı. Ama bi anda elindekinin en iyisini tek cihazda toplarsa, sonraki sene ne satacak? Milleti nasıl mal yerine koyacak?
Smart TV saçmalığı mesela? Bir televizyonun internete bağlanmasını sağlamayı yıllar önce yapamazlar mıydı sizce? Çok rahat yaparlardı. Ama baktılar insanlar artık bilgisayarları kullanıyor film izlemek dizi izlemek için. Hemen bu işi sürdüler piyasaya. Millet de 'Aaa televizyondan internete giricem. Bütün gün telefondan ve bilgisayardan girdiğim yetmiyor. Akşam televizyondan da gireyim. Feysbuka falan da girerim. Milletin saçma durumlarını kocaman ekranımla okurum. Ihihuhihi.' diye saldırıyor bu 'Smart TV' lere.
Düşünsenize belki ıșınlanmayı buldular ama duyurmuyorlar. Neden? O kadar araba firması, uçak firmaları, havayolu şirketleri, ulaşım şirketleri çok büyük darbe yer de ondan dolayı. Bulunmuş olsa bile kullandırmazlar.
Bunların hepsi insanların maymun iştahlarını kendilerine karşı kullanılması. Zararlı çıkan yine bizleriz. Teknolojinin kölesi olmayalım. Teknolojik aletler mi bizi kullanıyor, biz mi onları kullanıyoruz dikkat edelim.

17 Aralık 2013 Salı

Monoton Hayatlar

Sıkıcı ve monoton bir okul gününe daha uyandı Burak. Uyandığı zaman bütün sıkıntıları, dertleri, kafasındaki sorular yine boğmaya başladı onu. Hazırlanıp okula gitmesi gerekiyordu. Bazen kahvaltı yapıyordu, bazen yapmıyordu. Karnı tok olduğu zaman uykusu gelebiliyordu çünkü, zaten derslerin sıkıcılığından zar zor uyumadan durabiliyordu. Bazen yüzünü de yıkamıyordu. Üzerindeki o uyku halinin gitmesini istemiyordu çünkü.
Dolabını açtı Burak. Okul kıyafetlerini giydi. Genelde ütüsüzdür. Ütüsüz olup olmadığı pek umrunda değildi zaten.
Dışarıya çıktı. Kapșonunu kafasına geçirdi. Kapșon gidince kendisini daha güvende hissediyordu. Soğuk Ankara havası burnunu uyuşturdu Burak'ın.
Metroya vardı. Kalabalıktı. Kalabalık ortamları hem severdi, hem sevmezdi. Sevmezdi; çünkü yalnızlığı severdi. Gürültüden uzak, insanlardan uzak olmak daha cazip geliyordu ona. Severdi; çünkü insanları incelemeyi severdi.
Uykulu gözler, kırışık yüzler, makyajlı suratlar, sahte gülüşler gördü yine Burak. Hayatın zorluklarına boyun eğmiş insanları gördü. Onlara acıdı. Bende mi böyle olacağım diye bi düşünceye kapıldı. Gelecekteki kendisinden korktu.
Sadece bir tane boş yer vardı metroda. Ayakta bir sürü kişi olmasına rağmen kimse oturmuyordu gururundan. Burak bu duruma 'Son Yer Sendromu' diyordu. Oldukça komik geliyordu ona bu durum.
Okula vardı Burak. Okulların genelinde serbest kıyafet uygulaması olmasına rağmen onlarda yoktu. Aynı kıyafette bir sürü insan. Hapishaneye benzetti bi an. Sınıfa çıktı. Aynı insanlar, aynı yüzler, aynı dersler... Hergün yaptığı gibi sistemin saçmalığına sövdü.
Ders edebiyattı. Başkalarının adlarını, eserlerini, özelliklerini körü körüne ezberlemek ona saçma geliyordu. Ona kazandırdığı neydi? Bilmenin anlamı neydi? İlerde sohbet ortamında millete artistlik yapmaktan başka ne işe yaracaktı? Sövdükçe sövdü...
Denemeye girdi Burak. Sene sonunda olacağı sınavın fragmanı. Ya da geleceğinin fragmanı. 160 dakika süren ve hayatının geri kalanını etkileyecek olan sınavın fragmanı.
Okul bitti. Dershaneye gitti Burak okuldan sonra. Sistemin zorunlu kıldığı ama kaldırmak istedikleri dershaneye. Küçük küçük sınıflarda dolușan 15-20 kişi. 'Test mantığı' na göre anlatılan dersler. Bize bir şey kazandırır mı, gelecekte işime yarayacak mı, günlük hayatta kullanacak mıyız, pek umrunda değildi kimsenin. Sınavdan sonra boşa giden zaman da kimsenin umrumda değildi. Dershane yollarında harcanan vakit...
Dershane bitti, eve gitti Burak. Üzerinde yorgunluk vardı, bıkkınlık vardı. Normalde ders çalışması gerekiyordu. Ama kendini ders calismaya vermiyordu, odaklanamıyordu. İçindeki bir şeyler onu ders çalışmaktan alıkoyuyordu. İçindeki sorular, düşünceler...
Ondan beklenti içinde olan insanlar olmasaydı sınav falan hiç uğraşmazdım diye düşündü. Bunları düşünürken uyuya kaldı.
Ertesi gün oldu. Sıkıcı ve monoton bir güne daha uyandı...

12 Aralık 2013 Perşembe

Kafesteki Hayatlar

Bu aralar kafamı çok fazla şey kurcalıyor. Kafamda bitmek bilmeyen sorular var. Sizlere bu soruları yöneltmek istiyorum bu yazıda.
Etrafıma bakıyorum, insanlar tarafından ortak kabul edilmiş bazı gerçekler var. Ya da bazı kabuller de diyebiliriz. Bunları sorgulamaya başladım. Ve bu sorulara cevap aramaya başladığımda bu hayatın ne kadar sahte olduğunu gördüm. Yüzümdeki asıklık arttı. Hayat daha siyah beyaz oldu sanki.
Bazı insanların, etrafındaki kişilere bazı şeylerin kendi düşündüğü gibi olduğuna ikna etmesi sonucu, hepimizin o gerçekleri sorgusuz sualsiz kabul ettiğini gördüm. Bu beni huzursuz etti. Kukla gibi hissettim kendimi. Başkalarının yazdığı oyunu oynuyoruz sanki. Özgürlük denen şeyin yalan olduğunu anladım. Hiç birimiz özgür değiliz aslında. Hiç birimizin içimizdeki sese kulak verme cesareti yok. Hepimiz toplumun baskıları sonucu hayatımızı şekillendiriyoruz. Bazılarımız kendini özgür sansa da bu böyle.
Düşünün şimdi:
Ferrari bi araç çıkarsa. İçindeki donanım, teknoloji, kasası, her şeyiyle tamamen Şahin olsa bu araç. Ama markası Ferrari olucak. Diğer yandan Şahin de tamamen bir Ferrari araç ile ayni özelliklere sahip bir araç çıkarsa, ama markası Şahin olacak. Siz yine Ferrari marka aracı almaz mıydınız? Çünkü Ferrari bi marka. Ferrari bok çıkarsa, Ferrari diye yine alırız. Çünkü o Ferrari, adı var bi kere.
Ya da şöyle düşünelim: Pazardaki Nike marka ayakkabı olsun. Nixe'nin çakması bu ayakkabı. Siz gider yine Nike mı alırsınız? Hayır. Nixe ayakkabının iki günde önü açılacak, ama marka olduğu için Nixe alırdık.
Meslek olarak düşünelim mesela.
doktorluk hâkimlik mühendislik elit mesleklerdir insanların gözünde. Peki ya günümüzde tuvalet temizlikçisi, çöpçülük elit meslekler olarak kabul edilseydi, yine doktorluk, hakimlik yapar mıydınız?
Parayı ele alalım. Elin lidyalısı çıkmış. Demiş ki 'bakın bunun adı para. Artık alışverişler bununla yapılacak. Bu 5 Lidya parası. Bunun karşılığı 5 çuval tahıl alabiliyorum ben.' Kendi kafasına göre bi demir parçasına değer vermiş. Aslında insanların dönüp yüzüne bakmayacağı demir parçası, bi anda değerlenivermiș. Belki vaktinde çıksam desem ki, 'Ben bu boku para ilan ediyorum. Artık herkes çıkardığı kadar zengin. Alışverişler bununla yapılacak. '. Geniş bir çevrem olsa ve ikna kabiliyetim çok olsaydı şu an para yerine bokunuzu kullanıyor olabilirdiniz.
Aslında hiç sevmediğiniz bir arkadaşınız başla insanlar tarafından ilgi görünce daha çok ilginizi çekiyor. Ya da size itici gelen bi kız bir çok erkeğin ilgisini çekince size daha çekici gelmeye başlıyor o kız. Bir şeyi yaparken ilk düşündüğümüz şey 'Bunu yaparsam bana ne olur? Ne kazanırım, ne kaybederim? ' değil, 'Başkaları ne der?' oluyor.
Sizin hiç ilginizi çekmeyen bir sanatçı, şarkıcı, toplumda çok ilgi çekiyorsa, siz de ilgi duymaya başlıyorsunuz.
Ya da çevrenizdeki kişiler göbekli olmanın kaslı olmaktan daha iyi olduğunu, daha güzel durduğunu söylese, siz yine kas çalışır mıydınız?
Aslında hayata kapalı kafesler içinde geliyoruz. Belki de o kafesleri gören bebekler ondan ağlıyor. Kim bilir. Zamanla mecburen ya da farkında olmadan alışıyor insan bunlara. Çünkü toplumun dayatmalarına o kadar maruz kalıyoruz ki, içimizdeki sorgulama mekanizması ölüyor. Sesini çıkarmaz oluyor. Bunları farkına varınca her şey için çok geç olabiliyor. Ya da etrafındaki insanlara anlatınca 'Ya boş boş şeyler düşünme, dersine çalış, senin görevin bunları düşünmek değil, dersini çalışmak.' gibi bir tepki alıyor. Bunları görünce daha çok üzülüyorum.
Kukla gibi hissediyorum kendimi.
Kukla gibi...

9 Aralık 2013 Pazartesi

İçimdeki Fırtına

Çekip gidesim var buralardan. Boş vermişliği sırtlayıp uzak diyarlara gitmek...
Sıkıldım. Çok sıkıldım. Hayatın monotonluğundan sıkıldım. Tek düze bir hayat. Hep aynı şeyler. Okula git, okuldan gel, yurda git, dershaneye git. Robotlașan insanoğlu. Yok olan duygular, katılașan kalpler.
Korkuyorum. İnsanlara bakıp gelecekteki Ben'den korkuyorum. Metroda başını bir yere yaslamadan uyuyan amcaya bakıp korkuyorum. 30 yaşında olup da yüzünde kırışık olmayan yer kalmamış teyzeye bakıp korkuyorum. Hayatımın tek düzeleșmesinden, robotlașmasından...
Kullanılmışlık hissi. Başkalarının kurallarına göre oynamak hayatı. Başkalarına göre yaşamak, onların istediği evlerde kalmak, onların istediği mekanlara gitmek... Kukla gibiyim sanki. Kendini ne kadar özgür hissedersen hisset, aslında hiç özgür olmamak. Seni tutan birileri, seni tutan bir şeyler. İçindeki fırtınaya ad koyamamak. Bir nevi isyan mı hayata, yoksa sisteme baş kaldırma isteği mi, ergenlik belki de?
Ergenlik. Yetişkin olma aşamasına giriş yapan gençlerin deli duygular içinde olduğu dönem. Çoğu koyun gibi yaşar, karı kız, âlemler... Bazıları ise düşünceler içinde boğulur. Içinde anlam veremediği duygular, açıklamaya çalışır. Ama ergence bir isyandır bu diğerleri için. Hiç düşündünüz mü, belki de gelecekteki kendilerinin bi fragmanını gören bu gençler içindeki korkuyu, endişeyi dile getiriyor aslında, son defa, susturulmadan hemen önce. İlerde sabah sekizde kalkıp, akşam beşte eve dönen kendilerini görüp korkuyorlar belki de. İlerde bize dayatılan monoton hayatta düşünmeye vakit bulamayacak olan kişiler belki de son direnişlerini yapıyor bu dönemde?
Kafamda yüzlerce kişi var sanki. Sıkıldım. Bunaldım.
Ergenliktir. Ergenlik...

5 Aralık 2013 Perşembe

Dershaneler Hakkında

Gündemin en önemli olaylarından biri haline gelen 'Dershanelerin Kapatılması olayı hakkında bi iki laf söyleyesim geldi. Hem bu sistemin içinde olan bi öğrenci olarak bu konu hakkında birkaç şey söylemekten kendimi alamadım.
Günümüz eğitim sistemindeki devlete bağlı okulların durumunu az çok  biliyoruz. Dershanelerin kapatılması sonucu en çok zarar görecek olan lise örencileri üzerinden konuşalım. SBS/OKS  (artık her ne halt olduysa şimdi) sonucu liselere yerleșiyoruz. Herkes iyi bir Anadolu lisesi tutturmanın derdinde. Iyi olan Anadolu Liseleri'nin de puanı yüksek. O okullar daha çok tercih ediliyor, bunun sonucu olarak yúksek puan oluyor. Bu okullarïn daha çok tercih edilmesinin sebebi de okul imkânlarının iyi olması, eğitimin iyi olması vb. durumlar. Bunları çoğumuz biliyoruz. Şimdi asıl noktaya gelelim. Bu sistem çocuklara küçük yaşta sınavı dayayıp, bu çocukları sokakta oynamak yerine eve kapanmaya zorluyor. Daha gelecek kaygısı içinde (doğal olarak) olmayan çocukların çoğu da bu 'eve kapanıp çalışma' olayını gerçekleștiremediğinden dolayı sınavdan düşük not alıyor. Bunun sonucunda da meslek liselerine, düz liselere gitmek zorunda kalıyorlar. (Kesinlikle kötülemiyorum, ama bu sisteme göre Anadolu ve Fen liselerinden daha kötüler.)
Düz lise ve meslek liselerindeki eğitim, öğretmen kalitesi, okul imkanı pek iyi değil. (Istisnalar mevcut). Şimdi, ilköğretimde bu çalışma düzenini yakalayan öğrenci iyi bir liseye yerleşiyor, sonra aynı çalışma düzenini lisede devam ettirirse de iyi bir üniversiteye yerleşiyor. (Istisnalar olabilir) Asıl olay bu düz z liselere, meslek liselerine yerleşen kişileri hayata kazandırmak, vatana millete kazandırmak değil ? Peki soruyorum size, şimdiki sistemle bu ne kadar mümkün? Piyasada bu kadar çok  niteliksiz oğretmen varken ne kadar mümkün?
Ülkenin ekonomik düzeyi ortada. Parası olan insan çocuğunu özel okula yolluyor. Peki parası olmayan insan? Bir çok gariban aile mevcut. Benim anadolu insanım çocuğu okusun bir yere gelsin diye yediğinden içtiğinden kısıp oğlunu/kızını son sene dershaneye yolluyor. Gücü ona yetiyor anca.
  Tamam. Bu sistemi değiştirmek için bir girişim. Eyvallah. Ama en son yapılması gereken neden ilk başta yapılıyor? Bu olay, 'Köprünün karşısına geçmem gerekiyor, ama önce köprüyü yıkayım' demekle aynı mantık değil midir?
Kamuoyunu birbirine düşürecek sert bir üslup ile bunu sunmak da çabası. Gezi Parkı olaylarında da böyle bir üslup kullanarak ortalığın iyice karışmasına sebep oldu. Neyse.
Tek yapması gereken azıcık mantıklı davranmak. Bu kadar insan buna karșı iken, dershanelere muhtaç olan bu sistemden dershaneleri kaldırmak isteyen Başbakanımızı mantığa davet ediyorum.

6 Kasım 2013 Çarşamba

Sevgiliye Mektup

Sevgilim,
Nasılsın? Iyi misin? Bir sıkıntın var mı?
Hani bir sıkıntın olunca bana koşardın, içini açardın ya, niye gelmiyorsun artık? Bir sıkıntın yok diye mi? Eger onun içinse gelmeyiver, ne olcak sanki. Senin sıkıntın olmasın yeter ki. Ben mi? Beni boşver, nasıl olduğum neyi değiştirir?
Napiyosun? Görüşmeyeli neler yaptın? Her gün anlatırdın ya hani gününün nasıl geçtiğini. Onu da özledim. Nerelerde ne yaptığın hep kafamı kurcalar. Artık niye anlatmıyorsun? Ben mi? Beni boşver, sensiz geçen günler işte. Güneşsiz gün, aysız gece gibi. Tuzsuz yemek gibi.
'Seni çok özledim' derdin. 'Seni üzmek ister miyim?' derdin. 'Hep birlikte olalım' derdin. 'Hep' derdin. Her türlü sıkıntıyı beraber aşmaya ant içmiştik. Zorlukları beraber aşmaya.
Özlemiyor musun artık? Özleyen insan göz göre göre katlanır mı buna? Artık beni üzmek mi istiyorsun, bendeki bu hali bile bile yapıyorsun bunu hâlâ. Birlikte olmak istemiyor musun ki, ufak bir şeyde araya setler koyuyorsun. Sıkıntılara çözüm olamıyor muyum artık? Ondan mı duymadın benim sessiz 'gitme' çığlığımı? Zorlukları aşmana yardım edemez miyim acaba?
  Yoksa masallardaki gibi mi olacağız?
'Bir varmış, bir yokmuş'...
  Bekliyorum, soğuk bir dört duvar arasında, üşüyorum...
Nerdesin sevgili, nerdesin?

4 Kasım 2013 Pazartesi

Sevmek Nedir?

Sevgi ne demek? ' İnsanı bir şeye veya bir kimseye karşı yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten duygu.' demiş sözlükte. Hmm...  Öyle mi dersiniz?
Bir kimseye karşı yakın ilgi midir sevgi, yoksa iki kişinin, günümüzdeki gibi, bacak arası münasebeti ile yaklaşması mı acaba.
Bağlılık göstermeye yönelten duygu mudur sevgi, yoksa, günümüzdeki gibi, bağlanmanın verdiği sorumluluklardan korkan insanların gönül eğlendirmesi mi?
Nedir sevgi biriniz söyleyin bana.
Karşılıklı verilen sözler midir sevgi, yoksa hiç verilmemiş gibi davranmak mı o sözleri?
Karşılıklı söylenen 'Seni çok seviyor'umlar mıdır sevgi, yoksa hiç tanışmayan iki insan gibi davranmak mı?
Karşılıklı kurulan hayaller midir sevgi, yoksa karşılıklı yıkılan hayaller mi?
Karşındakinin gözünün yaşına dayanamamak mıdır sevgi, yoksa biri ağlarken diğerinin arkasına bakmaması mıdır?
'Seni hiç bırakmayacağım' demek midir sevgi, yoksa hiç dememiş gibi çekip gitmek mi?
Ondan bi'haber duramamak mıdır sevgi, yoksa nasıl ne yapıyor umrunda olmamak mı?
Onunla bir hayat mı hayal etmektir sevgi, onunla bir gece mi?
Ona bakmaya kıyamamak mıdır sevgi, yoksa önüne geçene bakmak mı?
Onsuz geceler sessizce ağlamak mıdır sevgi, yoksa onlarcasıyla olmak mı her gece?
Karşındakini göz göre göre üzmek midir sevgi!?
Sevmek gurur yapmak mıdır?
Sevmek inat yapmak mıdır?
Sevmek hiç bir şey olmamış gibi mi davranmaktır?
Ondan habersiz geceler geçirmek, ondan habersiz gün yüzü görmek, onsuz gülememek, her daim onu istemek, durmaksızın onu merak etmek midir nedir söyleyin bana, nedir sevgi!?
Söyleyin bana nedir sevgi...

30 Ekim 2013 Çarşamba

Kimse Yok Mu?

Bir ağaç düşünün, dallanıp budaklanmak için yılların geçtiği bir ağaç. Bir tohum iken yeşerip, zamanla büyüyen ve yıllara meydan okuyan bir ağaç. Ömründe farklı farklı mevsimleri defalarca gören bir ağaç.             Yeterli erişkinliğe ulaşınca meyvesini verir bu ağaç. Zamanla olgunlaşır meyve. Sonra  ağacından zorla ayrılır. Bir sürü kamyon, manav, tezgah, insan yüzü görür. Tüketilip bitirilene kadar.
Bende bir meyveyim. Ağacımın, yani ailemin kollarında olgunlaştım yıllarca, kaderin oyunları beni ayırdı önce babamdan, daha sonra annemden. Evim yurdum belli değil, onlarca insan yüzü, onlarca mekan gördü gözüm. Göçebe bir hayat yaşıyorum küçük siyah çantamla. Görünürde bir sürü arkadaşım vardır. Güler yüzüm. Özünde kimsesizim sanki, dolu gözüm. Yalnız, bir başıma. Sesimi duyan biri var mı oralarda?
Kimse yok mu?

24 Eylül 2013 Salı

Bugün Benim Doğum Günüm

Bugün benim doğum günüm. 1 yıl daha geride kaldı. Pişman olduğum şeyler yaptım. Sevdiğim insanları üzdüm. Anneme bağırdım, ağlattım. Sevgilimi üzdüm, odunluklarım oldu. Iyisiyle kötüsüyle bir yıl geçti. Ömrümden bir yıl eksildi.
Ben doğarken yağmurlu , şimşekli, gök gürültülü bir geceymiş. Annemi iki ay hastanede yatırtmışım. Daha doğmadan başlamış kadın beni çekmeye.  8 aylığım bu arada.
Ben doğarken, aynı anda bir sürü insan hayata veda etti, bir çoğunun sevdikleri göz yaşları döktü, bir çok kişi ölen yakınlarıyla birlikte öldü, yıllar sonra gömüldü. Onlar ağlarken ben doğdum ağlayarak. Ailem karşıladı gülerek. Ne kadar ilginç değil mi. Birilerine veda eden dünya, aynı anda birilerine merhaba diyor. Durmadan işleyen tıkır tıkır sistem.
Her neyse, unutmamak gerekir ki, birilerinin doğum günleri, birilerinin ölüm günleridir.
Biraz saçmalayasım geldi. Selametle.

4 Nisan 2013 Perşembe

Rüya

Dışarı çıktınız yürüyorsunuz. Parktaki çocukların seslerini arkanızda bırakarak yürümeye devam ettiniz. Bir pazarın içinden yürüyorsunuz. Satıcıların sesleri havada birbirine karışmış. Akın akın insanlar. Yaşlı bir teyze domatesin 2 kilosu için pazarlık yapıyor. Pazarı arkanızda bırakınız. Saate baktınız. Gecikmişsiniz. Adımlarınızı hızlandırdınız. Karşıdan karşıya geçerken bir anda durdunuz. Önünüzden bir anda bir araba geçiyor hızlıca. Zamanında durmasaydınız büyük ihtimal ölmüştünüz. Saate baktınız. Çok geç kaldınız. Koşmaya başladınız. Bir anda durdunuz. "Ahh!  Nasıl unuturum?!" dediniz. Bir çiçekçi aradınız. Allahtan hemen buldunuz. Papatya aldınız. Kokusunu içine çektiniz. Saate baktınız. Kendinize küfür ettiniz. Koşmaya başladınız. Buluşma yerine vardınız. Orada oturuyor. Saatine bakıyor masum masum. Güzel yüzünde endişeli bir hava var. Başına yere eğmiş. İstemeden gülümsüyorsunuz. Yanına gidiyorsunuz. "Meleğim". Başını kaldırıyor bir anda. Yüzü gülüyor. Sanki gülen o değil, bütün dünya. "Nerede kaldın ya! Aklım çıktı gelmiyorsun diye". O kızınca şakacıktan dudaklarınızı büzüyorsunuz. "Tamam tamam. Burdasın sonuçta. O bana yeter" diyor. Arkanızdan papatyaları çıkartıyorsunuz. Eline alıyor. Kokluyor. Gözlerinize bakıyor. Gülümsüyor. Çiçekleri banka bırakıyor. Size sarılıyor. Sonra...
Alarm sesi. Gözlerinizi kapatıp tekrar alıyorsunuz. Okkalı bir küfür ediyorsunuz. Hepsi rüyaymış. Nasıl rüya olur!!?. Gülüşü o kadar gerçektiki! Ellerinin sıcaklığı hala belinizde. Küfür ediyorsunuz. Gözünüzü sıkıca kapatıp tekrar uyumaya çalışıyorsunuz. Rüyanın tekrar etmesini istiyorsunuz. Olmuyor.
Telefonu elinize alıyorsunuz. "Günaydın Meleğim", "Bugün seni rüyamda gördüm ". Nasıl gördüün" yazıyor. Anlatmaya başlıyorsunuz. "Sokakta yürüyordum". "Hangi sokak? " diyor. Hangi sokak sahiden? Rüya nerde geçiyordu. Oraya nasıl gelmiştiniz. Düşünüyorsunuz. Aklınıza gelmiyor. Rüyanın başını hatırlayamıyorsunuz. Çünkü bilmiyorsunuz.
Şimdi size soruyorum. Siz bu yaşınıza nasıl geldiniz. Teknik olarak ben 17 yıl yaşadım. Ama size anlatabileceğim kaç yıl? Çocukluğunuzu hatırlıyor musunuz? 0-6 yaş arasını. Anne sütünü ilk bırakışınızı? İlk anne diyişinizi? İlk emeklemenizi? İlk yürümenizi? Konuşmaya ilk başladığınız ânı?...
Hatırlıyor musunuz?
Hayır. Tıpkı rüyanızdaki gibi.
Şu an teknik olarak bir rüyada değil miyiz? Başını bilmediğimiz bir hayat.
Peki ne zaman uyanacağız?
Uyandığımızda ne olacak?
Rüyamızı kime anlatacağız?

12 Mart 2013 Salı

Oyun

Ben bir oyun manyağıyım. Oyun benim tutkumdur. Gelecekle ilgili hayallerimde oyunların da yeri vardır. Turnuvalardaki sahne vardır ya. 5'er den iki grup dizilir hani. Karşılarında bir kalabalık. Orası hayalimdir benim. Neyse dağıtmayayim konuyu. Oyunları severim yani.
Şimdi bu kısım öznel bayağı. Yine küfür yiyeceğim belki yorumlarda. Canınız sağolsun.
Oyunları neden severiz bence biliyor musunuz? 
Baska karakterleri oynuyoruzdur çünkü. Başka hayatları yönetiyoruz. Oyunlarda aldığımız herhangi bir yanlış karar bizden hiçbir şey eksiltmiyor. Hiçbir şey kaybetmiyoruz. Yanlış bir şey yaptığımız zaman son Checkpoint'den devam ediyoruz. Doğru yapana kadar defalarca ölebiliyoruz. Defalarca kaybedebiliyoruz. Ve dediğim gibi, hiçbir şey kaybetmiyoruz. Ne güzel değil mi?
Güzel tabi.
İşte başkaları da bizimle böyle oynuyor aslında biliyor musunuz?  Bizim hayatlarımızı kendi istedikleri gibi yönlendiriyorlar. Adamların bizim hayatlarımızda aldıkları kararlar onlardan hiçbir şey eksiltmiyor. Gelsin o sistem gitsin o sınav. Gelsin bu kural gitsin o kural. Bundan zevk alıyorlar. Adama dokunan bir şey yok. Bir karakter mahvolur, hemen gir Yeni Oyuna. Başka bir karakteri mahvet. Onların koyduğu kurallarda hareket ediyoruz. Onların sınırlarını çizdikleri haritalardan ileri gidemiyoruz.
Hepimizle oynuyorlar.
Ama bizim Checkpoint'imiz yok. Ekstra Can yok.
Maalesef.

25 Şubat 2013 Pazartesi

Medyanın Köpekleri


Radyoyu açıyoruz. Saçma sözlere sahip müzikler. 1 hafta geçiyor açıyoruz, piyasada yeni bir sürü müzik çıktığı halde hala aynı sanatçının aynı müziği. Ne zaman gidiyor o müzik?  Aynı sanatçının farklı bir müziği çıkana kadar.
Facebook 'a Youtube'a bir video yayılıyor. Dünya çapında ün salıyor. Ne zaman gündemden düşüyor?  Sosyal platformlara yeni bir popüler video salınana kadar.
Dünya çapında bir olay oluyor. Herkes duyuyor ve herkes tarafından konuşuluyor. Günlerdir gündem de kalıyor. Ne zamana kadar?  Medya o haberi kaldırana kadar. Sonra kimse konuşmuyor.
Dikkatinizi çekti mi bir şeyler?
Gündemde ne kadar kalınması isteniyorsa o şey, o kadar kalıyor.  O şeyin ünlü olunması yayılması isteniyorsa çok güzel yapılıyor.
Örnek verelim mesela. Ben Rihanna dan girmek istiyorum konuya. Rihanna'nın ne pislik olduğunu nasıl bir örgüte bağlı olduğunu az çok internetle haşır neşir olanlar duymuştur. Onu geçtim şimdi. Rihanna'nın şarkılarına bakıyoruz.
Umbrella adlı şarkısı buyurun linki.
http://m.youtube.com/watch?v=CvBfHwUxHIk
Şu şarkının yarısı 
'You can stand under my umbrella
You can stand under my umbrella
(Ella ella eh eh eh)
Under my umbrella
(Ella ella eh eh eh)
Under my umbrella
(Ella ella eh eh eh)
Under my umbrella
(Ella ella eh eh eh eh eh eh)'
diye geçiyor. Anlamı 'Şemsiyemin altında durabilirsin. Ella eh eh eh Şemsiyemin altında eh Oh ah uh ye Şemsiyemin altında durabilirsin...'. Yarısı bununla geçiyor şarkının. Ve bu şarkı radyolarda 1 ay kalıyor. Youtube'da milyonlar bunu dinliyor. Türkiye'de de bir sürü insan dinliyor. Çoğunun şarkının anlamından haberi yok.
Şimdi Rihanna'nın başka bir şarkısına bakıyoruz. Şarkının adı Man Down. Buyrun linki. http://m.youtube.com/watch?v=sEhy-RXkNo0
Bu şarkının yarısı da 'Rampapapam Rampapapam Rampapapam, Man down' diye geçip gidiyor. 200 milyon insan izliyor. Klibini izleyen  insanların beyni yıkanıyor. 
Şimdi de yine Rihanna'dan Where Have You Been geliyor. Şarkının yarısı 'ver hev yu bin on May layf layf layf' diye geçiyor. Klibinde de bol bol subliminal var maşallah. Youtube'a yaz görürsün.
Şimdi Justin Bieber'a bakıyoruz. Zirve yaptığı şarkısı Baby. Buyrun linki.
http://m.youtube.com/watch?v=kffacxfA7G4
Elemanın şarkısı 800 milyon dinlenmiş. Şarkı genelde
Baby, baby, baby ohhh
Like baby, baby, baby noo
Like baby, baby, baby ohh
İle geçmekte. Şarkı sözlerini araştırın-her şeyi ben mi yapıcam-inanılmaz saçma. Ve bu eleman Amerikanın Yetenek programından bu kadar ünlü oluyor. Bizim Bayhanda 3. olmuştu kimsenin umrunda değil şimdi. Ve bizim ergen kızlarımız, Justinin daha bunların varlığından haberi olmayan kızlarımız, biletlerini alamadık diye kendilerine zarar verip, ailelerine zorla aldırarak, onları zor duruma düşürüyor. Allah akıl fikir versin diyip devam ediyoruz.
Sırada One Direction var. 5 tane eleman toplanmış dünyayı sallıyorlar. Bilmeyenlere söyliyim, bunlar İngiltere X-Factor yarışmasındaki ayrı ayrı yarışmacılar. Juri diyor sizleri bir araya getirelim, albüm çıkaralım, genç kızlar köpeğiniz olsun. Bu elemanların şarkılarıda saçma sapan. YouTube derya deniz bakınız ordan.
Gangnam Style var bir de. Adamlar bir şarkı ile dünya da ünlü oldu. Başka hiç bir şarkısını bilen yok adam akıllı.
Bir sürü farklı alanlarda bir sürü farklı örnekler mevcut. Sen giriyorsun Twitter'a, Facebook'a, bir arkadaşın paylaşmış oluyor bunlardan birini, ya da YouTube da önerilerde görürsün. (YouTube daki bu olayın başını da Vevo çekiyor.) Arabaya binersin radyoda çalar durur. Bir yerde karşına çıkar illaki. Ve bi anda yayılır bunlar.
Bunların amacı, geri kalmış ve gelişmekte olan ülkeleri, gelişmiş ülkelere özendirmek, oradaki bütün zorlukları perde arkasına alarak oraların bütün cazip gelen güzelliklerini ortaya koymaktır. Ve genelde hedef genç kitledir. Biz de çok güzel yiyoruz bunları. Sonra vatanına milletine ecdadına söven bir nesil oluşuyor. Sonrada memleket iyiye gidiyii.
Gözünüzü açın biraz. Elalemin sizi istediği gibi yönlendirmesine izin vermeyin. Gözünüzü açın.

24 Şubat 2013 Pazar

Parazit

Ankara'da yaşayanlar bilir. Bahçeli'ye inince ya da Kızılay'da gezerken görürsünüz 'Parazit' leri. Hatta illa oralara gitmeye gerek yoktur. Heryerdedirler bu Parazitler. Soluduğmuz havayı çalar bu parazitler. Çoğu, zerre yaşamayı hak etmez aslında. Sizin içmeniz gereken suyu içer bu parazitler. Sizin rızkınızı yerler. Parazitlerden bin tane toplasanız sizlerden biri etmez. Bunlar yaşamak için bi çaba sarfetmezler. Annelerinden babalarından geçinirler.
Hayatlarında zerre zorluk yaşamamıştır bu
Parazitler. Yazın bunu bi yere, 'İnsan acı çekerek olgunlaşır.' Bu Parazitler hayatta zerre zorluk çekmedikleri için hayatı toz pembe sanarlar. Yedikleri önünde yemedikleri ardındadır bunların. Caddeler de BMW leri ile Mercedes leri ile gezmenin adamlık olduğunu sanarlar bu parazitler. Kibirleri tavan yapmıştır. Kendilerini beğenmişlerdir.
Halbuki zerre beyin yoktur bunlarda. Amipteki çekirdek kadar beyinleri yoktur. Topraktaki ayrıştırıcının dünyaya olan katkısı bu Parazitlerden daha fazladır. İnek dışkısı daha yararlıdır bu Parazitlerden. Alın teri nedir bilmez bu itler. Evde kendileri yumurta kırmamışlardır daha hiç. Kendilerini bir şey sanan bu Parazitler, aslında analarının babalarının vaktinde verdiği emeği yerler.
Hayat bu itlere güzeldir. Zerre zorluk çekmeyen, toz pembe yaşayan bu zuppelere güzeldir.
Ama acıyorum lan yine de bunlara. Adamların hayal kurma kabiliyeti yok. Hayal güçleri kendi boklu kıçlarını bile hayal etmeye yetmez bunların. Çünkü zorluk çekmemiş ki adam. Adam istemiş ve anında önünde. Adam öğlen yemeklerini yemeyip, öğle yemeği parasının biriktirmeyi bilmez ki. Adam en son sevdiğin yemeği sona bırakmayı bilmez ki. Adam minnacık lolipopu 1 saatte bitirmeyi bilmez ki. Adam küçücük şekeri dakikalarca emmeyi bilmez ki. Adam mahalle maçında patlayan plastik topa dostlarla birlikte üzülmeyi bilmez ki. Adam oyun oynarken pantolonun dizini yirtmayı, sonra ondan dolayı yenilcek azarın verdiği korkuyu bilmez ki. Adam aynı pantolonu dizi yamalı giymeyi bilmez ki. Adam yeni ayakkabı alındığında o ayakkabı ile evin içinde dolaşmayı, ilk haftalar da zırt pırt ayakkabıyi silmeyi bilmez ki. Adam o ilk bisiklet için kurulan hayalleri bilmez. O bisiklet ile ilk karşılaşmanın verdiği mutluluğu bilmez. Sınav stresi bilmez. Gelecek kaygısı bilmez. Açlık nedir bilmez.
Yer, içer, boşaltım yapar.
Toplayacaksın bunları, topluca katlediceksin. Tavuk gribinde yaptıkları gibi. Tavuklara üzüldüğüm kadar üzülmem yemin ederim.
 
İstisnalar var, eyvallah. Ailesi zengindir ama kendisi çabalar. Siz kimlerden bahsettiğimi biliyorsunuz. Halim vaktim iyi şükür. Ama içimden geldi. Yazayım dedim. İyice isyankar 06 ya döndük. .

20 Şubat 2013 Çarşamba

Eğitim(!) Sistemi - (ll)

Eğitim Sistemi hakkında tekrar yazmak istedim çünkü baya geniş çaplı bir konu. Başlamadan önce bir önceki yazı olan 'İğne Yapan Teyze' hakkında bir kaç şey söylemek istiyorum. ' Geçerlik payı büyük ama yazma amacın neydi onu anlamadim.' gibisinden yorumlar aldım. Arkadaşlarım da 'Çok dağılmış konu' gibisinden şeyler söylediler. Benim anlatmak istediğim şey duyguların yaşanması ve paylaşılması gerektiğiydi. Ama bu konu çok geniş kapsamlı bir konu olduğu için ve bence, anlatılması zor bir konu olduğu için bir çok örneklendirme yaptım. Öyle olunca biraz konudan uzaklaşmış gibi oldum. Elimden geldiğince bunu anlatmaya çalıştım.
Dışarı çıktığımızı hayal edelim. Bir lisenin öğle arası vakti. Lisenin bahçesini izliyoruz. Bir köşede 4-5 genç, sırtlarında uzun siyah kaşe montları. Montun kollarından kollarını geçirmemişler. Kabadayı misali geçirmişler montları omuzlarının üzerine. Ellerinde 11 taşlı tesbihler. Etrafa tehditkar bakışlar saçarak geziyorlar bahçede. Bu 'ülkücü' gençler, kendi parti görüşünden olmayanlara fiziksel ve psikolojik baskı uyguluyor. - Yanlış anlaşılmasın. Ülkücüler sadece örnek. Diğer partilerinde böyle gruplaşması var. - Bir başka köşeye bakıyoruz. Uygunsuz durumlardaki kızlı erkekli çiftleri görüyoruz. Aralarında okulu sırf karşı cins ile etkileşim alanı olarak görenler var, maalesef. Evlerinde ders çalıştığı vakitten çok yarın falancaya nasıl görünsem, ne giysem diye düşünenler var. Yaşıtlarına hava atmak için ailelerini zor durumda bırakmak pahasına bazı şeyler aldıranlar var. Bir başka köşeye bakıyoruz. Yanında başka bir arkadaşı olmayan, tek başına takılan gençler var. Başları yerde dertli dertli oturan bu gençlerin kim bilir ne sıkıntıları var, dinleyeni yok. Bir başka köşede, 'teneffüs' yani dinlenme, mola vaktinde bile test çözenler var. Bu gençler, partilileşme, abartılı kız erkek ilişkileri ve daha bir çok sorun yüzünden derslerine odaklanamiyorlar. (ders diyorum çünkü şu an ki sistemin temel taşı dersler.). İstisnalar olabilir. Ama istisnaların olması bu davranışların hoş davranışlar olmadığı gerçeğini değiştirmez. Bu sorunlar, bu gençlerin derslerini etkilediği vakit onların geleceklerini de etkiliyor. Sonra bu pırıl pırıl gençler hayatın karanlık köşelerinde kayboluyor. Pekala, okuldaki eğitmenler, parti taraftarı olan gençlere, kendi derslerinde kendi tuttuğu partiyi belli edip, tartışma ortamına müsaade etmek yerine, oranın bir eğitim öğretim yuvası olduğunu, bu yaşta parti tutmanın bir mantığı olmadığını, siyasete bu yaşta kafa yormanın zaman kaybı olduğunu 'vaktinde' anlatsaydı, böyle olur muydu? Pekala , bu gençlere okulun eğitim öğretim yeri olduğunu, karşı cins ile oynaşma yeri olmadığını 'vaktinde' anlatsalar, böyle olur muydu? Pekala, bu gençlere güzel bir PDR (psikolojik danışmanlık ve rehberlik) hizmeti verilse, psikolojik destek görmenin eziklik olmadığı anlatılsa, insan sağlığı için gerekli ve yararlı bir şey olduğu 'vaktinde' anlatılsa, böyle olur muydu? Pekala, bu gençlere her şeyin '5 şıklı bir sınav' dan ibaret olmadığı anlatılsa, hayatın bu kadar basit olmadığı anlatılsa, daha sosyal olmaları gerektiği, topluma karışmaları gerektiği anlatılsa, okulun bir yandan da insanları hayata hazırlayan - artık ne kadar hazırlıyorsa - bir yer olduğuna 'vaktinde' anlatılsa, böyle olur muydu?
Çerçeve çok geniş aslında. Biz bu Eğitim Sistemi olayını yalnız bir bakanlığı duzelterek halledemeyiz. Bu Eğitim Sistemi yalnız sınavdan ibaret değil. Çerçeve çok daha geniş. Ekonomik, siyasi, kültürel, ailevi, ahlaki, maddi, sosyal birçok konu da sistem çatısı altında önemli alt başlıklardır. Hepsi birbiri ile ilişkili, bağlantılı. Birindeki eksiklik diğerini mahvediyor. Mesela çocuk siyasi olaylara karışıyor. O olaylar ile ilgilenmekten derslerinden geri kalıyor. Derslerinden geri kalınca dersleri ile arası bozuluyor. Çocuğunun derslerinin kötüye gittiğini öğrenen aile, çocuğa kızıyor. Çocuğun ailesi ile arası bozuluyor. Daha sonra gözü açılan çocuk, derslerinin dağ kadar biriktiğini görüyor. Gelecek kaygısı yaşıyor. Psikolojik sıkıntılar yaşamaya başlıyor... Olaylar olaylar yani. Yani olay sanıldığı kadar basit değil. Çok kompleks. Ve bu ülkede her bir devlet birimi kendine düşeni düzgünce yapmadığı için böyle durum. Ne zaman, herkes kendine düşeni menfaat gözetmeksizin, yerine getirir, o zaman bu sistem düzelir. Yoksa böyle devam ederse, babayı alın siz.

19 Şubat 2013 Salı

İğne Yapan Teyze

Küçükken misafirliğe gittiğimizde hep iğne yapan bir teyze vardı. Annemiz şımardığımızda hemen 'Uslu durmazsan abla sana iğne yapacakmış' derdi. Biz de korkardık uslu uslu oturur o ablaya da korku dolu gözlerle bakardık. Sonra 1. sınıfta okula aşıya geldikleri zaman kaçan çocuklar, 3-4 hemşirenin tuttuğu çocuklar, ağlayan çocuklar...
Ne demek istiyorum?
Ben küçükken sabahtan akşama kadar sokakta top oynardım. Her akşam eve döndüğümde vücudum yarar bere içinde olurdu. Ya da çoğunuz yaşamıştır, bisikletin ilk geldiği zamanda, o iki tekerlekle bisikleti sürmek için kaç kere düşüp kalktık. Top oynarken bisiklet sürerken düşmekten korkmadık. İğneden daha fazla acıtmasına rağmen.
Peki neden iğneden korktuk? O iğne yararlı bir şey normalde. Çoğumuz annemize şurup içelim diye yalvardık. Neden iğne olmamakta ısrarcıydık?
Çünkü hep iğneyle korkutulduk. Küçükken her şımarmamızda o iğne yapan teyze yüzünden iğne gözümüzde büyüdü.
Aradan yıllar geçti. Hala iğne olduğum zaman sağlığım için iğne olmam gerektiğini bilsem de içimde bir korku vardır. O korku bir kere yerleşti çünkü içime.
Filmlerde gormuşsünüzdür, eleman Psikoloğa gider. Bir sıkıntısı vardır. Koltuğa uzanır. Orda amca sallar saati ve sonra der ki 'Çocukluğuna inelim'. Neden çocukluk? Çünkü geçmişteki bir sorundan dolayı hâlâ o sorundan kaynaklanan sıkıntılar yaşar hasta.
Aslında bu olayı çocukluk ile kısıtlamamak lazım. Hayatımızın herhangi bir anında yaşadığımız bir sıkıntı, o an halledilmez ise gün geçtikçe o sıkıntı bizimle birlikte büyür. Aslında çok basit, ufak bir sıkıntıdır. Ama dağ gibi olur. En mutlu anımızda bir kramp gibi saplanır. Kısa sürer, ama huzuru kaçırır.
Bu olayı sadece olumsuzluklar ile örneklendirmek doğru olmaz. Herhangi bir mutlu anınız olsun mesela. Düğünlere neden o kadar insan çağrılır yıllardır. O mutlu çift mutluluklarını sevdikleri ile paylaşır. Bir yemek yapıldığında komşular ile paylaşırsın. Ve daha sonra yemeğini yerken içinde ayrı bir mutluluk olur. Neden peki?
Paylaşmak güzeldir çünkü. Bu söz boşuna değildir.
Duygularımız bize o duyguları yaşamak için bahşedilmiştir. Yaratan, bize ağlama özelliğini ağlayalım diye vermiştir. Diğer duygularımızda öyledir.
Mesela sevmek duygusu. Birini sevdiğinde bunu saklamanın bir manası yoktur. Bunu ona soylemenin de bir sakıncası yoktur. Hatta bu bir artıdır. Sevdiğimiz kişiye onu sevdiğimizi söylediğimiz zaman, duyguların karşılıklı olduğu ortaya çıkabilir. Beraber çok güzel anlar yaşanabilir. Ama eger bunu 'paylaşmazsan'  onca güzellik asla yaşanmaz. 'E peki ya sevmiyorsa' dediginiz duyar gibiyim. - çoğunuz bundan korkarsınız- Canim kardeşim. Paylaşmadan önce o kişiyle değildin zaten. Yani olumsuz cevap aldığında kaybettiğin bir şey yok. Hatta kendine ders bile çıkarabilirsin. Yani yine artısı olur.
Bir sıkıntın var diyelim mesela. İçine attın paylaşmadın kimseyle. Hatta sıkıntılı olduğun halde 'cool' luğundan taviz vermedin. Canım kardeşim o sıkıntı hala içinde senin. Temeli çürük bina gibi şekillenecek duyguların. Bizim yamalı yollar gibi olacaksın sen. Sen o sıkıntıyı paylaşsan, belki bir çare bulacaksın. Hadi bir çare bulamadı anlattığın kişi. En azından yükün hafifler biriyle paylaştığın için. İllaki rahatlarsın yani.
Yani sevgili okur, Yaratan bize duygularımızı yaşayalım diye vermiştir. Ağlamak istediğinde ağla anasını satayım, ağlamak nimettir nimet. Ağladığında akan bir kaç miligram göz yaşı ile üzerinden 1 ton yük kalkacak senin.
Kafanızı şişirdim yeter bu kadar. Bi kusur işlediysek affola.

18 Şubat 2013 Pazartesi

Bütün Olumsuzluklara İnat

Hadi sen de gülümse.
Değerli bir abi demiştiki bana : 'Hayat bir tiyatro aslında... '. Şöyle bir düşününce aslında, ne kadar güzel bir söz. Hayatı çok ciddiye alanlar için, hayatı kolaylaştıran bir söz.
Girinti çıkıntı çok bu hayatta. Mutsuz olmaya bahane arasanız istemeyeceğiniz kadar bulursunuz. Mutlu olmak için de bir o kadar sebep vardır aslında. Ama biz kötüyü görürüz hep. Ve iyi olanı görenler kazanır.
Sen bir çamur birikintisini gördüğün zaman içindeki bir miktar suyu - bir zamanlar temiz olan suyu- hesaba katmazsın. Çamur der geçersin. Ya da muhteşem bir sahil de berrak bir denize girecek iken ayağına batan bir kaç taş parçasından yakınırsın. Onca güzelliği hiç edersin bir anda.
Bende böyleyim. 
Yaratan insana kaldıramayacağı yük vermez sevgili okur. Ve eğer çok sıkıntılı bir hayatınız var ise siz özelsiniz. Buna inanın. Daha dirençlisiniz diğer insanlardan.
Haberler de çevremizde görüyoruz bir sürü intihar eden insanları. İşte onlar pes edenlerdir. Onlar hayatın zorluklarının galibiyetini kabul edenlerdir.
Onlar kolayı seçenlerdir.
Bizim yapmamız gereken yılmayıp zorlukları alt etmeye çalışmaktır. Alt edemezsek de en azından elimizden geleni yaptık deriz.
İnanın zorluklar karşısında çektiğiniz sıkıntıların miktarından daha fazla mutlu olursunuz, zorlukları aştığınız zaman.
Hayat bir tiyatro sevgili okur. Yapımcı Yaratan, baş rol bizleriz. Kimin hayatımızda ne rol oynayacağına biz karar veririz. Sizi mutsuz edenleri oyununuzdan çıkarın. Repliğinizi verin. Sahneyi terk edin.

17 Şubat 2013 Pazar

Eğitim(!) Sistemi

YGS'ye hazırlanan bir genç olarak eğitim sisteminden şikayetçiyim. Her genç gibi. Bizi köpekleştiren bu sistemden. Gittikçe psikolojimi bozan bu sistemden.
Her insan farklıdır. Bunu bilmem kaç sene bir yerlerini yırtıp, o makama gelen Milli Eğitim Bakanı farkedemedi. Ya da o da farkında ama hâlâ mazoşist olduğu için her insanı aynı kabul eden bu sınav sistemini uyguluyor. Ya da Sikko reizin dediği gibi 'Kendisi ile çelişmek istemiyor.'
Psikoloğa ihtiyacım var. Gidip sorunun ne dediğinde bu sistem dicem. Dicem ki :
Doktor. Bana bu sistem saçma geliyor. Hepimiz köpek gibi ders çalışmaya zorlanıyoruz. Aramızda sanatsal zekası ağır basan insanı madde ile elektron proton ile imtahan eden bu sisteme karşıyım. Bu güzelim hayattaki en güzel senelerimizi köpek gibi siyah beyaz görmeye zorlayan bu sisteme karşıyım. Bunun dile getirince ne oluyor biliyor musun doktor. Vazifen bu diyor. Bu vazifeyi kim verdi bize? Bir zamanlar benimle aynı dönemleri yaşayan bir adam verdi. Ve 2 Milyon genç o adamın dediğini yapmak zorunda. Bu hayatta bir yerlere tutunmak, ileride rahat etmek, insanlara ileride lafını geçirmek için. Makam denen pislik şey için. Ama sonun da ne olacak biliyor musun? O makam, para - en iyi ihtimalle- çocuklarına torunlarına miras olcak. Senin elinde kalan kefenin olcak. Bu hayattaki iyi amellerin olcak.
Bizim neslimiz hayal kuramaz oldu doktor. Yılları dersane-okul-ev şeytan üçgenin de geçiyor gencecik insanların. 12 yaşında başladı bu işkence. Kime sorduğun zaman Raftingci olucam diyor?  Kime sorduğun da Müzisyen olcam diyor? 2 milyon gencin 4 de 1'i Doktor, diğer 4 de 1'i mühendis, diğer 4 de 1'i Hukukçu olmak istiyor. Geri kalanların da sulalesi sağlam. İstisnalar var tabii. Yani doktor, insanlar hayal kurup hayallerinin peşinden koşmayı unuttu. Milletin gayesi para oldu.
Çoğumuz evde yalnız kalsak ve dışarıda fast food yerleri restoranlar olmasa açlıktan ölürüz. Fizikte aylarımızı verdik elektrik konusuna. Kaçımız evdeki ahizeyi takabilir?  Pratik de sıfır çoğumuz.'
Ama Doktor bir şey diyemez. Kendine yediremez. O koltuğa oturmak için 12 yıl kitaplarla cebelleşti o. Sonra TUS'u, uzmanlığı bilmemnesi. O da belki böyle düşündü ama bir şey diyemedi.
Peki bunları benim gibi bir insan bile düşünüyor da, yıllarını verip bi yerlerini yırtan Bakan düşünemiyor mu? Beyni yok mu onun?
Hayır.
Gayet zeki.
Aptal olan bizleriz.
Bu sistem Türk gençlerinin asıl kabiliyetlerini kamufle etmeye yöneliktir. Beyinlerimizi törpülemeye yöneliktir. Aramızdan muhteşem sanatkarlar, müzisyenler, yazarlar, şairler çıkabilir. Ya da cok iyi sporcular. Çok başarılı mühendisler.
Aptal olan bizleriz okur. Yıllardır baş eydik.
Ama artık birilerinin dur demesi lazım.
Zor, evet. Ama bir yerden başlamak lazım.
Uyanmak lazım.

Gülü Seven Misali

Dikenine katlananlardanım ben de. Binlercesinden biriyim. Zoru seçtim. Adam gibi sevdim. Adam gibi sevilmek isterim. Hissetmek isterim. Çok mu şey isterim? Bir çift güzel lafı geçtim artık. Her şey kelimelerden ibaret değildir. Sadece hissettir bana içindekileri. Kendinİ bana aç. Güven bana. Kollarıma bırak kendini. Ben senin canını yakmam. İncitmem seni. Babanın çocuğunu ilk kucağına alışı gibi. Korkarım ama sarmak isterim. Sarmam bir şey olur diye.

Anlatabiliyor muyum?

Omzuma başını koyduğun da ki anı istiyorum. Olay ten teması değil be güzelim. Olay bulusmak değil. Olay etrafta sürtmek değil. Seni yanımda hissetmek isterim. O anki gibi her şeyi unutmak. Sadece sen ve ben. Güneş sisteminin merkezindeki güneş gibi olmak isterim seninle. İçindeki Hidrojen ile Helyumun durmak bilmeyen etkileşimi.

Anlatabiliyor muyum?

Ağlamak isterim. Sana sarılıp bütün pisliklerimin gözlerimden akıp gitmesini. Erkeğin en zayıf olduğu anlardan biridir ağlamak. Sana bütün zayıflıklarımı göstermek isterim. Seninle geçen bir ömür. Iyi günde Kötü Günde. Hastalıkta sağlıkta.

Ben seni isterim.

Her zaman isterim.

Anlatabiliyor muyum?

Anlatamiyorum. Hiç anlatamadım.