26 Ağustos 2014 Salı

Erkek Adam Ağlamaz



 Şimdiden uyarıyorum, bu yazı küfür içerir, küfürden hoşlanmayanlar okumasın. Okuyup da "Aa küfür etmiş çok ayıp" diyenler de sikimde değilsiniz.
 Üstteki şarkıyı açın, dinlerken de yazıyı okuyun. Yazı bittikten sonra da şu linkten liriklerin anlamına bakın. Bakmayacaksanız da bu cümleden sonra siktirin gidin kapatın yazıyı.
 Ben hiç bir şeyin fanı değilimdir inanır mısınız, ne böyle gevşek Belieber'lar gibi oldum, ya da nonoş Directionerlar, ya da godoş Navy'ler gibi. Ama ben bu Eminem'e derin bir saygı ve sevgi besliyorum. Ben ki hiç bir şeye kolay kolay derin bir sevgi ya da derin bir nefret beslemeyen kişi, bu adama çok derin bir saygı ve sevgi besliyorum. Bu adam bize ortalama her şarkısında bizlerin imrenerek baktığı hayatın ne kadar boktan bir hayat olduğunu, toplumun ve "endüstri"nin bizleri kalıplar içerisine koyarak "zorla" nasıl değiştirdiğini anlatıyor. Ve her birimiz bu şarkıları dinledikten sonra Katy Perry'nin bol dekolteli video kliplerini izliyoruz. Çünkü biz anlamak istemiyoruz. Çünkü biz IQ'sunu zorlamayı sevmeyen geri zekalı insanlarız. Çünkü biz eğlence, karı kız, daşak, geyik, meme, am düşkünü insanlarız. Çünkü malız biz, mal.
 Adam açık açık diyor ki "Sizin sarı saçlı, milletle daşak geçtiğim halimi ben sevmiyorum, "We Made You 2" yapmaktansa "Not Afraid 2" yi yapmayı tercih ediyorum". "Ama yine de sizin istediğiniz gibi söyleyeceğim, sizin istediğiniz adam olacağım, bunu istemesem de". Biz neden böyle istiyoruz, çünkü eğlence düşkünü yarak kürek insanlarız biz. Gelecek için zerre planı olmayan, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan geri zekalı insanlarız biz. Ölüm bir gün kapımızı çalmayacak gibi o kucak benim şu yarak senin dolaşan insanlarız biz. Ağzımıza şıçayım herbirimizin teker teker.
 Bu "Adam" açık açık belirtiyor ki "Bu ben değilim!. Beni siz böyle yaptınız! Beni bu "Endüstri"/"Sistem" böyle yaptı!" Sen, amına koduğumun Belieber'i, hatta dur dur, Boybelieber'i, yarım akıllı iki Justin'ci sana bacak arasını versin diye bu kılıklara girmedin mi sen?! Ya sen Directioner göt veren? Sen fazladan bir kaç yüz takipçi için Twitter biona "#Directioner" yazmadın mı?! Sokağa çıkıyoruz hepiniz aynı siki giymişsiniz, hepiniz aynı tarzsınız. Başınızda "Obey" yazan şapkalar, sorsak birinize kafanızdaki şeyin anlamı hakkında bir cümle kuramazsınız. Ama şapkanızla "Selfie" çekip sosyal medyada bir kademe daha popi olma çabasına girersiniz. Birimizde özgün bir şey yok lan, birimiz "Ben benim ulan! diyemiyoruz. Bebelere sorsak ya Doktor olmak istiyor ya Hukukçu. Birisi demiyor ben "İletişim tasarımcı olacağım ulan! Sikerler sayısalı fen bilgisini." (Faruk Tapsız kardeşime derin saygım var bu konudan dolayı).Neden?! Çünkü insanlar ne düşünür sonra bizim hakkımızda, Doktor olunca bize hekim derler daha cool dururuz çünkü, makam mevki şöhret ardından gelen karı kızla şehvet çünkü, oraları okumadığımız zaman ya insanlar bizi eleştirirse çünkü. Ağzına sıçayım o "İnsanlar"ın. "İnsanları sevmesen de onlarla geçinmek zorundasın" düşüncesini savunanların da ağzına sıçayım, "Erkek adam ağlamaz" diyenin de ağzına sıçayım.
 Basma kalıplarınıza da sıçayım, bize zorla dayatılan şeylere de sıçayım. Bunu okurken "Aa ne kadar boş küfür etmiş yaa" diyen kişi, senin de ağzına sıçayım.

25 Ağustos 2014 Pazartesi

Yine Bi Daire

Belki de hayır
Yarına kadar
Dinlerim ben seni, usanmam
Hiç bu kadar konuşan biri de görmedim, tabii
Hiç bu kadar dehşetle, hışımla konuşanını da
Hiç bu kadar buyurgan, nazik konuşanını görmemiştim
Mest etti güzelliğin beni
Kirpiklerinle
Siyah
Uyutmıycaksın beni
Gözümün önünde yeşillerinle
Daha ne kadar salınacaksın böyle
Otur ki bulsun kendini caanım
Otur da açılsın gözlerim
Sol yanıma, ait olduğun yere
Gönül, gel otur hele şöyle

22 Ağustos 2014 Cuma

Neydim, Ne Oldum

 Saat 1:31. Size göre de 9:31. Değişik duygular içerisindeyim, hepinizin genellikle içinde olduğu ama açıklayamadığı durum: Mutsuz hissediyorum ama neden? Neden? Birilerinin bize nasılsın demesini bekliyoruz sanki. Kimin? Bir yandan da kimse sormasın nasıl olduğumuzu diyoruz. Sorduğu zaman da içimizden "Gözlerimin içine baka baka nasıl sorarsın lan bunu bana" diyoruz. Neden? Çok uçlu boklu değnek.
 Müzik dediğin insanı mutluyken mutsuz, mutsuzken mutlu yapabilmeli derim hep. Yarım saat öncesinde iyi hissediyordum kendimi, bir şarkı açtım, dinledim. Tekrar dinledim, tekrar dinledim, tekrar, tekrar... Çoğumuz yaparız bunu belki, 3 buçuk dakkalık şarkıya yıllarımızı yükleriz. Sonra dinleriz, yıllar olur beynimizde asırlarca yük, dert, sıkıntı, hasret, hüzün... 
 Person of Interest diye bir dizi var, ölmeden izlenmesi gereken dizilerden biri bence. Dizinin 1. sezon 21. bölümünü tekrar izledik arkadaşla, ve John reis bize şu soruyu yöneltti: "Seni hayata bağlayan biriyle tanışırsın ve daha iyi biri olursun. Peki o kişi hayatından çıktığı zaman nasıl biri olursun?" 
 Biri hayatınıza girer, sizi sizinle tanıştırır. "Bak bu kişi sensin aslında, bunlar senin içindeki zindanlardaydı, ben onları azad ettim. Hepsi aslında iyi kalpli ama azgın suçlular: Sevgi, özlem, şefkat, şehvet..." O size kendinizi tanıtırken çok iyi bir insan olmaya başlarsınız, daha duyarlı bir insan, daha mutlu bir insan, daha duygulu bir insan... Daha önce farketmediğiniz özellikleriniz, kabiliyetleriniz gün yüzüne çıkar: Şiir yazmaya başlarsınız, yazı yazmaya başlarsınız, resim çizmeye başlarsınız... Karşınızdakinin 1 saniyelik gülümsemesi için 1 haftanızı harcarsınız, belki daha fazlasını. Kendinize şaşırırsınız: "Bu ben miyim?", "Bu kelimeleri sarf eden ben miyim?", "Bu kadar nasıl bağlanabildim?", "Nasıl da bir parçam oluverdi hemen?" Her şeyiniz oluverir bir anda, her anınız oluverir, her anınız, her gülümsemeniz, her göz yaşınız, her hüznünüz, her nefesiniz... 
 Sonra o kişi gider, nefesiniz kesilir, gülümsemeniz kesilir, göz yaşları tükenir, anılarınız acılara dönüşür... Kendinizden hiç beklemediğiniz hareketlerle karşılarsınız, kendinize tutamayacağınız sözler verirsiniz, bozacağınız yeminler edersiniz, pişman olacağınız kararlar verirsiniz, unutmak istediğiniz geceler yaşarsınız, daha sonra küfürler edeceğiniz anlar olur. Ve değişirsiniz, tıpkı daha önce değiştiğiniz gibi ve değişime sebep olan kişi de aynıdır.
 Peki nasıl değişirsiniz, nasıl biri olursunuz, nasıl biri haline gelirsiniz?

20 Ağustos 2014 Çarşamba

Sanane

Okuldan, dershaneden, işten çıktınız ve eve gitmek üzere metroya, otobüse, vapura bindiniz. Mesai ve okul bitişi saati olduğu için metroda inanılmaz bir kalabalık var. Nefes alacak boşluk yok, yere iğne atsanız düşmeyi bırakın, yere iğne atamazsınız. Yorgunluktan ölüyorsunuz, bütün günün yorgunluğu ayaklarınızda dans ediyor ve ufukta bir boş koltuk size sırıtıyor. O kadar insan ayakta ama kimse oturmuyor: Son koltuk sendromu.
 Bir sürü insan ayakta ama değişik sebeplerden dolayı kimse o son koltuğa oturmuyor. Uzaktan uzaktan insanlar o boş koltukla cilveleşiyor. Biri vagonun başından koltuğun başına geliyor ama oturmuyor. Birisi çekingen olduğu için oturmuyor: Herkes o koltuğu keserken o koltuğa oturup dikkatleri üzerine çekmek istemiyor. Kimisi gururuna yedirmiyor, "Ayakta kalabilirim, o kadar insan ayakta ben de kalırım, o kadar yaşlanmadım ben." Yüzlerce insan yüzlerce sebep. Ama oturmuyor kimse, yorgunluktan geberse de, sırtında kendinden ağır çantası olsa da oturmuyor. Sebep ise "Başka insanlar".
 Markete gidiyorsun ve bir şeyler alıyorsun, ardından kasaya ödeme yapmaya gidiyorsun. Ve gözün kasiyer kızın kollarına ilişiyor ve kolları biraz tüylü. Eve gidiyorsun ve tweet atıyorsun "Kız benden yakışıklıydı."
 Kızılay'da Karanfil'de takılırken mor saçlı bir kız görüyorsun. Yanındaki arkadaşına hemen "İhihihi kızın saça bak, bu sene patlıcanların mahsülü erken olmuş heralde ihihihi" diyorsun.
 Yaşlı bir insansın ve otobüste önünde oturan genç bir çocuğa "Utanmıyor musun yaşından başından, delikanlı çocuksun yaşlıya yer vermiyorsun" dercesine bakıyorsun.
 Yine Kızılay'da akıyorsun ve küpeli uzun saçlı bir genç görüyorsun. İçinden "Erkek adam küpe mi takar, uzun saçlı mı olur, top mu bu, yuvarlah mı, geniş mi"...
 Sanane başka insanlardan, sen yorgunsun ve yorgunluktan ölüyorsun, otur o koltuğa evine gidene kadar dinlenmiş olursun. Sanane marketteki kızın kollarındaki kıllardan, belki kızın yetiştiği ailede veya kültürde böyle bir olay sıkıntılı değil. Sanane saçını mora boyatmış kızdan, bu kızın kendi zevki, kendi tarzı, kendi isteği. Sanane sana yer vermeyen gençten, belki onun kültüründe, yetiştirilme tarzında büyüklere yer vermemek ayıp değil, belki adam bütün gün eşek ölüsü kadar yük kaldırdı, belki bacağında bir rahatsızlık var? Sanane küpe takan, saçını uzun yapan erkekten. Kendi tarzı değil mi kardeşim, saçın kökü onda değil mi, LYS YGS stresinden dolayı bırak başındaki saçı kıçında kıl kalmamış dökülmekten elalemin saçını küpesini çekiştiriyorsun, sanane kardeşim sanane?
 Saygı duyacaksın ya, kim ne yaparsa yapsın saygı duyacaksın. Açıp kalbine mi baktın da hükmü veriyorsun direk o adamla ilgili? İnsan sarrafı mısın sen? Milyonlarca farklı dünya, milyonlarca farklı düşünce, milyonlarca farklı görüş... Nerden biliyorsun onun iç dünyasını? Bilemezsin ki, o kadar fazla olasılık var ki kafayı yersin. Saygı duyup geçeceksin, ön yargılarını yıkacaksın, kendine göre yorumlamayacaksın.
 Sanane yani, kime ne?!

16 Ağustos 2014 Cumartesi

Para Para Para (2)

 Konuşma etkinliğindeki bir diğer soru da şuydu: Sizce bir kişinin ne kadar geliri olursa o kişinin mutlu bir hayatı olur. Bizim Arab arkadaşımız hemen atladı ve dedi ki: "6 bin dolar bence güzel bir gelir olur. Herkes istediğini alır istediğini yapar...". Evet 6bin dolar güzel bir gelir. Bir bakalım neler yapabiliriz 6bin dolar gelirle... Türk Lirasına çevirirsek yaklaşık 13bin TL falan oluyor. 13bin TL gelirle  de istediğini yaparsın sanırım. Güzel iki katlı geniş bir evin olur, güzel bir araban olur, evini en güzel mobilya ve ev aksesuarlarıyla donatabilirsin. Arkadaşlarınla gezip tozarsın, pahalı yerlere restoranlara gidebilirsin. En güzeli de herkes bunları yapabilir, çünkü herkesin 13bin lirası var! Yaşasın pamuk şekeeeer ihihiihihihih.
 Hayır.
 Etrafınıza bakın, ne gördünüz? Binalar. Ondan dolayı etrafınıza bakmayın vazgeçtim, hayal edin: Bir ot fotosentez ya da kemosentez ya da daha basit bir deyişle kendi besinini kendisi yaparak besleniyor, bir otçul hayvan da o otu yiyerek besleniyor, bir etçil hayvan da o otu yiyen hayvanı yiyerek besleniyor... Doğada güçlü olan zayıf olanı yiyor. Hayat Bilgisi dersinde öğrendiğiniz besin zinciri konusu işte. Peki herkesin 13bin lira gelri olunca ne olur? Ekmek bin lira olur. Herkesin 13bin lira geliri olunca o 13bin lira fakir maaşı olur. Ya da bir adamın dilenciye  attığı para 13bin lira olur. Herkesin 13bin lira geliri olunca 13bin lira gelirinin olması seni zengin etmez, aksine seni en sıradan kişi yapar. Ve 50bin lira geliri olan insanlar seni ezer, sen yine fakir olursun. 100bin lira geliri olan insan  da 50bin lira geliri olan insanı ezer... 
 Hala bir iş yerine gittiğinde bir memurun bir çaycıya "Nerde kaldı Mehmet bu kahveler yeaaaa" diye bağırdığını görürsün. Hemen ardından Patron'un da Osman'a "Osman dün verdiğim dosyalar nerede Osmaaağğğnnnnnn!!!!" diye bağırdığını görürsün. 
 Herkesin eşit olduğu bir Dünya hiç bir zaman olmayacak, pempe hayaller kurmaktan vazgeçin. "Herkesin 13bin lirası olsa yeaa ihihiih kimse aç kalmaz o zaman ihiihihih" olayını bırakın. Birileri birilerini ezmeye her zaman devam edecek.
 Ama herkes 60bin lira alsa fena olmaz bak.
 Şaka şaka

15 Ağustos 2014 Cuma

FUCK!

   Kafayı yiycem. Dönüyorum, dolaşıyorum. Bişiyler olduğunu zannediyorum. Ahan da göründü bişiy, oluyo falan diyorum bazan. Ama yok, yine geldiğim nokta başladığım nokta oluyo. İlerleyemiyorum bi türlü.

   Son bi senede yüzlerce insanla tanıştım, bissürü kitap karıştırdım. Gezdim, çalıştım, denedim, keşfettim. Biçok şey değişiyo gibi oldu hayatımda. Ama hala aynı gökyüzüne bakıyo, aynı ayı seyrediyorum geceleri. Süprizler bitmiyo, şaşırmalar bitmiyo, tecelli kesilmiyo abi. Her an farklı geliyo. Yağıyo resmen. Ama hala sabahları zor uyanıyorum, hala zor uyuyorum geceleri. Her şey değişiyo, ama değişen bişiy yok. FUCK!

   Kılıktan kılığa sokuyolar abi adamı bu yolda. Hazırlıklı ol ! Kimi zaman melek, kimi zaman şeytan oluyosun. Kimi zaman deli, kimi zaman cinyıs oluyosun. Haç takıyolar boynuna, öle gezdiriyolar bazen Kızılay'ı; kimi zaman geliyo küpeyle risale sohbeti yapıyosun. Aşk geliyo yanına oturuyo bazen; ahh en eğlencelisi de o oluyo zati. Ağlamalı sümüklü bişiy oluyo ama hoşuna gidiyo o da emin ol. Bu yolda hep mutlusun zaten, onu dert etme.
   Bi kere, yapmam dediğin her şeyi yapacaksın bunu da unutma!

13 Ağustos 2014 Çarşamba

Para Para Para

 Amerika'da 3. günüm. Merak etmeyin her gün saçmalamayacağım, ilginç şeyler olursa yazacağım. Bugün kendimi meydandan okula giderken gerçekten mutlu hissettim, tam neden sunamam ama sanırım içinde bulunduğum durumdan memnunum. Bu güzel bir şey benim için zira bayadır tam olarak böyle hissetmedim.
 Bugün okula vardım ve yeni sınıfıma doğru yol aldım. Heyecanlıydım çünkü yeni yüzler yeni insanlar beni bekliyordu. Biraz da bir çekimserlik vardı üzerimde çünkü mevcut bulunan bir sınıfa katılacaktım. Yani herkes yeni değildi sadece ben yeniydim. Sınıfa girdim, girer girmez de bir muhabbet etme etkinliği içinde buldum kendimi. Bunun yardımıyla da ortama hızlıca alıştım. 
 Gün içerisinde çeşit çeşit konuşma konuları oldu ama benim sizlere anlatacağım kısım "para" içerikli olan olacak. Sorunun biri şu şekildeydi: Para insanı mutlu eder mi? Benim ve genelin verdiği cevap şu oldu: Etmez. 
 Şimdi bana "Paran varsa her şeyi yaparsın, paran varsa mutlusundur, paran varsa her şeyi satın alırsın; mutluluk dahil" çekmeyin gençler. Tabi ki huzurlu, daha az sıkıntılı, rahat bir hayat için para lazım. Burada herkes hemfikir. Ama para mutluluk değildir, para sizi daha mutlu yapmayacak. Aksine para sizi daha hırslı ve daha sıkıntılı bir hale getirecek. Burada anlatmak istediğim miktar "çok fazla" miktar. Sizlerin hayalini kurduğunuz bol sıfırlı miktarlar. İnsanoğlunun doğduğundan beri yüzleştiği bir şey vardır, bu şey "Maymun iştahlılık"tır. İnsan doymaz, bebekken daha fazla meme emmek kafandadır, neden bu kafandadır? Çünkü annen seni senin istediğin kadar emzirmez ve bunu değiştiremezsin. Çocuk olduğun zaman benzinle çalışan bir uzaktan kumandalı arabanın hayalini kurarsın, neden kurarsın? Çünkü senin uzaktan kumandalı araban daha yavaştır ve daha ucuzdur ve sen hep o arabaya sahip olacaksındır. Genç bir yaşa gelince 100 bin liranın hayalini kurarsın, neden kurarsın? Çünkü o para sana çok fazla geliyordur ve hiç sahip olamayacağını düşünürsün. Sonra orta yaşlara gelirsin ve 100 bin liran vardır, bu sefer ne yaparsın? 1 milyon liranın hayalini kurarsın...
 İnsanoğlu doyumsuzdur, hep sahip olduğunun daha fazlasını ister, hep daha iyisini. iPhone 4S piyasa çıkar ve 1 yıl sonra iPhone 5 tanıtılır. Ve senin elindeki telefon sana artık eski gelir, halbuki senin işinde, günlük hayattaki kullanımında çok iyi bir performans artışı sağlayacak bir teknolojik gelişme yoktur, ama o daha iyidir, daha pahalıdır ve o telefonu arkadaşlarınla yemek yerken masanın üstüne koyup artistlik taslamak için ihtiyacın vardır. Ve sen ne yaparsın, elindekini bir kenara koyarsın ve 12 taksitle yeni bir iPhone 5 alırsın. Dolabında yiyecek etin sebzen yoktur, ama metroda okey oynayabileceğin bir iPhone 5'in vardır. Ne mutlu sana. 
 Bir anda piyangonun size çıktığını düşünün, ya da bir akrabanızdan size yüksek meblalarda miras para kaldı diyelim. Ne olurdu? Çok mu mutlu olurdunuz. İlk bakışta evet, kim mutlu olmaz ki? Hayal edemeyeceğiniz kadar para değil mi? Her şeyi satın alabilirsiniz; istediğiniz istemediğiniz ne varsa... Peki ya sonra? Büyük bir ev aldınız. Ama bulunduğunuz yerden alamadınız çünkü orası normal bir mahalle. Bundan dolayı şehrin biraz dışından bir yer tuttunuz. Belki başka bir şehirde ya da ülkede. Mecburen arkadaşlarınızdan tanıdıklarınızdan uzaklaşmış oldunuz. Çok samimi olduğunuz arkadaşlarınız artık sizden çok uzakta olmuş oldu. Koskacaman bir eviniz var, ama içinde tek başınasınız. Zenginliğinizi gösterebileceğiniz bir yakınınız bile kalmadı civarınızda. Havuzunda tek başınıza yüzdünüz, bahçesinde tek başınıza güneşlendiniz ve bulunduğunuz yerin civarında süper lüks arabanızla tek başınıza bir tur attınız. Ne kadar eğlenceli değil mi?
 Yani çok para seni mutlu etmeyecektir, belki daha mutsuz ve stresli hale getirecektir. Bakın şimdiki ünlülere, onların şu an sahip oldukları en önemli şey kocaman araziler üzerine kurulmuş evleri değil, ya da altın kaplama arabaları da değil, binlerce dolar harcadıkları terapistleri. Çünkü bir sürü psikolojik sıkıntıları var, gece yastıklarını kafalarını rahatça koyup uyuyamazlar bile uyku hapı olmadan. Ama adamlar tabiri caizse para sıçıyor, neden böyleler peki?

12 Ağustos 2014 Salı

Açıklama Yapan Abla

 Bugün Amerika'da 2. günüm. Bir kaç endişem bir kaç korkum -tabi ki- var. Yepyeni bir mekan yeni bir hayat, bir de bir kaç sıkıntı patlak verince iyice gözümüz korktu. Ama geçer sanırım, neler geçmedi değil mi? Eve yerleştik, yeni hattı aldık, valizi yerleştirdik derken kurs vakti geldi. Bir arkadaşla beraber çıktık dışarı metroya bindik, buradan 45 dakika şehir merkezi, kurs da şehir merkezinde.
 Metroya bindik, görseniz, çekik gözlüsü mü dersin, çikolata derili mi dersin, mor saçlı mı dersin, kel ama kız mı dersin, zenci mi dersin, ne dersen de abi hepsi vardı. Önce bir gülümsedim istemsiz, içimden "Vay anasını" nidası yükseldi istemsizce. Kendi kendime dedim "Siz nasıl huzur içinde yaşıyorsunuz lan?! Kendinize gelin azıcık. Şşt kel senin şu siyah olana laf atman lazım, siyah olan senin de beyaza laf atman lazım. Lan siyah, oğlum yıllarca ezdiler seni, sen nasıl böyle rahat oturuyorsun kulağında kulaklıklarla ?! Bizim memlekette insanlar üç beş düşünce etrafında birleşiyorlar ve hepsi birbiri ile it dalaşı içinde. Burada yüzlerce farklı düşünce, kafa yapısı var ama huzur içindesiniz, oğlum siz ne ayaksınız?!"
 Yol bitti  indik, metrodan çıkarken zaten koca koca binalar bizi karşıladı ufukta. Yine ağız kulaklarda tabi, merdivenleri çıktım, etrafımda tam bir tur attım: "Vay be." Sağımda bir evsiz adam Coca Cola bardağını önüne koymuş dileniyor, bu arada önümden bir Challenger araba geçiyor. Sabah tabi iş saati, ellerinde kahveleri takım elbiseli abiler vızır vızır. Pantolonu neredeyse dirseğine kadar inmiş bir zenci kendine has aksanıyla bir şeyler söylüyor. Anlamadım tabi oğlum bismillah daha.
 Kurs yerine vardık, asansöre bindik, ilgili kata çıktık. Abi...
 Çarşaflı mı dersin, neredeyse çıplağı mı dersin, Arab'ı mı dersin, İtalyanı mı dersin, Rus'u mu dersin bütün Dünya ortaya karışık bildiğin. İçimden dedim "Allah'ım ben nereye geldim?" İçimi bir korku sardı, herkes birbiriyle konuşuyor gülüşüyor, biri birine bir espri patlatıyor diğeri kahkaha atıyor. Diyorum kendi kendime "Ben nasıl adapte olacağım bunlara, nasıl alışacağım bu ortama." Sıraya girdim, görevli kadının karşısına geçtim, bir görseniz bütün İngilizcem ayaklar altında. Geçmişle şimdiki zamanı bir arada kullanmak mı dersiniz, His yerine Her demek mi dersiniz...
 Sonra solumdaki elemanı daha net duymaya başladım. Bir baktım eleman beyninde hangi kelime varsa sıralıyor, grammar falan yalan yani yok öyle bir şey, dedim içimdenn "Elemandaki rahatlığa bakar mısın?" Karşısındaki abla da baya gülüyor anlıyor da yani. Dedim "Allah'ım grammar sana emanet." Ondan sonra kendimi bir rahatttım, kaslarımın gevşediğini hissetim resmen ve gerçekten de çok rahat bir şekilde derdimi anlatmaya başladığımı farkettim. Rahat olacaksın usta, kasmayacaksın kendini.
 İçimde hala bir yabancılık bir tırsma var tabi. Bilgisayar testine girdim kurumu belirlemeleri için, sonra bir konuşma oldu bir ablayla, sonra başka bir abla da beni bir sınıfa götürdü. Bu arada çalışan herkes Bayan. Bir kadın biraz sonra olacak olan konuşmada başarılarını bu olaya bağladı, çalışanlarının hepsinin kadın olmasına. Esprili bir anlatımda ama kim bilir,  belki de gerçekten bu başarılı olmalarında bir etmendir. Neyse sonra girdim sınıfa bir belge doldurdum bir kağıda. Bir abla geldi  Chicago hakkında genel bilgiler verdi ve sonra burada kalacağım zaman boyunca unutamayacağım şu cümleler sarfetti:
 "Chicago oldukça güvenli bir şehir, merkezinde 10 buçuğa kadar oldukça güvenli bir şekilde takılabilirsiniz, içiniz rahat olsun. Ama yine de o saatlerde grup olarak takılmaya çalışın, toplu taşıtlara grup olarak binin, en az iki kişi olacak şekilde...
 Yanınızda değerli elektronik bir eşya taşıyorsanız hiç bir zaman gözünüzün önünden ayırmayın, bir keresinde arkadaşım telefonunu masaya koyup bana dönüp bir şeyler söyledi ve geri döndüğünde telefon orada yoktu, bundan dolayı dikkatli olun her zaman...
 Ulaşımla ilgili olarak 100 dolar verip 1 ay boyunca tamamen sınırsız olan paketi içeren Venttra'yı kullanmanızı öneririm (Ventra buranın Ego kartı). Sizin için daha ekonomik olur, biliyorum 100 dolar oldukça fazla bir miktar ama her binişinizde bir bilet alınca daha fazla ödemiş olursunuz"  ve bir kaç tane daha...
 Bunları unutmayacağım dedim ama önemli bilgiler oldukları için değil. Aynı bilgileri bana kursa gitmeden önce ev ahalisi de verdi. Bunları unutmayacağım çünkü beni ilk defa gören biri benim güvenliğim için, cebimdeki para için, ya da kişisel eşyalarıma dikkat edeyim diye bana bu önerileri verdi. Umrunda olmayabilirdi, dersini verir şehri tanıtır geçerdi. Ama  O bunları slayta bağlı olarak da söylemedi, bunları kendisi bağımsız olarak slayt ardından söyledi, neden söylesin ki, O'na ne?
 Şimdi sizleri 5 dakikalığına düşünmeye sevk ediyorum, sadece karşılaştırın, bizim eğitimcilerimizle karşılaştırın. Sizleri 5 dakikalık saygı duruşuna davet ediyorum.

11 Ağustos 2014 Pazartesi

Hu



Buğu hâkim Ankara’da.

Kelimelerin yok kıymeti bugün, yarın da.

Hiçbi gün.

Sönmüş bir sigara, ya da başka bi şey tarife muktedir ancak bunu.

Onca şeye rağmen, monadoloji kokuyo dört bi yan.

Leibniz'siz bir gün daha geldi, gidiyor işte.

Gözlerini kısmış bir aziz dua ediyor.

Bir derviş selamı duyuluyor yakınlardan.

Gökyüzüne bakan bir çift göz, dumanların arasından...

Bekliyor onu, onunla.


 

9 Ağustos 2014 Cumartesi

Özlem Var Yine, Davet Yok Bu Kez

Bu bir sürgündü aslında
Değiştin en mutlu aile tablolarını bir yalnızlığa
Ve gittin
Tam senin kusursuz olduğunu düşündüğüm zaman
Sana her an ihtiyacım olacağını anladığım zaman
Sürgünün kutsallığına inanıp bir yaz günü
Bana bütün özlemleri aratıp dördüncü sabahtan
"Allah'a emanet" deyip çok sarılmadan
Gittin.
Kalsaydın ağlardım, bildin
Ama ben geçen kışı unutmadım
Bana ne kadar değer vermiştin
Ya da ben sendeki kıymetimi yeni anlaşmıştım.
Söz verdiğin gibi erkenden
Gittin.
Gecelerin bana emanet şimdi
Artık kuran okuyuşunla uyanmıyor olsam da
Boş görsem de salonda seccadenin yerini
Kimse elimden tutup uyandırmıyorsa da beni geceleri.
Annem de bana emanet
Yalnız uyuyamaz, korkar, biliyorsun
Gittiğinden beri onun yanında yatıyorum
Onu merak edip bana soruyorsun
Ama ben ona hiç söylemiyorum
Arada seni özleyip nuraylanmasa her şey yolunda
Ha bi de sabah erkenden odanın penceresini açıyor, üşüyorum
Huysuz kadın, aynı işte.
Hâlâ English Home'dan mesaj gelince soluğu orda alıyoruz,
Bunu da bil istedim de.
Şimdi sen yoksun ya 
Bütün elektronik eşyalarını şarj ettiğin priz artık boş
Orayı görünce bile duygulanıyor bu koca kızın
Geceleri kapımızda anahtar sesi yok
Sanırım bu da en zor tarafı yalnızlığın.
Balkondaki televizyonu da mutfağa taşıdık
Bilirsin, bizde kimse keyfine düşkün değil senin kadar
Kitaplarını da burda bırakmışsın
Kitaplığın da bana emanet
Sen yoksun
Normalde olsa geceleri yalnız kalkmaya korkardım
Ama artık korkmuyorum
Sen hâlâ evin içindeymişsin gibi yani.
 Annemin çantasında cüzdanın yok
Ama elin üzerimizde, biliyorum
Yine bir özlem var şiirlerimde
Ömürlük sevgilime
Kısacık ömrümde bana en çok değer veren Adam'a
Kimsenin onun gibi olamayacağı sevgilime
Ama davet yok bu kez
Çağırırsam küfür bilir o yalnız.
Bizim kavuşmamız sanki bir dahaki kışa,
O yüzden bundan gayrı alış yalnızlığa.

Jogging In The Dark



   “Komünist Manifesto” yu okuyorum son zamanlarda, bitmek üzere. Nesin Matematik Köy’ ünde biraz tattığım komünal yaşam iyiden iyiye güzel gelmeye başladı bana. Ama daha bu konularda kesin bi yargıya varabilmek için çok erken benim için.
   Ramazan’ın sonuna yaklaştık artık. Bi haftadan az kaldı bitmesine. Diğer aylardan çok farklı olmadı benim için. Zaten böle olmasını isterdim, mutluyum o yüzden. Ama şunu fark ettim ki sanat, ancak bi diyalektik, zıtların bütünlüğü, çatışma içinde neşv ü neva buluyo. Uzun zamandır yazamıyorum, çizemiyorum. Gelen giden yok. Sanıyorum bundan ötürü. Yazdığım, çizdiğim zamanlar hep öyle zamanlardı. Köşeye sıkıştığım, bunaldığım, koşuşturduğum dönemlerdi hep. Şu an bunlardan mahrumum. Mutlu muyum ? İlginç bi şekilde, evet. Onlarla mutlu muydum ? Doğal bi şekilde, evet.
   Bu arada üniversite belli oldu. Fransızcayı soktum hayatıma. (Fransızca Müt-Ter) Hayatımın bi parçası yaptım bi “tık” ile. Belki üzerinden para kazanacağım vazgeçilmez bişey oldu benim için. (Neyse, iyi ki paradan vazgeçebilirim) Belki de hayır. Kim bilir ? Karanlıkta atılmış bir adım daha işte!