15 Eylül 2020 Salı

Karanlığa Doğru

(Değişken ruh halimi ifade etmek istediğim parça. Yazının herhangi bir kısmında bunu dinlemedim; ama karanlğımla ve yazıda anlattıklarımla ilgili aklıma gelen ilk parça hep bu.) 


Bugünlerde çok sık yazmaya başladım. İşin kötü tarafı, yazdıklarımı yayımlasam da, rahatlayamamaya başladım. Birkaç gündür yine yayımlamalık bir yazı yazmaya çalışıyorum, ama o fikir bir türlü dökülmüyor kaleme (telefondaki notlara). Kazandibi'nin (ehe selam) son yazısını ilham aldığım, bu aralar yaptıklarım ve çok daha fazlasıyla yapamadıklarımı anlatacağım, kurgudan uzak bir yazı. Ama yazmıyorum. Onu bile yapmıyorum. - Bu yazıyı bile yazmıyorum lan doğru dürüst. Ara verdim, ne yazacağımı unuttum anasını satayım. - Gerçekten neredeyse bir aydır - aslında daha fazlası, ama son zamanlardaki tembelliğim üzerine tez yazılacak cinsten - hiçbir şey yapmıyorum, ve bu eylemsizlikle beraber düşüncelerimin gitmeye başladığı yerler beni korkutuyor.

Sürekli düşünüyorum sanki, ama düşünmüyorum. Düşünemiyorum. En basit şeyi bile düşünebilmekten aciz bir yaratığa dönüşmüş olduğumu farkediyorum düşünmem gereken zamanlarda esefle. Ve evet, bir insandan çok yaratık gibi hissediyorum yine. Düşüncelerim nispeten düzelmişti geçen Ağustos'tan beri; yılbaşına kadar olanki süreç, gerçekten o zamana kadar olabildiğim en iyi bendim lan. Seviyordum kendimi. Aslandım, kaplandım, kafasına koyduğunu yapandım er geç. Sonra okul bitti, daha doğrusu stajım kaldığı için bitemedi, döndüm evime. Evde beni bekleyen sevgi dolu ailem, ve onların göremediği canavarlara. Yıllarımı alıp gidem canavarlar; hepinizin eminim ki varlığını bildiği iblisler. Günlerim yine evde, tanıdık canavarlarımla geçmeye başladı; ama sanki düşünce dünyamla onlar da evrimleşmişti. Eskisi gibi acıtmıyor, daha sinsi bir rahatsızlık veriyorlardı.

"Niye yine buradasın?"
"Amına kodumun şehrine döndük gene"
"Eskişehir'de iyiydim ben yav"

Bilmiyorum, şehrin havasından mı, suyundan mı; çıkasım kalmadı evden. Dedim yokuş buralar, takılacam evde bir süre. Staj aradım Mart'a kadar, bulamadım. En yakın alternatif yaz, ona da bir şey kalmadı. Diyordum ki korona çıktı.

Öncelikle buradan ilan etmek isterim ki, gördüğüm ilk Çinli'yi sikeceğim. Böyle bir kaos, böyle bir kitlesel korku imkansızdı bu devirde. Önce Wuhan, ardından bütün Çin, ardından yavaş yavaş dökülen ülkeler. Filipinler, Avrupa, Amerika... Biz. İlk zamanlar müthiş bir korku hissettim bebeler. Yendiğimi sandığım anksiyetem eskisinden de heybetli dönmüştü; zira işin ucu annemle babama dokunuyordu. Çıkmamaları için verdiğim kavgalar, sürekli insanlardan vebalılarmışcasına uzak durmalar, market/pazar işlerini babadan tamamen devralmalar. Yok anasını satayım, çıktım kontrolden tamamen. Daha doğrusu kontrol manyağı oldum yine; ki terapide özümsediğim ilk şeydi bir şeyleri kontrol edemeyeceğim -insanları HİÇ edemeyeceğim. Karantina derken baktık bu iş uzayacak, dedim oğlum alış bu işe. Dikkat ederken yeme kafayı. Yavaş yavaş gevşedi önlemler, ben hala yay gibi gerginim. Hafif gevşiyorum, ama sağlıklı bir düşünce yapısından uzak olduğum belli; kaptırdım kendimi korkularıma.

Koronadan önce, farklı, özel bir sıkıntımla ilgili yeni bulgulara ulaşmıştım. Sorunu en azından sınıflandırabilen, ama çok bilinmeyen bir bir kategoriye sokan sonuçlar. O sonuçlardan ilerleyerek çektiğim sıkıntıların benzerini çeken, çekmekte olan ve kendimi biraz daha rahat anlatabileceğim başka bir forum buldum. Anlattım. İyi de geldi bir süre. Ama sonuç olarak, iradenin düşüklüğü sıkıntılı durum kekelerim; RPG/FRP tarzı oyunlara meraklı olanlar bilirler. Tıpkı hayatımdaki çoğu olumlu süreç gibi, bu da uzun sürmedi; bu durumu kendimi daha da 'acındırabileceğim' bir koz olarak yer ettim kendimde. Kurbanı olabileceğim yeni bir olay buldum kendime. Oraya da yazmıyorum artık zaten; yazmak, bu yazıda da hissettiğim kadarıyla, artık iyi gelmiyor çünkü. Birine, birilerine değil, havaya salmak dertleri yorucu.

Belki de yorucu olan acındıramamaktır kendini; muhatap bulamamaktır. Kim bilir?

Evde kalmaya alışık bir insan olduğum halde (hatta çoğunlukla evde yaşadığım halde), evden çıkamamanın ağırlığı da çöktü bir süre sonra. Yahu bir şeyi isteyerek yapmamakla zorunluluktan yapamamak arasında ne kadar fark varmış! Eskişehir'deyken yaptığım günlük yürüyüşler ve gezintilere ara vermiştim vermesine, ama bir süre sonra markete bile korkarak çıkar oldum; ilk karantina günleri. Otobüse rahat rahat binmeyi özledim olm. Dar mekanda biriyle karşılaştığımda vücudumu kasmamayı özledim.

Kasmak ya! Kasmıyordum abi bir süre. Ki hayatını neredeyse tamamen kasarak, topluma uyabilmek için rol yaparak geçiren biri için kasmamak, doğal doğal olmak çok önemli mevzu (yapay doğal değil, ki en iyi olduğum konudur). Gerçi artık kimseyle ilişkim kalmadığından, son durum nedir onu bile bilmiyorum doğru dürüst; ama en yakın arkadaşlarımla bile yavaş yavaş, düşünerek konuşmaya başladıysam her şeyi A noktasından öğrenecek kıvama gelmişim demektir.

Staj işi yazın başındaki normalleşme sürecinde bir çözülecek gibi oldu, çözülmedi. Sonrasında caaağnım okulum benim gibi başarısız öğrencilerine acımış olacağından yeni bir staj imkanı ayarladı; okuldan müsait olan bir hoğjamla istediği bir konuda staj yapabilecektim. Allah'tan her yönüyle çok iyi bir hocama yaptığım başvuruyu kabul etti kendisi; dahası öyle ciddi bir görev de vermedi yirmi günlük bir süre için. Tabii ki ben de üzerime düşeni yaparak bu iyi niyetini suistimal ettim ve görevimi son haftaya sıkıştırdım. Gönderdim iki üç taslak sonrası. Beğendi. Bölüme teslim etti. Ben bölüm başkanına danıştım staj defterinin teslimi hususunu. O da pdf yoluyla rahatça halledilebilecek bir olay.

Stajım Temmuz sonu bitti. Şimdi Eylül ortası. Ve ben, sikindirik beş sayfalık defteri hala göndermedim, ve hala göndermeyi düşünmüyorum. Önce korktum kısa olmasından. Sonra imza işini nasıl halledeceğimizi bilemedim (hala bilmiyorum. Soramıyorum bölüm başkanına o kadar mesaj üzerine zamandan sonra). Farkettim ki mezun olmamın en son ayağı bu defter. Teslim edersem bitecek. Ama insan iki ay tereddüt etmez böyle bir şey için. Bu saf, katıksız, mantıksız ve ahlaksız bir tembellik. 'Erteleme hastalığı'nın sözlük tanımına girebilecek kadar net bir olay. Artık korkmuyorum da hiçbir şeyden, sadece yapmıyorum. Bıraktım içimde kendimi meşrulaştırmaya çalışmayı.

Yapmam gereken o kadar çok şey var ki - yapsam... Okunacak kitaplar, izlenecek filmler/diziler, yeniden öğrenilecek yığınla konu, 3-4 saatimi zor alacak bir staj defteri (o da sırf titizliğimden. Yaptığım işi özenli yaparım aga yaptığımda), aranacak en az yarım düzine insan (çok yakın olmadıklarım, ama kopmak istemediklerim), bakılacak işler... Yapmıyorum. Telefona bakıyorum anca mal gibi. Bazen oyun oynuyorum. Ondan da zevk alamaz oldum; zaten sildim oyunların çoğunu da. Olsalar ne değişecekti ki? Yaptığım hatadan daha çok zevk alırdım en fazla.

Arada bir de Pokemon izliyorum lan. Çok tatlılar! Charmander Charizard'a dönüşünce bırakacam onu da. Çekemem öyle artiz pokemonu.

Yapacak pek bir şeyi olmayınca (!), insan pek düşünmeye başlıyor haliyle. Ama aktif bir düşünme biçimi değil bu; arka planda sürekli dönerek zihni uzun vadede felç eden bir düşünce yapısı. Aylardır iyileştirmeye çalıştığım düşüncelerim, sanki tersini hiç denememişim gibi, hiç olmamış bir bardağın boş kısmına odaklanmaya başladı yine. Dahası, artık evrensel biçimde sürekli hissedilen ölüm tehdidi ile, çok daha pis, nahoş hallere büründü. Uzun zamandır dinlemekten kaçındığım iç karartıcı parçalar, (kendime göre) korku hikayeleri, sürekli beni yatağıma - telefonuma - çeken bir arka plan. Hayal kurması bile zevkli değil artık; ki kendisinin bağımlısıyımdır. Kurduğum hayaller de bir zamanlar kurduklarımın kopyası hep; karanlık, çirkin... Gerçek olmasını ayık kafayla asla isteyemeyeceğim, ama kendimleyken de vazgeçemediğim cehennem senaryoları.

Sonuç olarak, bulunduğum yer başladığım yere yaklaştı sanırım. Kendimi bulmak için çıktığım yolculuk hiç gerçekleşmemiş, beni uyandıran olaylar hiç yaşanmamış gibi. Kendi hayatımla ilgili ilk öğrendiğim şey olan beklememem, ertelememem dersini hiç almamışım gibi; ya da yarım kalan hayallere hiç şahit olmamışım. Kendimi hiç sevmemişim, hiçbir şey başarmamışım gibi. Yine yokmuşum gibi yani, hiç var olmamışım gibi her şey.

Biliyorum geçecek bu günler, kendime istediğim kadar zamanı tanıyorum o yüzden. Çürüklerin çıkması için her gün açıyorum penceremi; çıktıklarından değil ya, hava alabilmek için. Ama istediğim kadar çıkmaya uğraşsam da, çıkmak için bu kadar çaba, bu kadar zaman harcadığım çukura tek seferde tekrar düşmek ağrıma gidiyor. Kendime bu kadar söz geçirememek, kendimi görmezden gelmek yoruyor. En güzelim olması gereken zamanların bana ait olmaması üzüyor. Gerçi çok da şaşılacak bir şey yok bu işte; uyanmamı sağlayan trajedi bile benim değildi ki.

Son olarak, bu ibretlik, sıkıcı yazıyı buraya kadar okuyanlara söylemek isterim ki, sizin ben kaffffanıza sıçayım. Yapacak daha iyi işiniz yok mu lan sizin de?

Onun dışında teşekkür ederim. Gerçekten okuyanlara, gerçekten teşekkür ederim.

////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////

15 Eylül, ve yayınlıyorum yazıyı. Korona kısmının sürpriz sonunu buradan vermek istedim, çünkü her ne kadar dibine kadar kopuk bir yazı olsa da güzel bağladım sonu. Ağustos'un ortasında o kadar korunan, hiçbir yere çıkmayan, insanlardan onlar vebalıymışcasına uzak duran ben, korona oldum ağalar. 14 gün karantina, ilk günler çektiğim ateş sıkıntısı ve yaklaşık bir hafta süren ciğer ağrısı dışında bir sıkıntım olmadı şükür. İşin ilginci ne o hafta temasa girdiğim insanlar, ne de ailem; kimseye bulaşmadı benden başka. Bu hastalıkla ilgili en çok korktuğum sıkıntının bir başkasına bulaştırmak olduğu düşünüldüğünde, kişisel şansımın tuhaf boyutları bir kez daha çıkıyor ortaya.

Bugün Eylül ortası, ve fabrikalarında çıkan mini salgından ötürü bir 14 gün de babam yedi (ki öncesinde benden de yemiştiler 14 gün). Hafiften öksürüyor, boğazı gıcıklanıyormuş. Sanırım cağnım vayrusımız bir kez daha evimizde. Bu salgınla ilgili en çok korktuğum bir diğer sıkıntı da buydu zaten. Bunun kaçarı yoktu ama... Sanırım hepimiz en az bir kez haşır neşir olacaz bu arkadaşla. Tabii en nihaî dileğimiz artık kendisini görmemek, sevdiklerimize zarar vermeden.

Staj işinin de en acı tarafı ailemin sürekli baskısından sıkılıp yalan söylemiş olmam onlara. Gönderdim dedim staj defterini, yeni döneme kadar vaktim varken. Halloldu dedim sürekli söylemelerinden sıkıldığım için. Hala bilmiyorum hoca böyle bir defteri kabul eder mi... Niye etsin ki?

Bugün 12 Eylül. Nereye kadar yazacağımı bilmiyorum. Kafamdakinden çok daha farklı ve sıkıcı bir yazı olacağı şimdiden belli. İki çay bardağı rakı içtim, o yüzden daha uzun yazabilirim sanırım. Ama istediğim kadar güzelleşmedi kafam, ortamdaki çürük kokusu hala duruyor.

Ayrıca başım ağrıyor. Taslakları da son yazıya eklesem mi diye düşünmeye başladım, çünkü ana yazıdan daha ilgi çekici kimse görmeyecek diye yazdıklarım. İki kişiye şimdiden selam çakmışken Amerikan filmlerindeki 'gönderme' hastalığına kadar yolu var bu işin. Ya da Özgür Turhan'ın.

13 Eylül'e girdik yazıyı yazarken. Bu yazıyı silmem en sonunda gibi duruyor ama, khayirlisi.

İlk taslak: Dün en son tam olarak bu kelimeyi yazdım. Allah belamı versin, ne yazacağımı bile hatırlamıyorum. Kusacağım konu çok: Azan kaygılarım, kurgularım, tembelliğim, göbeğim... Karantinanın başından beri doğru düzgün kimseyi arayıp sormamam, bu aralar HİÇ arayıp sormamam, ulaşmak istediklerime ısrarla ulaşmamam, beni hatırlamasını istediklerime kırgınlığım, staj defterini staj bitiminden neredeyse bir buçuk ay geçmesine rağmen ısrarla teslim etmeyişim, giderek karanlık ve bozuk şekillere bürünen hayallerim, ilişkiler hakkında artan merakım ve (deli sikti beni çünkü) isteğim... Konu çok, yazmıyorum. Bunu da yayınlamıyorum yazmadan, buradan ekleme yapacam. Buradaki salak taslağımı okuyacak olan gönlü hoş insanlara selam olsun. Ayrıca kazandibi, Makarov o son başlığı görse alayımızı siler olm. Araklamışın adamdan.

Ayrıca ilk taslak tarihi 11 Eylül. Cenabetlik var abi, kesin cenabetlik.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder