Bu sana benim vasiyetim baba. Önce ölen kazanır…
Tatile gitmiştim. Her gün, öğlen güneşi sahili terk
eder terk etmez damlıyorduk denize. Ben diğerleri kadar kalmıyordum suda. Daha
yorulmadan hemen sahile dönüyordum. Kitabımdan bir bölüm bitiriyordum -ki o da
takriben bir dal sigaraya tekabül ediyordu- ve şezlongların biraz ilerisindeki
çakıl taşlarının yanına ilişiyordum. Deniz kabukları tek tük görülebiliyordu. Dalgaların
getirdiği hep çakıl taşlarıydı. Düz çizgili, daire desenli, kırık parçalı,
yumurta şekilli, elmas parıltılı, yosunlu, kumlu, renk renk… Her gün elimdeki
küçük market poşetini biraz daha doldurdum. En güzel taşları seçtim. Ellerimi
daldırıyor, taşların arasında gezdiriyordum. Gözlerimi daldırıyor, taşların
arasında gezdiriyordum. Gözbebeklerim vızır vızır. Ellerim nispeten yavaş. Ama
ikisi de tamamen rastgele. Daha güzel taşlar bulabilmek istiyordum, daha ender
görülen taşlar… Ve daha çok olsunlar istiyordum… Bazı yöntemler denemiştim aslında bunun
için. Ama hiçbiri bir diğerinden daha etkili olmamıştı. Mesela bir keresinde
oturmadan toplamayı denedim. Sahilin bir ucundan bir ucuna gözlerimi yerden
kaldırmadan yürüyor, güzel taş gördükçe eğilip poşete atıyordum. Böylece
sahilin tümü gözden geçirilmiş oluyordu ama bu sefer de sadece yüzeydekilerle
yetinmiş oluyordum. Oturarak topladığımda ise bir adım ötesi her zaman için
bana daha “verimli topraklar” gibi görünüyordu. Düz bir çizgi halinde
toplamayı, suya daha yakın yerleri eşelemeyi, kaya diplerini kurcalamayı hatta
bir taşı rastgele sahile savurup düştüğü yeri kazmayı bile denemiştim. Nafile… Hepsinde
sonuç aynıydı. Sinir bozucu bir homojenlik vardı dalgaların getirdiği bu koca
dünyada. Fena olmaz mıydı yani güzel taşların toplandığı bir köşe olaydı şu
koca sahilin bir yerinde? Otursaydım yamacına, her elimi attığımda bir başka
güzele denk gelseydim… O beldede yoktu böyle bir dünya. Belki başka bir beldede…
İşte: O beldeyi bul baba.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder