"Darül-Fünun
Efendilerine Tahrîrî (Yazılı) Bir Konferans" alt başlığını taşıyan bu
eser, Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Tarafından 1913 yılında kaleme alınmış.
Yazarımızın ismi biraz ilginç.
Şehbender: Konsolos
Zade: Oğlu
Filibe: Bulgaristan'da bir kent. Plovdiv.
İyi yanı, konuşma sırasında tek seferde
söyleyiverince havalı görünüyorsunuz.
Galatasaray
Lisesi mezunu olup bir süre Duyun-u Umumiye'de bile çalışmış olan kahramanımız,
iki kere sürgüne gönderilmiş, sansürlere rağmen onlarca dergi yayımlamış,
bazılarında kendi ismiyle, bazılarındaysa müstear isimlerle meramını dile
getirmiş. Tanınmış Türk mutasavvıf ve düşünürlerinden. Aslında daha çok "Âmâk-ı
Hayal" adlı romanıyla tanıyor onu insanlar. Herman Hesse, Jules Verne ve
Saint-Exupéry'nin çağdaşı olan yazarımızın bu eseri sanırım ilk fantastik
eserlerimizden biri. Benim de en sevdiğim kitaplardan .
Gelgelelim Ahmed
Hilmi'nin mevzubahis yazısına.
Filibeli,
"Efendiler!" diye başladığı yazısında öncelikle o günlerde bizde (özelde
Darül Fünûn hocalarında ve genelde insanımızda) olan "Usûl" ve
"Gâye-i Hayâl" eksikliğinden bahsediyor. Diğer bir değişle metot ve
ideal. Diyor ki: "Kardeş öyle hebele hübele, oradan buradan okuyup, hiçbir
fikrin derinine inmeden, taklit ederek bir yere varamazsınız. Ne komünistiniz
komünist, ne İslamcınız İslamcı, ne materyalistiniz materyalist!" Ve
örneklerini dahi veriyor.
Bir yerde dayanamayıp şöyle bir cümle kuruyor, aynen
alıntılıyorum:
"Darılmayalım, lâkin efendiler, bu şekl-i
ictimâ'înin vasfı 'hayret' ve ismi 'bedeviyyet'dir."
Bir usûlün ve
idalin benimsenmesi konusunda haklı buldum Filibeli'yi.
Bir işe başlarken önce niyet edilir. Niyet; işe
başlamaya değil, sürdürmeye değil, bitirmeye edilir. İşin sonu için niyet
edilir; dolayısıyla işe başlanır. Kitabı bitirmeye niyet ederiz ve kitaba
başlarız. İstanbul'a gitmeye niyetleniriz ve otobüs bileti alırız. Böylece her
bir harekete bir hayal eşlik eder. İşte Filibeli'nin söylediği: Gaye-i Hayal
yahut İdeal. Eğer sonu baştan
belirlemezsek, yol anlamını, önemini yitirir. Belki yarım bırakırız, belki çıkmayız
bile yola.
Eğer bir idealimiz olursa ikinci bir mesele ortaya
çıkar. O ideale nasıl ulaşılacağı... Hangi taşıtı kullanmalı? Hangi sayfaları
nasıl okumalı? Hangi metodu kullanmalı? 'Ne' sorusunun cevabı bize idealimizi
sunarken, 'nasıl' sorusunun cevabı ise bize metodumuzu sunar. Doğru cevaplandırılmış
bir 'nasıl' sorusu ise bizi hedefimize sağ salim ulaştıracaktır.
Filibeli'nin metot talebini okur okumaz,
Descartes'ın 17. yüzyılda "Meditasonlar"ının başına koyduğu metin aklıma
geldi: "Metot Üzerine Konuşma (Discours de la Methode)". Çok yakın
zamanda okuduğum bu yazısında Descartes, argümanlarında ve bulgu ve gözlemlerinde
uyguladığı metodu açıklıyordu. Bir metodu vardı ve hedefine onunla yürüyordu.
Fransız aydınlanmasının temel metinlerinden biri olarak kabul edilen bu metne
başka bir yazımda ayrıntılı değineceğim.
Metnin devamında Filibeli, o dönemdeki fikrî
acziyetimizden bahsettikten, biraz da Avrupa'yı yağladıktan sonra sonunda asıl
soruya geliyor. Hangi felsefe mesleğini kabul etmeliyiz? Çok indirgemeci bir
yaklaşımla tüm felsefe mesleklerini dört ana başlıkta değerlendirebileceğimizi
söylüyor:
1)Rûhâniyyûn (Spiritualizm),
2)Fikriyyûn (İdealizm),
3)Mâddiyyûn (Materyalizm),
4)Vücûdiyyûn (Panteizm).
Ve her birini varlık anlayışları çerçevesinde kısaca
açıklıyor. Ardından diyor ki:
"...hiçbir meslek-i felsefînin hatâdan sâlim ve
bütün hakâyıkı câmi olmadığına kanâ'at getirilir."
"...her mesleğin hâvî olduğu hakâyıkı iktibâs
ile husûle gelecek intihâb ve iktitâf (eclectisme) mesleğini ihtiyârdan daha
eslem tarîk yoktur."
Yani hiçbir felsefi disiplin bir bütün olarak
benimsenmemelidir, der. Her birinin dayandığı birtakım naslar (dogmalar)
vardır. Aynı zamanda hiçbiri tamamıyla doğru değildir, eksik ya da varsayımla
doldurulmuş tarafları vardır.
Bu önermelerinden yola çıkarak Filibeli'miz, en
sâlim yolun Eklektisizm mesleği olduğunu söyler. Yani bir bütün halinde
hakikatlerin tamamını içinde barındırmayan, ama yine de içinde bir takım
hakikatlerin bulunduğu bu felsefe mesleklerinden gerçekleri ayıklamak ve onları
benimsemek, kabul etmek. O hakikatlerin oluşturduğu yeni bir felsefe ortaya
koymak belki.
Bitirişini de şöyle cikis bir cümleyle yapıyor
yazar:
"Ve'l-hâsıl Dârül-fünûn efendilerinin alâmet-i
fârikası, 'ne câhilâne sofuluk ne mukallidâne dînsizlik: Hakk ve hakîkat'
olmalıdır."
Ayrıca gördüğünüz gibi metinin dili ağır, yani en
azından benim gibi alışık olmayan insanlar için. Lügat yardımıyla okuyabildim.
Birtakım felsefe terimlerinin eski kullanımlarını öğrenme açısından çok yararlı
olduğu kanısındayım.
Yorum ve önerilerinizi bekliyorum. Hoşçakalın.
İşin sonu için niyet etmek demekle Zaferden değil seferden sorumluyuz denk değil gibi sanki . Metin ağır geldiğinden bu kısma takıldım :)
YanıtlaSilDenklikten öte, ben bir bağlantı göremedim.
YanıtlaSilİşin sonu için niyet etmek bi nevi zafere talip olmaktır yani zafer = istenilen sonuç
YanıtlaSilEvet, zaferden sorumlu değiliz denebilir belki ama takdir edeceksindir ki sefere zafer için çıkılır. Zafer için çıkılmamış bir sefer, zafere niyeti olmayan, ümidi/hayali/ideli/gaye-i hayali olmayan bir ordu demektir. Muharebeyi baştan kaybetmektir, teslim olmaktır, savaşmamaktır. Fikrimce... Zaferden sorumlu olmak farklı, zafere niyetli olmak farklı.
SilBir seyr ü sefer ki bazen de kaybetmek ve bunun "ayna"daki yansımasını temaşa etmek için çıkılır... gözlerini tek bir noktaya dikenler seferin "kendisi"ni kaçırır bazen de...
SilDevamını bekliyoruzzz
YanıtlaSil