''Kirlidir
şiir; ve söz, atılmazsa zehirdir” Der şair.
İnsanın içi mürekkebin siyahına özlendiğinde, ruhun bulutları kasvetinden bütün cevapları sakladığında, iç dünyan kaos ile seni tahtından indirdiğinde kendini zehirlememek için dışarı atılan zehire, üstüme deneyip ancak büyüyünce giyebileceğim hüzünlerin yanına yakıştırmaya çalıştığım şeylere kelimeler diyordum bu güne kadar. Hüzün ve Kelimeler. Biri birinden besleniyor, biri diğerine dönüşüyordu. Melankoli, hüzünlü olma mutluluğudur demiş Victor Hugo. Hüznümde bulduğum sen, kelimeler ve o buruk haz beni hiç yalnız bırakmadınız bu güne kadar.
İnsanın içi mürekkebin siyahına özlendiğinde, ruhun bulutları kasvetinden bütün cevapları sakladığında, iç dünyan kaos ile seni tahtından indirdiğinde kendini zehirlememek için dışarı atılan zehire, üstüme deneyip ancak büyüyünce giyebileceğim hüzünlerin yanına yakıştırmaya çalıştığım şeylere kelimeler diyordum bu güne kadar. Hüzün ve Kelimeler. Biri birinden besleniyor, biri diğerine dönüşüyordu. Melankoli, hüzünlü olma mutluluğudur demiş Victor Hugo. Hüznümde bulduğum sen, kelimeler ve o buruk haz beni hiç yalnız bırakmadınız bu güne kadar.
Her
sabah olduğu gibi baş ağrım beni güneşten önce uyandırdı. İçme bu kadar derdin
burada olsan, Otuzlu yaşlarını göremeyeceksin. Kendini beni düşündüğüne böyle mi
inandırdın sahi? Kavanozun dibinde kalan kahveyi ve dolaptaki ilaçları alırken
ayağım eşyalarını koyduğum koliye takıldı, bir şehir dolusu küfürü boğazıma
tıkayıp açtım içini eşyalarının. Siktiğimin evinden her şeyinle defolup
gitmiştin. Benden adam olmazmış, ciddiyet nedir bilmezmişim, yazdıklarımın
içinde boğulacakmışım, seni hiç dinlememişim gibi bir ton dinlemediğim şeyi
sıralayıp çekip gittin. Eşyalarının içinden kitaplarından birini çekip
çıkarttım, kahveyi alıp balkona çıktım. Bir sigara yaktım. Yüzüme bakan karga
bile, tahammül edemeyip uçtu yerinden. Ahmet amca yine eve sarhoş gelmiş belli
ki apartmanın bankında yatıyordu, mahallenin sana donunu indiren delisi yakup senin
artıkları verdiğin kediye bir şeyler anlatıyordu. Kafamı aşağı indirince babana
benzeyen bir adamın kapıya yaklaştığını gördüm. Uzun uzun baktı bana, yukarı
gelebilir miyim diye sorunca sen gönderdin zannettim. Açtım kapıyı yukarı
çıktı, elini omzuma koydu. “Aferin evlat, kızıma iyi bakmışsın. Şu haline
baksana. Yememiş, içmemiş hayatının amına koymuş.” Diyecek diye bekledim. “Oğlum.”
Dedi. “Ben 7 numaraya geldim. Şimdi belki uyanmamışlardır. Gelip balkonunda
bekleyebilir miyim?” Ne balkonu amca? Sen kimsin? 7 numarayı ne yapacaksın?
Saat sabahın 5.45i diyemeyip sadece içeriyi gösterdim.
“Siz 7 numaraya neden geldiniz?” Gözü senin
eşyalarında, salondaki küllükte, masanın üstündeki yarım viski şişesinde
dolaştı ve sonunda beni buldu. “30 yıl önceki evime benziyor burası. Yarısı biz
kokuyor, yarısı sen.” 30 yıl sonra ben de böyle delireceğim diye yüzüne baktım
adamın. Yersiz cümlelere tahammülüm kalmadığını anladı ki anlatmaya başladı. “
60 yaşındayım ben, bunlar olurken 18 yaşındaydım. O zamanlar Odtü’ye yeni
girmişim. Sağ sol ortalık çalkalanıyor. Birileri konuşuyor biz de oturmuş
dinliyoruz. Akşamları sigaramızı alıyoruz, Birinci marka. Elimizde o gün ne
kaldıysa onu içiyor, dertleniyoruz. O akşam başka akşamdı, güneş bile bir
farklı batıyordu. Fakültelerin merdivenlerine doğru kafamı çevirdiğimde onu
gördüm. Orada 5 tane ağaç vardır, sık sık dizilmiş dururlar. Dört tanesi
eriktir, bir tanesi ise kocaman kayın arkasını göstermezler pek. Nereden
aklımda kaldı dersen, 20 yıl aynı yerden aynı ağaçların arkasına baktım ben.
Arkadaşlarla oturup abilerimizi dinliyor, solculuk oynamaya alışırken ağaçların
arkasından bir kırmızılık gördüm, kafamı sağa doğru çevirdim ve orada
kalakaldım. Her gece ateşi izledim yıllarca, her gün tepelerden güneşin
batışını izledim. Onun kızıllığını başka yerde göremedim. Açık kahve saçları,
bembeyaz yüzü, üstündeki kırmızı elbisesiyle yurtlara doğru yürüyordu.
Haftalar
geçti aradan, aynı yerde onun geçmesini bekledim. Beşinci günün sonunda bir salı
günüydü unutmuyorum, hiç beklemediğim bir anda geçti. Yanına gittim. Kendimi
tanıttım. Hayatımın en mutlu 1 yılının o gün başlayacağını bilmiyordum.
İstanbulluydu, okumaya gelmişti. Canı sıkkındı, ailemi özlüyorum diyordu. Çizgi
çizgi ezberliyordum yüzünü. Cümle cümle söylediklerini tekrarlıyordum gün
bittiğinde bir dua okur gibi. Çok geçmedi yanımda yaşamaya başladı. O zamanlar
yan yana oturmak bile zorken aynı evde yaşadığımıza inanmam aylarımı aldı. Uyandığımda
onu göreceğim için geceleri defalarca uyanıyordum. Onun arkasından 30 yıl sağ
tarafta yatamadım ben. Çayı hiç fazla demli koymadım, kahveyi hiç şekerli
pişirmedim. Aradan 1 yıl geçti, kapının kırılacak gibi yumruklanmasıyla
uyandık. Babası gelmişti İstanbul’dan. Kızını buraya orospu olmak için
gelmediğini söylüyordu. Ben onu camdan gibi tutarken bunca yıl, yere yığılışını
izledim. Bizi allahsızlıkla suçluyordu. Şeytan olmuştuk bir günde. Allah
belamızı en kısa sürede verecekti, ar haya hiçbir şey kalmamıştı. Biz onunla o
bir yılda “Seviştik evet, bu bir günah ve tanrı her şeyi görür. Sayın tanrı
orada oturup bizi izledi. Ve eminim ki ikimizden biri olmayı her şeyden çok
istedi.”
Aldılar götürdüler onu elimden, sağ sol davasından
bana yar etmediler. 2 çocuğu olan bir adamla evlendirdiler yanlış bilmiyorsam.
Babası elimden aldı, babası olacak birine kızını büyütsün diye verdi. Ağlaya
ağlaya bindi otobüse, İstanbul’dan kalktı Aydın’a yerleşti. Iyi adam dediler
evlendiği kişinin arkasından. Aydın’ın yarısı onunmuş. Eşini çocuğunu
doğururken kaybetmiş, Aydın’ın tamamına okumayı yazmayı o öğretmiş. Okulu
bitirdim, unutmayı denedim. İşe girdim, şirket kurdum, elimde ne varsa
batırdım. 4 kadehten sonra her şey o olduğu için ayık gezmedim uzun süre.
Dayanamadım.Baba mesleği pidecide çalışmaya başladım Aşti’de. Bir gün bir çocuk
geldi dükkana, cam gibi gözlerini bana dikti. Kirpikleri aynı onun kirpikleriydi.
“Ben o kirpiklerin hala rastgele dizildiğine inanmıyorum.” Otobüsten yeni
indiğini, yemek istediğini söyledi, annesi gelip ödeyecekmiş. Yemeğini verdim,
bitirdi. Bir açık çay koydum ona, eline alırken döküldü üstüne. Ben tezgahın
arkasından çıkarken bir kadın girdi içeriye. Peçeteyi kadına uzattım. Bir
peçete de bana uzatıyordu bunlar olurken. Neyimdi bu adam benim? Kimdi? Alelade
bir yabancı değildi. Aklımda sen, masanın üstünde viski şişesi ve bu yaşımda
sakalıma senden sonra düşen ilk damlalarla duygusuzlukla suçladığın ben. Herkes
aşkı biz gibi birbirine yük etmiyormuş. Ben bunları düşünürken anlatmaya devam
etti. Sen hiç birbirine değmeden öpüşen iki insan gördün mü? Sen hiç dokunmadan
sarılan iki kişiye tanık oldun mu? O gün saatlerce öpüştük, sarıldık, seviştik
biz ama sadece gözlerimiz birkaç saniye değdi birbirine. O günden sonra çıktım
memleket memleket, ülke ülke gezdim. Çalıştım, ev aldım araba aldım. Bir tek
mutluluğu kendime alamadım. Gezdiğim ülkelerin hepsinden ona birer tablo aldım,
çok severdi o. Evin her köşesine asar, baktıkça o manzarada yaşıyorum derdi.
Buralara geri döndüm. Bizim bir arkadaş var emniyette ona gittim, buldum izini.
Evine gittim boş. Eşini kaybetmiş, bir oğlu varmış. Burada yaşıyormuş 7
numarada. Onu bulayım da derdimi anlatayım. Belki bir gün adım ağzına değmiştir
de biliyordur beni dedim. Onu bulursam aldıklarımın hepsini ona vereceğim. Ben
onun yüzünü gördüğüm her an 60 değil 18 yaşındayım hep. Bir ömür 18 kalırız
beraber diyeceğim. Ne diyorsun? Dedi. Bak bu da günlüğüm, onsuz geçirdiğim her
günü yazdım buna. Mutsuz insan yazar, mutlu insan yazmaz. Son sayfasını beraber
yazalım diyeceğim.
Gözlerimi
silip adamın yüzüne baktım. Bu dairenin aslında 7 numara olduğunu, annemin
yıllarca boynundaki dua diye bildiğimiz kolyesinin içinden çıkan fotoğraftaki
gözlerin ona ait olduğunu yıllarca bir ritüel gibi salı akşamları Zeki Müren “Elbet
bir gün buluşacağız.” Dediğinde gözündeki bir damla yaşla içtiği tek kadeh
rakısını, evdeki babamın söylenerek astığı tabloları sıkıştırıp boğazıma, çatallı
bir amca diyebildim. “Annem yeni öldü, fazla uzaklaşmış olamaz.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder