21 Şubat 2016 Pazar

Mor Sümbül


Akşama doğru atmıştı kendini yatağa. Geceyi edememişti.
Bir ton dert yüklenmişti sanki omuzlarına.

Biliyordu, uyursa geçecekti tüm dertler. Işığı söndürüp karyolasına geçti.
Soğuk olduğunu hissetti. Bir kat battaniye daha  alabilmek için açtı yorgan dolabının kapısını. Tahta dolabın çıkarttığı gıcırtıyla irkildi. Annesinin özenerek yaptığı, babasına kaçarken yanında götürdüğü yorganı fark etti sonra. Kenarları işlemeliydi yorganın, çok sevmiş belli ki diye düşündü. Bir insan ancak sevdiği için bu kadar zahmeti sırtına yükleyebilirdi. Leyli de öyle yapmamış mıydı? 
Mendil işlemişti ona. Bir ucunda küçük bir çiçeği olan mendil. Her ilmekte sevdasının izleri  olan bir mendil.
Annesi hep sevmişti Leyli'yi. Komşu kızıydı, annesinin kız çocuğu sevgisini sarıyordu. Nezahat anaya sürekli yardım eder, saygı ve sevgisinde de hiç kusur etmezdi.
Yusuf pek görmezdi Leyli'yi. Zaten gördüğünde de Leyli hep yüzünü kaçırıverirdi.
Yusuf Leyli'yi hep komşu kızı bilmişti. Tâ ki elinde bir mendille karşısına çıkana kadar.
"Ne münasebet!" diye düşünmüştü Yusuf.
Leyli güzel değildi, Yusuf onu ne zaman görse bir sakarlık da yapardı illaki!
Sonra defalarca özür dilerdi; elleri titrek, gözleri kilim desenlerini zihnine kazırken.
Şaşırmıştı Yusuf onu karşısında görünce. Ellerini arkaya kovuşturmuş tam gözlerinin içine bakıyordu. İlk defa görmüştü Leyli'nin o koyu yeşile çalan gözlerini, korktu Yusuf.
Leyli ise arada soluk alıp veriyor; sağ, sol, yukarı, aşağı, Yusuf'un gözleri hariç her yere bakıyordu.
Yusuf, Leyli'nin arkasına kovuşturduğu ellerinin tereddüt edişini izledi.
Bir beyaz mendil, bir çift beyaz avucun içinde duruyordu.
Duraksadı Yusuf gördükleri karşısında. Kalbinin atışlarını duydu, korktuğunu düşündü yeniden. 
Leyli'nin o koyu yeşile çalan gözleri yeri bulmuş, ellerinin ne denli titrediğini gördü Yusuf. Mendil avuçlarına zor tutunuyor, birkaç saniye daha geçse kara toprağı bulacak gibi sallanıyordu.
Soru soran gözlerle baktı Yusuf.
Derdini gözlerine yüklemiş ağırlıkla baktı Leyli.
Mendili bir kat daha katladı titreyen elleriyle. Yusuf'un ceket cebine doğru gitti elleri. Onu cebine özenle yerleştirirken "Benim diyeceklerim bu kadardır." dedi. Başka ne desindi ki?
Sarı yazmasının ucundan gözüken kahverengi saçlarıyla ilerleyişini izledi Yusuf.
"Gördüm. Diyeceklerini gördüm. Başkası olsa duyması gerekti; ama ben kendimi o yangının içinde gördüm.
İnan, böylesine koyu bir yeşil görmemiştim ben şuncacık ömrümde.
İnan, ilk defa korktum bir çift göze bakarken; Karadeniz'in dalgalarıyla balıkçı barınağımın yerle bir oluşunu hissettim.
Şu solumda, yuva bildiğim güvenli meskenin ne denli sarsıldığını hissettim."
Yusuf ilk defa böyle hissetmişti. Cebinden çıkardı mendili. Leyli'nin işlediği mor sümbülü fark etti.
Mor sümbül...
Anacığının en sevdiği çiçeklerden biriydi. Yusuf ise her zaman "Bir çiçek şuncacık." derdi. Bir mânâ yüklemek anlamsızdı onun için. Anacığı ise "Öyle deme sarı kuzum, onun da bir canı var. Sevgidir mor sümbül, bağlılıktır; duyarsa seni şuracıkta bırakır tüm yapraklarını, kurur gider." derdi.
Yusuf üşümüş olduğunu fark edince mendili cebine atıp ellerini ovuşturarak eve doğru yol aldı.
İşlemeli tahta kutusunu açıp içindekileri inceledi. Birkaç tane tesbih bir de anasının askere giderken yaptığı mavi bir bileklik vardı. Okudum onu, sıhhatle git de gel, demişti anacığı.
Mendili de kutuya özenle yerleştirerek kutuyu kapattı Yusuf.
Ertesi gün yağmurlu bir güne açtı gözlerini. Her damlanın cama vuruşunda Leyli'nin gözleri düştü gönlüne. Şaşırdı kaldı Yusuf.
"Neydi ki bu?" diye düşündü. Hâlbuki Leyli o mendili ortaya çıkardığı ilk an "Ne münasebet!" diye düşünmüştü.
Sevda düşünceye bakmıyordu ya, Hesapsız, kitapsız; bir anda çarpıyordu şu kapalı surlara.
Karyoladan doğrulup balkona attı kendini. İçine çekti Yusuf; karşında birbiri ardına sıralanmış dağları, tahta evin ıslak kokusunu, balkon kenarına kıvrılmış kedi ve yavrularını, yeşilliğin kokusunu.
İçeriye doğru geçti bir süre sonra. Anacığını sofrayı kurmuş, sobanın başında, evin dört köşesini ruhuna hapsetmiş, duvardaki siyah beyaz fotoğrafa bakarken buldu. Gözleri yaşlanmıştı anacığının. Şimdi kimbilir hangi kuyulara düştü şu garib anam, diye düşündü.
Fotoğrafta; Yusuf, babası, anacığı bir de erkek kardeşi vardı. Erkek kardeşini çok küçükken kaybetmişlerdi. Yusuf'un hatıralarının arasında küçük birkaç anı vardı sadece ona ait, onlar da genelde ateşli hastalık içinde kıvranırken abisinin elini sımsıkı sardığı anlardı. O çaresizliği unutmamıştı Yusuf. Anacığının döşek başında şiş gözlerle uyuyup uyanmasını unutmamıştı.
Babasını da kalp kriziyle kaybetmişti Yusuf. Gitti evimin direği, diyerek ağlamıştı anacığı çok sevdiği kocasının cenazesinde.
Dillere nice kelimeler bırakıp kaçmıştı, anası babasına. Bir bohçası vardı kaçarken bir de sarıp sarmaladığı yüreği. Babası ise 'çulsuzun teki' köylünün deyişiyle, tek zenginliği sevdası.
Babasının kalp krizi geçirdiği gece, anacığını da kaybetmekten korkmuştu Yusuf. Tek tesellin kaldım, diyerek sarıldı anacığına.
İçeriye adım atar atmaz anacığı bir gülümsemeyle karşıladı Yusuf'u.
Öyle değil miydi? Anılar, acılar süpürülüp bir köşeye kaldırılır; yüzünde bir gülümseme sevdiğini karşılarsın. 
Yusuf kahvaltı yaparken içeri girdi Leyli. Yusuf'u görünce duraksadı tüm vücudu put kesilmişçesine.
Burada olmaması gerekiyordu; şimdiye köyün yollarında olması, yağmur damlalarının saçlarına düşmesi gerekiyordu, diye düşündü.

"Kaldım. Yağmur damlalarıyla düştün gönlüme. O koyu yeşile çalan gözlerini görebilmek için seni bekledim şunca saattir, neredeydin?"
"Şimdi gitsem, şimdi çeksem şu ellerimi kapıdan . Şimdi şu gözlerimi alabilsem Yusuf'umdan."
"Şimdi dursa zaman şuracıkta. Şimdi şu kahverengi gözlerinin içinde yeşillikler yetiştirsem."
Leyli durdu kapıda sessizce.
Yusuf cebindeki mendili çıkartıp sofranın altından, gülümsedi istemsizce.
İşte o an güneş parladı Leyli'nin gamzelerinde. Nezahat ananın sesi duyuldu yukarıdan.
Öğleden sonra, dedi Yusuf. Eski okulun yukarısında.
Yusuf erkenden gelmişti. Heyecandan yerinde duramıyordu.
Leyli'nin gelişi hafif güneşli bir günün rüzgarı gibi sardı Yusuf'un etrafını.
Yusuf bir şeyi unutmuşçasına döndü ardına. Anacığının mor sümbüllerinin bir kısmını başka bir saksıya almış elinde tutuyordu Yusuf. Leyli gülümsedi. Yusuf kollarını uzatıp saksıyı verdi.
Elimden, dedi. Elimden başka bir şey gelmedi. Diyemedim, dilime varmadı cümleler. Ne kadar denesem de bir yerde gömülü kalmışlar gibiydi. Şimdi bile, şu kelimelerim senin gözlerini gördükçe gün yüzüne çıkıyor. 
İnan, dedi. İnan, ben hayatımda böylesine koyu yeşillikte kaybolmamıştım.
Leyli, elinde mor sümbüllü bir saksı ile gözlerini saklayacak yer arıyordu.
Ben, dedi. Ben denedim; susmayı, şu gönlümü susturmayı, çok denedim. Her susmamda şu cebindeki mendile bir ilmek daha attım.
İnan, dedi. İnan öyle bir güneş doğdu ki kalbime, şimdi ne desem anlatmaya yetmez bendeki seni.
Leyli, Yusuf'u sevdi.
Yusuf, Leyli'yi sevdi.


Değil mi ki her insan bir gün kara toprakla buluşacaktı. Anacığının kaderi vardı Yusuf'ta. İlk o yolladı, sevdiğini kara toprağa. Sabahında cenazesine gitti sevdiğinin; bir elinde bastonu, yaşlı gözleri, cebinde mendili ile.
Akşamına kendini atmıştı yatağa. Geceyi edememişti. Biliyordu, uyusa geçecekti.
Üşüdü, battaniye almaya gitmişken anasının işlediği yorganı gördü. 
Karyolasına geçti yeniden. Elini cebine atıp Leyli'nin mor sümbüllü mendilini kokladı.
Biliyordu, uyusa geçecekti.

Ertesi güne ise uyanamadı Yusuf.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder