Filyos'a düşmüştü yine yolu. Hep tiyatro oyuncusu olmak istemişti ama
sahneye ilk ve son kez on iki yaşında çıkmıştı ya da on bir idi galiba.
Filyos'a gidip antik tiyatroya girince ellerini açıp Macbeth'den en
sevdiği kısmı söylerdi hep ;“Elime bulaşan kanı Neptün'ün tüm
okyanusları temizleyebilir mi? Hayır, tersine, tüm yeşil denizin sayısız
dalgalarını kızıl bir okyanusa dönüştüren bu el olacak"
Sahile
indi. Kumlara uzandı. Dalgaları dinliyordu, yine. Birden gülüşü aklına
geldi. Gülüşü. İşte o an, Karadeniz'e baktı. Beni Ege'ye götür diye
yalvardı. Gözlerini kapattı. Zonguldak'ın kıyısından ilerlemeye başladı.
Sakarya, Kocaeli ve İstanbul. Sessizdi İstanbul bu gece. Ya da yol
veriyordu iki kıta birden bana. Acaba onlar da gülüşünün ne kadar güzel
olduğunu biliyor mu? Umarım bilmiyorlardır. Kıskanırım. Çanakkaleyi de
geçtikten sonra birden gözlerini açtı. Mordoğan sahilinde buldu kendini.
Uzunada'nın deniz feneri gözünü kamaştırdı en başta. Çiçeklerin kokusu
başını döndürdü. Kumun arasında sanki bir ses onu çağırıyordu. Rüzgarın
kumları sürüklediği yere doğru yavaş yavaş ilerledi. Dolunay tepede tek
bir görev edinmişti kendine O'nu aydınlatmak. Ve O tam karşımdaydı.
Siyah paketinden birkaç sigara çıkmış, kapağın arasında kırılmaya yüz
tutmuş duruyor. Üstünde turuncu, hayır kiremit rengi bir hırka. Kısa
saçlarını savuran rüzgar ile burnu tamamen çıkıyordu meydana. Öpmek
istedim. Yaklaşamadım.
Korktum.
Uyandı. Yüzündeki kumları narin
elleriyle sildi. Saçlarını gözlerinden çekti. Dudakları, bir an alev
alev yanıyordu sanki. Gördüm. Gözleri, biraz daha parladı. Omuzlarını
yukarı çekti. Dudaklarını büzdü. Gözleri önce kuma, sonra benimkilere
gitti.
Ve güldü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder