6 Mart 2016 Pazar

Buz

Soğuk, yakacak kadar soğuk. Yani bi şekilde, dünyanın bir yarısında kışken, diğer yarısında yaz olması, hatta daha derine inecek olursak aynı toprak parçası üstünde birileri soğuktan donarken birilerinin sadece soğuktan ürperiyor olması fikri fazla... rahatsız edici.
Ya da çay suyu kaynarken limonataya buz atabilmek fikri... Demek istiyorum ki, soğuk ya. Sonra o buz ısınıp eriyor, su oluyor ya da suya karışıyor diyelim. Bu kadar kolay olmuyor her seferinde "buzları" eritebilmek.

Net hatırayabildiğim en son şey buz gibi, kaskatı olmuş parmaklarının sıkıca kenetlenmiş olduğuydu. Her zamanki sesler, aynı hızda atan kalbinin ritmi, odaya (sanırım) iki saatte bir giren sağlıkçılar, ilaçlar, donuk yüzünde çaktırmamaya çalıştığı acı ve pis, sinir bozucu hastane kokusuydu. Tahmin edebildiğiniz üzere dostlar, bu anlatacağım minik bi anı olacak, benim unutamadığım, ya da unutmak için uğraşmadığım buz gibi bi anı. Zaman kavramının belirsiz olduğu bi anı. Henüz tam başlamamışken uyarımı iliştireyim, benim için büyük ama muhtemelen siz sevgili okuyanlar için çok da matah olmayacak bi dizi cümleyle dolduracağım bi yazı olacak. Neyse, ne diyordum? Evet, buz.

Artık hastanedeki bi haftanın sonuna doğru gelmek üzereyken, geriye dönüp bakınca -yani en azından bi hafta öncesindeki görüntü ile kıyaslayınca- tamamen çökmüş birinin ciddi anlamda giderek öldüğüne şahit olduğumu fark etmeye başlamıştım, ama umut, biliyorsunuz fakirin ekmeği. Çok fazla sevdiğiniz birinin kablolarla monitöre bağlı, her gün giderek artan tarifsiz ağrılar çekerek öldüğüne kaç kez şahit oldunuz? Hiç bileğinize kaskatı, buz gibi soğuk parmakların sıkı sıkıya kenetlendiği oldu mu?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder