22 Ağustos 2017 Salı

Sen 2

Defterler ve fotoğraflar arasında gidip geldi bakışları.

En sonunda eski, mavi plastik ile kaplanmış bir deftere bakmaya karar verdi. Sayfaları çevirmeye başladı. Düzgün, disiplinli bir el yazısı ile tutulmuş, akla gelen  ilk anıları , bakışlarıyla karşılaştıkça canlanmaya başlayan kelimeler, defterden zihnine bir köprü kurarak geçmişe ,bir zamanlar sahip olduğu o küçük dünyasına doğru bir yolculuğa çıkarmışlardı onu. İşte karşısında ilk arkadaşları, evlerinin ormana benzettiği bahçesi, bağırış ve çağırışlar içinde oyun oynayan mahalleli çocuklar, sobada pişmeye bırakılmış kestaneler, kömüre karışmış kar kokusu, gece lambasının annesinin yüzünü aydınlatışı, ezberlenmiş dualar eşliğinde uykuya dalışı. İnsanlar, kokular, yiyecekler, sesler okudukça bir bir canlanıyor, sevinçle, özlemle ve yitik anılarıyla beraber içine doluyordu. Yazının bozulduğu birkaç yer, detaylarını hatırlamak bile istemediği mide bulandırıcı birkaç anıya aitti. Bu sayfaları hızlı geçti. Yine de bir anlık temas sonucu andığı için artan huzursuzluk ve öfke onu defterden biraz uzak durmaya itti. Tüm anıların anılması gerektiğini kim söyledi? Anıların hepsinin üzerinde unutulmanın en büyük ibaresi olan toz tabakaları. ”Çünkü hatırlayıp onları aramaktan korktuğu için.” Çünkü aramak yerine korkmak, hissetmek yerine korkmak, yaşamak yerine korkmak almıştı o çocuğun hayatını. Karanlık. Karanlık ışıksız kalmak mıydı? Işıksız mı kalmıştı? Hayır, tabii ki. Anılardan cevabının doğruluğu görebiliyordu. Masanın başından kalktı, o evi düşündü. Evlerine, artık bir resimden ibaretti, her bakışında içini tatlı bir his sarar, sanki saklı bir dünyası varmış ve bu resimler sayesinde, anılar sayesinde, defterler sayesinde varlığını sürdürebilecekmiş gibi hissederdi. Evin önünde çekilmiş fotoğrafa bakarken doldu gözleri. Her şey ne kadar basitmiş dedi. Ne kadar basit ve uzak şimdi. Yaşanmışlıkların kaldırabileceği seviyeyi aşmış olduğunu fark edince masanın başından uzaklaşmak istedi. Ayağa kalkıp yavaşça odayı arşınlamaya başladı. Odada dolanırken düşündü, bunların ne kadarı gerçekti diye. Anılar, içlerindeki insanlar, duygular ne kadar gerçekti? Annesinin ona sarılışı, topa vurmaktan acıyan ayak başparmağı, sigara dumanıyla dolmuş oturma odaları, kahkahalar, gözyaşları ne kadar gerçekti? Kolunu çimdikledi, gördüğü rüyadan uyanacağını umarak, bir şey olmadı. Gereksiz bulduğu bu hareketi onu bu konuda daha da düşünmeye itiyordu. Sadece geçmiş değil, şimdi, gelecek ne kadarı gerçek bunların? Geleceği bir kenara bıraktı. Belirsizdi o, varla yok arası bir zaman dilimiydi. Şimdi veya geçmiş bunları düşünmeliydi. Geçmişe dair anılar, şimdiye dair hislerimiz mi vardı elimizde? Var mıyız yoksa varolduğumuza inanmayı tercih eden basit yaratıklar mıyız? Varız. Vardık. Varolmayabiliriz. Şu an oturduğum bu masadan gördüğüm orman, eskiden oturmuş olduğum sayısız masalardan gördüğüm insanlar,duyduğum,hissettiğim her şey  ne derece varlardı? Anlam, varolmuş hissedebilmekte mi dedi farkına varırcasına. Sustu. Varolmuş hissetmek nedir? Nasıl böyle hissederiz? Varoluşa dair bu düşünceleri bir yere varmaz onu, uçsuz bucaksız bir çölün ortasındaki cenneti andıran o eşsiz vahayı arayan bir bedevi gibi hissettirirdi sadece. Öyle de olmalıydı, elinde bir şey yoktu ya da vardı. Kıymetini biliyordu ya da bilmiyordu. Var oluyordu ve yok oluyordu aynı anda. Yatağına uzandı, sorular zihnine dolmaya, orada bir cevap bulana kadar yankılanmaya devam ediyordu. Gözlerini kapadı yine, odanın eski sarı ampulünün ışığı göz kapaklarına sıcak bir şekilde dokunuyordu. Defterleri ve fotoğrafları düşünmeye başladı. Var olduğunun bir kanıtı değil miydi onlar; mürekkep, zaman ve zamanın kâğıda hapsoluşu olarak. İşte oradaydı,masada,kıymetinin bilinmemesine hayıflanan biri gibi suskun ve kibirli bir şekilde duruyor, bunu ait olduğu kişiye hissettirebiliyordu. Ya da sadece basit defter ve fotoğraflardı. Sakin olup, düşüncelerine hakim olmalıydı. Masanın başına geçerken bunları düşünüyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder