21
Eylül 2020
Bugün bütün günümü senin kitabını aramaya harcadım İlhami.
Evin her bir köşesine teker teker baktım. Yüzleşmek
istemediğim her şey sırayla gün yüzüne çıktı. Rafların kenarlarında, dolapların
en ücra kısımlarına sakladığım, ya da benden saklanmış her şey teker teker gün
yüzüne çıktı.
Bir albüm buldum. Fotoğraf albümü. Yıllar öncesine ait.
Semiha’nındı bu albüm. Ben böyle şeyleri hiçbir zaman bir araya getirmedim.
Anıların öldürülüp çerçeveletildiği bu resimleri.
Bir şeyleri albümleştirmeyi doldurulmuş hayvan
koleksiyonlarına benzettim hep. Fotoğraf çekilmeyi de hiç sevmedim zaten. Semiha
severdi ama.
Genelde benim fotoğraflarım vardı, fotoğrafçı o olduğu
için. Arada da onunkiler vardı. Benimkiler oldukça başarısız, kadrajı kötü
fotoğraflar, onun çektikleri ile benim çektiklerimi çok rahat ayırt
edebiliyorsun göz ile.
Balayımızdan bir fotoğraf vardı. Daha doğrusu balayına
giderken.
Arabadayız. Ben dikkatli bir şekilde yolu izliyorum. Bodrum yolu.
Saçlarım daha dökülmemiş. Göz altı torbalarım daha dolmamış. Ten rengim
yerinde.
Balayımızdansa hiç yoktu fotoğraf. Rüya gibi geçtiğinden olsa gerek.
Sadece sen ve ben.
Makinenin varlığını unutman hoş. Hayır, onu kıskanmıyorum.
Başka bir fotoğrafta yine ben, evin balkonundayım. Sigara
içiyorum. Kim bilir nereye bakıp neyi düşünüyorum, hatırlamıyorum.
Bir başkasında Semiha vardı, koltukta oturmuş kitap okuyor.
Kitabın adı seçilmiyor pek. Bütün varlığını kitaba yüklemiş gibi, oldukça
dikkatli, keskin bakışlar. Bulunduğu mekandan soyutlamış gibi kendini.
Düğünden fotoğraflar vardı. Bir tanesinde sen de vardın.
Seni takım elbise giymeye bir türlü ikna edememiştik. Saçma sapan bir gömlek ve
pantolonla sağdıçlığımı üstlenmiştin. Neymiş, masrafmış. Ben alayım dedim,
mesele para değil dedin. Mesele neyse artık. Semiha kızmıştı sana bayağı.
Sonra daraldım. Kapattım albümü, yine bir dolabın
arkasında şimdi. Büyük ihtimal bir daha açıp yüzüne bakmayacağım, ya da bakmak
istesem bile nerede olduğunu hatırlamayacağım.
Aramaya da gücüm olmayacak. Ya da ben olmayacağım.
Anılarım.
Yatak odamıza girdim sonra. Uzun süreden beri ilk defa.
Orada uyuyamadığımı fark ettiğimde çalışma odama taşınmıştım. Hoş, pek işe
yaramamıştı. Sonra uyku ilacı kullanmaya başladım.
Uyku ilacı kullanmaya başladığımdan beri rüyalarıma da
veda ettim. Uyumak sadece gözümü kapatıp açmaktan ibaret artık benim için.
Eskiden çok güzel rüyalar görürdüm. İlginç, aksiyonlu.
Rüyalarıma önem verirdim, uyandığımda hatırlamaya
çalışırdım. Senden sonra kayboldu bu alışkanlığım.
Sonra fark ettim ki, insanın
gerçek hayatta çok ilginç bir hayatı yoksa, uyandığında yaşayacakları ilgisini
pek çekmiyorsa, o zaman daha da bağlanıyor rüya alemine. Seninle tanıştıktan
sonra, gerçek hayatım daha ilginç, daha güzel geldi. Ben de rüyalarıma olan
ilgimi kaybettim. Senden sonra da rüyalarımı kaybettim.
Odana girdim, odamıza. Dolapları açtım. Yıllar geçmiş
olmasına rağmen, kokun çalındı yine burnuma. Kıyafetlerine sinen o kokun. Yatağa
uzandım sonra, yastığına sarıldım. Yine ağlayamadım.
Bütün sıkıntılarımın çözümü bir damla göz yaşının
arkasında gizlenmiş gibi.
Başımı kaldırdım, yatağın karşısındaki aynaya baktım.
Yatmadan saçlarını tararken o aynadan bana bakıp konuşmanı hatırladım. Bir an
seni gördüm sandım aynada. O sanrı yok oldu, kendimle kalakaldım. Buruşmuş,
çökmüş suratıma, birbirine geçmiş sakalıma, kafa derime zar zor tutunan
saçlarıma.
Odadan çıktım, aramaya devam ettim. Bulamadım kitabını
İlhami. Pes ettim ve odama girdim. Gözüm kitaplığa takıldı. Sonra gördüm seni,
kitabını.
Meğersem, şu vakte kadar orada duruyormuşsun. Beni
izliyormuşsun. Yavaş yavaş yok olmama, aklımı yitirmeme, çürümeme şahitmişsin
her an.
Aldım kitabını, saatlerce okudum. Bütün ödüllere layık bu
kitap İlhami. Bu kitabı herkes okumalı. Kuran değil başucu kitabı, bu kitap olmalı.
İnsanlar bu kitaba göre hayatlarını şekillendirmeli.
Kendisini dahi unutan bir Tanrı’ya göre değil.
21
Eylül 2020
Doktorun tavsiyesi üzerine, bir sosyal sorumluluk
projesine katıldım. Proje kapsamında, üniversite kampüslerinin girişinde
öğrencilere, sabahın köründe, çorba dağıttık.
Benimle beraber birkaç yaşlı daha vardı. İki tane kadın,
benim haricimde de bir erkek. Bir de dernekten birkaç genç.
Bu uygulamanın ilk günüydü. Öğrenciler, biraz şaşırmış
gibi, sıraya girmeden önce yanımıza gelip ne yaptığımızı sordular, aynı şeyi
söylemekten dilimde tüy bitti. “Çorba dağıtıyoruz öğrencilere”, “Ücretsiz mi?”,
“Evet ücretsiz”. Ama uygulamadan memnun gibilerdi.
Diğerleri yaptıkları işten çok memnun durdukları için, ben
de öyle durmak zorunda kaldım. Zorunlu bir gülücük taktım suratıma. Saatlerce aynı
hareketi yapmak bende kabir azabı çekiyormuşum gibi bir his yarattı.
Bardağı al, kepçeyi bandır, kepçeyi kaldır, bardağa koy,
öğrenciye ver. “Dilerseniz arkada ekmek de var” de ve iyi dersler dile. Altyazı
okumak gibi otomatik hale geldi bir yerden sonra.
Hepsi çorbasıyla beraber sevgi de saçtı etrafa. Allah
zihin açıklığı versinler, sizler bizim geleceğimizsinler gibi anlamsız, manasız
laflar eşliğinde derse uğurladık gençleri.
Bazıları uzatıp hangi bölümde olduğunu falan da sordu
başta. Sonra yüzlerce kişiyle aynı muhabbeti etmesi durumunda bunun koca bir
günü kaplayacağını anlamış olacaklar ki, bu manasız muhabbetlerden vazgeçtiler.
Çok şükür ki.
İş bitince moruklar birbirlerine feysbuk hesaplarını
sordular. Değişime ayak uyduran iki tanesi hemen oracıkta “ekleştiler”. Ne
demekse bu.
Bana sorduklarında da kullanmadığımı söyledim. Bana
feysbuk reklamı yapmamaları için de hemen terk ettim orayı. Zira eve gitmek
istiyordum.
Eve gelince düşündüm. Doktor bunu iyi hissedeceğimi
düşündüğü, ve diğer yaşlılardan aldığı geri dönüşlere göre bildiğini iddia
ettiği, için tavsiye etti ve bu işlerle uğraşan bir tanıdığına yönlendirdi.
Ama
ben iyi hissetmedim. O kalabalıktan ve curcunadan eve tekrar döndüğümde,
kendimi daha yalnız hissettim.
Uyuşturucu vermişler gibi bir şey oldu sanki. Bir daha
katılmak istediğimi fark ettim. Sonra düşündüm. Neden bunun bana iyi gelmesi
gerekiyordu diye.
Birileri için kendini ortaya koymak. O birileri genelde muhtaç
kişiler. Bir grup insanın, bir avuç insana kendi ihtiyaçları için bağımlı
olması. O bir avuç insanın bu yoksunluğu gidermeleri ve bu yüzden kendilerini
iyi hissetmeleri.
Adamak, der onlar bu olan bitene. Kendini başkalarına
adamak. Başkalarının iyiliği için kendini ortaya koymak. Koca bir yalandan
ibaret bu. Başkalarının değil, yine kendi iyiliğimiz için yaptık bunu.
Kendimizi iyi hissetmek için.
İnsanı iyi hissettiren temel şeylerden birinin aslında
ilgi göstermek değil de, ilgi görmek olduğuna kanaat getirdim sonra.
Birilerinin sana ilgi göstermesi, birilerinin sana ihtiyaç duyması. Sensiz
yapamayacak olduğu gerçeği, egoyu okşayan ve vahşice besleyen o his.
Bu yüzden mi çocuk yapmak istedin Semiha?
Benim sana olan
ihtiyacım sana yetmedi mi? Sana hem fiziken hem manen ihtiyaç duyacak bir başka
varlık daha mı istedin? Bu yüzden mi defalarca kavga ettik, travmalarımı ve
korkularımı defalarca uyandırdın?
O kadar istedin ve siktirolup gittin. Haklıymışım işte
bütün korkularımda.
Sırf sen kendini iyi hissedeceksin diye, anneliğini doyuracaksın
diye, birisi sana bağımlı olduğu için sen ilgi arsızlığını tatmin edeceksin
diye bu bokun içindeyiz şu an. Ve bütün yük benim omuzlarımda.
Omuzlarımdaydı.
Bir daha gitmeyeceğim bu saçmalığa. Benden başka bir ilgi
arsızını rahatça bulurlar zaten.
22
Eylül 2020
Derdin neydi İlhami?
Acın neydi de nasıl böylesine bir
karamsarlık abidesini doğurabildin? Nasıl bir sıkıntı ve karanlık içinde
yoğruldu da düşüncelerin, parmaklarından bu isyan çığlıkları, bu yok oluş
arzusu, bu yitip gitme özlemi dökülebildi?
Öyle bir insan gibi durmadın hiç dışarıya karşı. Hayat
doluydun. Sevgi doluydun. Neşe sıçardın etrafa. Senin yanında ben, muşmula
suratımla, adeta bir zıtlık yaratırdım. Bunun da ekmeğini çok yedim sayende.
Karamsar duruşum ilgisini çekerdi zira kadınların. Ama o
karamsarlığa adım attıktan sonra, kendilerini bataklıkta boğuluyor gibi
hissettikleri anda, kaçıverirlerdi benden.
Dışarıdan bu hal ilgi çekici gelir, ama gerçek hayata
geçmeye çalıştıklarında hep kaçarlar benim gibi insanlardan. Benim gibilerin
olduğu diziler, filmler, kitaplar hep çok satar, izlenir. Kendi hayatlarını
durmadan yıkıma götüren zavallı insanlar ilginç gelir.
Ama mesele ev geçindirmek olunca, akşam eve ekmek getirmek
olunca, çocuk bakmak olunca, sorumluluk sahibi olanlara giderler. O yüzden
Semiha’nın beni kabul etmesine şaşırmışımdır hep.
Ailenle aran iyiydi. Mutlu, birbirlerine sadık bir anne ve
babanın tek evladı olarak büyüdün. İyi okullardan mezunsun. Maddi hiçbir
sıkıntı çekmedin. Araban bile vardı. Ciğerlerin patlak vermeden önce sağlık
durumun da fena değildi.
Bu iyi profile rağmen, nasıl oldu da böylesine berbat bir
adamın portresini çizebildin. Beni mi röntgenledin yoksa İlhami?
Okuduğum bu adam, yazdığın bu enkaz, ben miyim? Babasıyla
olan savaşı, kendisiyle olan savaşı, kendisi olamayışıyla olan savaşı ve
sonundaki kaçınılmaz yenilgi. Bütün bunlar ben miyim?
Senin bir sıkıntın yoktu zira. Sen hep rol çaldın.
Başkalarının dertleriyle dertlendin. Başkalarının sancılarına ortak oldun. Bu
yüzden çevreciymiş gibi davrandın, bu yüzden savaş karşıtı eylemlere katıldın.
Afrikalara gidip su kuyusu falan açtırdın.
Bense bunların hiçbirine kafamı dahi kaldırmadım. Beni
teşvik ettin, bense benim derdim bana yeter dedim ve seni geçiştirdim.
Biliyordum ki senin bir diğer amacın da bütün bunlara
katılırken, dünyanın gebe kaldığı dertlerin sancılarını bastırmak değildi,
kadın avlamaktı. İyi de ekmeğini yedin.
Hatırlıyorum, bir gün, “Anlatmaya değer bir acısı olmayan
kimse, tarihte yerini alamamaya mahkumdur, ne kadar devinirse devinsin” dedin.
Van Gogh’u, İsa’yı örnek verdin.
İyi de İlhami, sen ne Van Gogh gibi takdir görmedin, ne de
İsa gibi çarmıha terk edildin.
Yine de yalnız hissettiğinden bahsederdin hep. Senin o
yalnızlık hissin, her daim yavşakça gelirdi bana. Yalnızlığı etrafında kimsenin
olmamasıyla eş değer görürdün. Utanmadan ben yanındayken, “kimsesizim Ali,
kimsesiz” derdin.
Halbuki yalnızlık böyle bir şey değil. Yalnızlık,
birilerinin yanında olmasını istemene rağmen kimseyi bulamamaktır.
Benimki gibi
işte, ya da kitaptaki Nedim gibi.
Sen, ben hariç herkesi ittin. Bazen beni bile
ittin ya işte, ben hep dönüp dolaşıp geri geldim.
Son dönüşüm çok uzun sürdü. Seni tersledim benle iletişim
kurmak istediğinde. “Ölüyorum oğlum ben” dedin, nasıl yani dedim, “Ölüyorum
işte, Samsun öldürdü beni” dedin de, öyle geldim.
Evet, senin gibiler, uzaktan bizim gibilere baktığında,
bizlerin acısını gördüğünde, bu acının çok değerli ve kutsal bir şey olduğunu,
bunu yaratıcı bir şeylere çevirmenin gerekli olduğunu, ve ancak böyle kişilerin
tarih tarafından hala anılmakta olduğunu düşünüyor olabilir.
Uzaktan diyorum bak, altını çizerim.
Ama şunun farkında değilsiniz. Bir çoğumuz, içimizdeki bu
katranımsı karanlığı, bu bitmek bilmeyen boğulma halini, yok olmak için yanıp
tutuşan ruhumuzu zaptetmeye çalışırken; bunu yaratıcı birkaç ögeye çevirme
gücüne sahip değiliz.
Hayatta kalmaya çalışmak tek başına üstesinden gelmekte
zaten zorlandığımız bir külfet. Kalkıp bunun yanında bir şeyler üretmek ise,
bir mucize.
Bazılarımız, tıpkı bir peygamber gibi, bu kerameti
gösterebilmişler.
Ama unutma ki, İsa çarmıhta tek başınaydı, Van Gogh’un
eserlerini satın alan tek kişi ise abisiydi. Öldükten sonra kıymete bindiler.
Ve İsa biliyordu, adının ancak çarmıhta gerilmesi
sonucunda dillerden düşmeyeceğini biliyordu. Yalnızlığının çaresizliği içinde,
babasını sayıklarken gözlerini yumdu. Çünkü o, ancak böyle anılacaktı, ama yine de anlaşılmayacaktı.
Utanmaz herif, nasıl böylesine bir adamı anabildin, rakı sofrana meze ettin?
Emin ol, bunun gibi birçoklarının ismi ise sadece mezar
taşlarında yazılı. Üretme kerameti göstermiş birçokları bile unutulup gitti,
bir takdir kelimesi dahi duymadan.
Şimdi anlıyorum neden bu kitabın öldükten sonra
basılmasını istediğini. Bunu dile getirmedin elbette, çünkü çaldığın
karakterden çıkmak istemedin.
Kendini, utanmadan, Kafka yerine koyup, beni de Kafka’nın
dostu belledin. Utanmadan İsa yerine koyup beni havarin belledin.
Acısız, keyif pezevengi yaşamına en azından böyle bir
efkar sosu serpiştirmek istedin. “Öldükten sonra anıldı”lardan ya da “Öldükten
sonra takdir gördü”lerden biri olmak istedin.
Ama sen o durmadan atıf yaptığın İsa ya da Van Gogh’un
müridi olamazsın İlhami. Bu şekilde tanıtılmamalısın.
Sen, hayattan zevk alabilmiş bir insan olarak böylesine
bir eser yazabilmekle anılmalısın.
Böylelikle senin gibi rol çalanlar, acı
arsızları, hırsızlar, ağlamayı bir gösteriye dönüştürenlerin sayısı azalabilir.
28
Eylül 2020
Hareket edemiyorum İlhami. Temel ihtiyaçlarımı
karşılayasım yok. Vücudumdaki her bir boku sıçasım var yatağıma. Onların içinde
boğulasım ve yok olasım.
Son günlerde seni düşünüyorum hep. Aklımdan çıkmıyorsun.
Kitabının da etkisi vardır elbet. Varlığına şahit olmadığım o birkaç yılı
düşünüyorum. Beni de sonunda hayatından çıkarmayı başardığın o birkaç yıl.
Neden böyle olduk diye düşündüm. Neden koptuk
birbirimizden. Yıllar öncesini düşünüyorum, hiç kopmayacak gibiydik sanki. Ne
olursa olsun beraber kalacakmışız gibi. Yarattığımız aile sanrısının içinde
eriyip gidecekmişiz gibi.
Net bir sebep yok aslında. Anlıyorum şimdi. Son rakı
içişimizdeki serzenişindi ama bardağı son taşıran damla. Kendine
yetememezliğini bana savuruşun. Kendine karşı memnuniyetsizliğini, tekrardan,
dışarıya kusuşun.
Bunu hep yapardın. Hep başkalarını suçlardın. Gençken ben
de böyleydim. Seninle beraber bütün sorumsuzluklarımızı görmezden gelip toplumu
suçlardık. Aynanın karşısına oturmaya tenezzül etmezdik bile. Ama ben bundan
vazgeçtim. Sen ise buna devam ettin.
Ben nasıl vazgeçtim diye düşündüm sonra. Mızmızlanmaktan
yoruldum sanırım. Mızmızlanmaların, yersiz kramplarımızın sonucundaki manasız
yakarışlarımızın hiçbir şeyi değiştirmediğini fark ettim sanırım. Kendime değer
vermeyi bıraktım sanırım.
O kadar değersiziz ki. Kapı çaldı. Dışarıdan yemek
söyledim. Sanırım ilk defa böyle bir şey yapıyorum.
Normalde dün kadın gelecekti, gelmemesini söyledim. Neden
diye sormadı. Hoş, hiç soru sormaz, sadece işini yapar. O yüzden severim o
kadını. Elektrik süpürgesinden farksız benim için. Ona hiç teşekkür etmedim.
Sen bana hiç teşekkür ettin mi İlhami?
Kapıya broşür bırakmışlar. Bugün hiç acıkmadım. Ama bir şeyler
yemem lazım diye düşünerek aradım. Ama aç değilim. Yemek istemiyorum.
Midem kendi kendini sindirse keşke.
29
Eylül 1986
Sarhoşum. En son ne zaman bu kadar içtim bilmiyorum. İlhami
dölsüzünün faydaları. Tek faydası.
Sabahın köründe kapıma geldi. Alacaklı gibi vurdu kapıya.
Semiha korktu epeyce. Açtım kapıyı, karşımda İlhami. Saçı sakalı salmış, derisi
kavrulmuş. Sokağa atılmış ıslak bir it gibi.
Elinde bir valiz, buyur etmeden içeri girdi. “Gidiyoruz”
dedi. Nereye dedim? Anamura dedi. Anamur mu? dedim, evet özledim dedi.
Beni özlese şaşırırdım. Beni özlediğini söylese. Ama şimdi
anlıyorum, o özlemekten aciz. O sadece geçen iyi vakti özler.
İnsanlar
alakasızdır, kim olursa. Ha benimle gitmiş, ha o kandırdığı üniversiteli
kızların biriyle. Gözü açılmış olsa gerek sonuncunun, yine kapımda bitti.
Semiha geldi sonra, şaşkın ve korkmuş bir şekilde. İlhami’yi
görünce hoş geldin dedi ve sarıldı. Sarılırken gözünün kenarıyla bana baktı,
ben de bilmiyorum der gibi dudağımı büzdüm.
“Kocanı çalmaya geldim” dedi sonra. Hayırdır nereye diye
karşılık verdi Semiha. Anamur dedim ben. “Akşam Semiha’nın annesigile” diye
girdim lafa, Semiha lafımı kesti. “Sorun değil ben söylerim, siz keyfinize
bakın” dedi.
Keşke karşı çıksaydın Semiha. Bu kadar anlayışlı olmak
zorunda mısın? Beni anlamaya çalışman yeter, bir de bu ite mi harcıyorsun bu
lütfunu?
Ama harcadın, ben de zaten istiyordum gitmek. Hazırlandım,
yola çıktık.
Geleneksel bilmemkaçıncı Anamur yolculuğumuz. Anneme
anneannemden kalan, ondan da bana kalan yazlığa gidip, gerçek dünyayı düzenli
olarak unutuşumuz. Filmlerde yerini alabilecek birçok ana, pornoları
kıskandıracak çeşitli orgazmlara şahit o ev. Sayende. Kadınlarla aran hep
iyiydi.
Her zamanki gibi sertavuldaki etçimize uğradık. Bir güzel
kuzu kavurma yedik. Neco dayı birkaç dekoratif değişikliğe gitmiş. Küçük kuzu
bibloları koymuş dükkana. Kuzuları yerken o biblolarla göz göze gelmek pek iyi
bir tecrübe değildi, ama bir şey demedim.
Ve tabi ki rakı sofralarımızın vazgeçilmezi koyun
yoğurdumuzu da aldık. Rakının yanında ilk yiyişimizi hatırlıyorum bu meredi. O
kafayla oturup koyun yoğurduna methiyeler dizmiştik. Onu Mesih ilan etmiştik.
Yol boyunca hiç susmadın. Hep çok konuşursun zaten.
Görüşmeyeli neler yaptığını sıraladın. Yanında yatıp kalktığın kızları saydın,
kızların orasını burasını övdün. Benim artık bu muhabbetlerden hoşlanmadığımı
fark etmedin. Ayıp olmasın diye Semiha’yı, nasıl gittiğini sordun. Gayet güzel
dedim. Gayet güzel zaten.
Sonra Anamur’a vardık. Valizleri eve bıraktık, mayoları
giydik. Adettendir, birer bardak viskiye tek atıp, denize girdik.
Adayı sordun. Ne kadar uzakta bu ada diye. Sen sorunca
fark ettim o adanın varlığını. Bilmiyorum dedim. Yüzelim oraya dedin,
uğraştırma şimdi bizi dedim. Surat büzdün.
Denizden çıkınca Seher teyzeyi sordun. Yazlığın alamancılarından.
Üç ay önce vefat haberini aldığımı söyledim. Üzülmüş gibi yaptın. Asıl umrunda
olan onun torunuydu tabi. Şaşırtmadın, torununu sordun. Bilmiyorum dedim.
Halbuki cenazede gördüm, sohbet ettik. Okulu bitirmiş,
atanma bekliyormuş. Çok bekler.
Ama o seni sormadı İlhami, ben hariç kimsenin umrunda
değilsin çünkü. Hoş, artık benim de umrumda değilsin.
Sonra sofrayı hazırladık beraber. Mezeleri dizdik.
Rakıları koyduk. Bir süre sonra sen, her zamanki gibi, “Kimsesizim Ali, kimsesiz. Ne olacak bu halimiz?” dedin. Ne varmış halimizde, gayet iyiyiz dedim.
Sonra ağız ishalin başladı. Maruz kalacağım son ishalin.
“Sen iyisin tabi” diye başladın.
karnın tok sırtın pek semiha var uyandığında yüzüne
bakabileceğin güzel bir yüz yatağa tek başına girmiyorsun paran var meşhur baba
paran gençliğinde fütursuzca yediğin hala da yemeye devam ettiğin o baba paran
hayırdır bu sefer babana sövmeyecek misin sana attığı o ilk tokatı anlatmayacak mısın bütün sorumsuzluklarını ve
mutsuzluklarını babana yükleyip sonra da ağlamayacak mısın ne değişti ha doğru
artık semiha var semiha babanı tanıyor mu ali semiha babana yakarışlarını
dinliyor mu semiha babanın cenazesine gelmiş miydi ali senin gelmeyi
reddettiğin o cenazeye gelmiş miydi ali semiha mıydı senin koluna girip seni
oraya götüren babanın mezarına toprak atan dinlememiştir çünkü korkmuşsundur
ali kaçacağından korkmuşsundur seni sevmeyeceğinden korkmuşsundur kendini
unutmak istediğinde bardağına rakıyı semiha mı koydu ali hayır ali ben koydum
kendime de koydum ali semiha başka neyi bilmiyor ali en yakın arkadaşlarından
birinin sevgilisi ile yattığını biliyor mu ali sonra utanmadan yanıma gelip af
dilediğini dizime kapandığını biliyor mu ali herkesin seni yaptığın bu
şerefsizlikten dolayı yalnız bıraktığını ama benim seni yalnız bırakmadığımı
biliyor mu ali yaptığın ilk hırsızlığını biliyor mu pes edip bileklerini
kestiğini benim seni hastaneye götürdüğümü yoldayken ölmek için bana
yalvardığını biliyor mu ali beraber ektiğimiz ilk teravihi tepeye çıkıp
yaktığımız ilk sigarayı biliyor mu ali sonrasında annenin bizi yakalayışını ama
benim yalan söyleyip o sigara içmiyor saliha teyze ben içiyorum diyişimi
biliyor mu ali annene yaptıklarını biliyor mu peki ortalıktan kaybolup yıllarca
o kadıncağızı aramadığını biliyor mu bunların hiç birini semiha bilmez ali
çünkü sen korkak sorumsuz bir insanın tekisin ali semiha seni seviyor mu hali
semiha seni tanımıyor ali insan tanımadığı birini nasıl sevebilir ali ben seni
tanıyorum ali ben seni seviyorum ali seni sadece ben ama ben sevebilirim çünkü
sevilmeye layık değilsin ali ama bunu hiç kabul etmedin çünkü yanında ben
vardım ali uyuşturucun ilhami vardı ali seni hep uyuşturdum ali kendimi de hep
uyuşturdum ali çünkü hayatta kalmanın tek yolu buydu ali seni uyuşturmadığım
ilk gün kendine kıydın ali beni yalnız bırakmayı göze aldın ali senin için
hayatta yegane önemi olan tek kişiyi yalnız bırakmayı göze alabilecek kadar
yüzsüz bir mahlukat müsveddesisin ali ama ben vardım ali senden daha yüzsüz
senden daha korkak senden daha sorumsuz bir insan vardı ali ben sana göre o
kadar daha kötüydüm ki hiç dönüp kendine bakmadın bile ali benim varlığım seni
rahatlattı ali benim varlığım senin vicdan masturbasyonuna yetti ali ada
diyorum ali ne kadar uzalıkta o ada ali
Sonra kalktı. “Ben adaya gidiyorum, ya benimle adaya gel
ya da bir daha gelme” dedi. Gitti.
Ne yapacağım şimdi ben?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder