29 Ağustos 2015 Cumartesi

Küçük bir bahis-


Biraz kendimden bahsetmek isterim. Kendimden bahsetmesi zor ama bu anlattıklarım belki birini düşündürecek, belki birini hayatın ucundan-kenarından-köşesinden tutturacak, belki birini saklandığı o kuytu difrizden çıkartacaksa; evet, bahsetmeliyim. Aslında yaşadığım bir olay üzerine anlatmak istiyorum.


Daha 8 yaşlarındaydım ve köydeki evimizdeydik. Babaannemin evi. Küçük bir kız; aklı fikri kabandan birkaç çilek toplayıp yemekte, çiçeklerden kendisine bir evren kurmakta, ölen arı-böcek-sinek-kelebek gibi canlıların dışarıda rahat olamayacaklarını, başka hayvanların onları yiyeceğini düşünüp onlara köy yolundaki taşlardan mezar yapmaya çalışan bir kız.

Dedem felçli, her gün evimize bir sürü ziyaret gerçekleştiriliyor birileri tarafından. Tabii o zaman anlamıyorum neler olup bittiğini. Sanki dedem bir şekilde o mezara girse bile her an çıkıp verdiği Kur'an ödevini yapmayan torunlarının peşinden koşacakmış gibi. İmamdı dedem benim. Yani imammış, ben doğduğumda emekliydi; imam hâlini hiç göremedim onun. Hep, bir dolabında-üstünde çok eskilerden kalma bir radyo ile yaklaşık 15x15cmlik küp bir televizyon vardı-cübbesi ve sarığı dururdu. Çocuklar Duymasın'ı izlerdi hep mesela. Haluk'u çok severdi çünkü kendisi de babaanneme karşı hep Selami gibi olduğundan, ona özenirdi sanırsam. Bir de oraleti severdi dedem. Hep özenirdim bir gün kendime oralet alacağım güne.

Gelelim kelamımıza. Hasta ziyaretleri vardı demiştim. Bir de annem tarladaydı sürekli. Bir şeyler yapılacaktı, boş durulamazdı. Karadeniz kadınıydı babaannem tam. Çavuş derdiler ona, köydeki lâkabıydı. Gelin de çalışacaktı pek tabii ona göre.

Bu olaylar sırasında ben hasta oldum. Feci şekilde karnıma ağrılar saplanıyordu ve ayakta bile duramaz hâle gelmiştim. Annem benimle ilgilenemiyor, etrafımdaki diğer insanlar türlü türlü kocakarı yöntemleriyle karın ağrımı geçiştirmeye çalışıyorlardı. Böyle böyle derken 2 gün geçmesi üzerine bir doktora gitmiştik. Kasaba doktoruna. Kendisi hemen teşhisimi koymuş ve acilen hastaneye götürülmemi emretmişti. İlçede büyük hastane doktoruna.

"Apandisti patlamış, zehir yayılmış."

Apandist,zehir,diğer tıbbi şeyler.. İnanın anlamıyordum.

Sonra amcamın sorusu geldi:
"Hemen koysak uçağa İstanbul'a gidip ameliyat olsa?"
Doktor:
"1 saat bile gitmez, acilen yetiştirmeniz lâzım."

Ama bunu anlamıştım. Bir şekilde anlamıştım ve korkmuştum. Annemden ayrılma ihtimalimden korkmuştum.

Hastaneye gitmiş, ameliyat olmuş ve çıkmıştım. Narkozun etkisiyle zihnim bulanık, göz kapaklarım aralıklı devrilmiş bir biçimde anlamaya çalışıyordum.

Doktor annemle konuşuyordu ve şu cümle çıktı ağzından:
"Biraz daha geç kalsaydınız masada kalmıştı."

Biraz.

Ne kadar da az bir zaman. Belki de bir 10-15 dk.

Küçük bir çocuktum, 8 yaşımda ve inanın şu yaşımda yaşadığım onca çocukluk anımı hatırlamama rağmen bu cümleler-resimler zihnime kazınmıştı.

Küçük bir çocuktum ve yine doktorun dediğini anlamamıştım.

Şimdi diyeceksiniz belki de, bu kız şimdi bunu bize neden anlattı, diye.

Şu an düşünüyorum. Ne zamanki o yaşadıklarımı düşünsem, şükretme biçimde tek bir şey geliyor aklıma, tek bir cümle "Demek ki yaşamam gerekiyormuş."

Demek ki daha vaktim dolmamış, demek ki bu yaşadıklarımın benimle olması gerekiyormuş, demek ki sevdiklerime bir şeyleri kem küm etmeden açıkça söylemem gerekiyormuş, demek ki 30 gün yanıbaşımdan hiç ayrılmayan anneme daha çok sarılmam gerekiyormuş, demek ki birilerine bir şeyler anlatmam gerekiyormuş, demek ki birilerine şükretmek gerektiğini anlatmam gerekiyormuş.

İnsan bu her durumda unutur. Unutkandır, acizdir yeri gelir vefasızdır, bencildir.
Ben hatırlatmak istedim şükretmeyi, hem kendime hem de size bir nebze de olsa.
Herkesin bir amaç uğruna yaşadığını hatırlatmak istedim belki de hepimize.

Yolunuzu kaybetmeyin.
Bir çıkış kapısı her daim mevcuttur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder