10 Temmuz 2015 Cuma

Küçük Kaçış Günlükleri | Gün 1-3

1. Gün
For.Bros.Co ve Var Mıyım Yok Muyum ekibinden 3 arkadaş, bundan yaklaşık 2 ay önce "Yea, çekip gitsek buralardan gezsek diyar diyar otostopla, uyku tulumumuz, çadırımız olsa, onlarda kalsak, ateşimizi yakıp yemeğimizi kendimiz pişirsek, konservelerimizi yesek, ateş etrafında sohbet etsek, yolda yeni insanlarla, yeni lehçelerle, yeni kültürlerle tanışsak... güzel olmaz mı?" dedik.
Başta tatlı bir hayaldi, "Yeak ya o öyle olmaz, ölürsünüz, yapmayın etmeyin, siz bize lazımsınız" diyen arkadaşlarımız oldu. Ebevenylerimiz bu fikri ilk açtığımızda bizi ciddiye almadı. Ardından "Tecavüzcüler size tecavüz eder, sonra bi kenara atar" dedi. Ama biz bu hayalimizde direterek çadırımızı, uyku tulumumuzu, baş lambalarımızı aldık ve düştük yollara. Çünkü biz manyağız.
Öncelikle, "Küçük Kaçış ne demek? Adını nereden alıyor?" u konuşalım. Küçük Kaçış esasında adı üstünde olup "Küçük bir kaçamak" demektir. Peki adında küçük var diye bunun büyüğü de mi olacak? Kim bilir, zaman gösterecek. Gezinin formatında herhangi bir plan yapmadan, günübirlik kararler çerçevesinde dilediğimiz yere gitmek, dilediğimiz yeri gezmek olduğundan, her şey tamamen spontane olarak gelişmektedir. Gezide hergün neler olup bittiğine dair notlar aldık ve video çektik. Videoları bölüm bölüm montajlayıp, videodaki en son vakte kadar yazıp blogda sizlerle paylaşacağız. Haydin bismillah:
Haritayı elimize aldık ve "İlk nereye gitsek acaba?" diye düşünmeye başladık. Ortak karar sonucunda ilk olarak İstanbul'a gidelim dedik ama Bla Bla Car'da(otostopun ticarete dökülmüş hali) uygun bir sefer bulamadık. Bütün Ege ve Akdenizi karış karış aradıktan sonra sonunda yıldık ve "Madem öyle, biz de karadenizden başlarız o zaman" diyerekten Zonguldak'a doğru giden bir abimizi aradık ve anlaştık. Şu an düşünüyorum da, Bla Bla Car ile gitmemize gerek yokmuş, direk otostopla da İstanbul'a gidebilirmişiz. Ama o an ille de Bla Bla Car ile gidelim diye tutturmuştuk çünkü otostop çekmenin bu kadar rahat olduğunu henüz tecrübe etmemiştik. Saat 6 da Ulus Tren Garı'nda abimizle buluştuk. 50 yaşındaki Ali Osman Abimiz bizi, hafif eski ama ayağımızı yerden kesen arabasıyla Zonguldak'a doğru götürmeye başladı.
Muhabbetler edildi, karşılıklı tanışma faslı oldu, abimiz bize hayattan öğrendiği şeylerden yola çıkarak öğütler verdi. Muhabbet sırasında anladık ki aslında Abimiz Zonguldak merkeze gitmiyormuş, Zonguldak'ın Devrek ilçesine gidiyormuş. Bunu öğrendiğimizde önce bir mal olduk tabi ki, ama sonra "Amaaan, bir şekilde gideriz yea" diyerekten bu dikkatsizliğimizi geçiştirdik. Arabanın pek hızlı olamamasından ve yolun bayasının yokuş olmasından mütevellit 10 civarlarında Devrek'e anca varabildik.
Abimiz bizi Devrek otobüs garının karşısında indirdi. İndirirken telefon numarasını verdi ve eğer kalacak yer falan bulamazsak O'nu aramamızı söyledi. Çok kral adamdı kendileri. Önce gara gittik, Zonguldak merkeze otobüs fiyatlarını ve zamanlarını öğrendik. Fiyatı da zamanı da bize göre değildi. Osman Abi'nin bizi indirdiği yerde otostop çekmeye başladık. İlk otostop çekişimizdi ve pek umudumuz yoktu. Yarım saat kırk beş dakika boyunca yanımızdaki apartmanın güvenlik görevlisiyle sohbet ede ede otostop çektik. Umutlarımız tükenmeye başlamıştı. Bir ara garın bahçesine çadır kurup gece 3'e kadar (otobüs vakti) yatmayı düşündük. Az vakit sonra hemşerim Siverekli bir ablanın da bulunduğu bir van durdu.
Abi kardeş olduklarını tahmin ettiğim iki kişi bizi arabalarına buyur ettiler. Ne yazık Zonguldak Merkez'e gitmiyorlardı. Ama bize cazip bir fikir sundular. "Biz sizi tırcı/kamyoncu abilerin takıldığı bir çorbacıya bırakalım, oradan giden kesin vardır, sizi bırakırlar" Biz de tabi ki tamam dedik, başka bir şansımız da yoktu zaten. Bizi attılar çorbacıya.
Selamun Aleykum diyerekten girdik ve oturduk. Ayıp olmasın diye 3 tane de çay söyledik. "Neeeaaaapıyonuz siz geziyonuz mu?" diye soran bir Abi'nin ardından gelen soru dalgasıyla kamyoncu ve tırcı abilerimizle sohbet etmeye başladık. Kimsenin zonguldak tarafına doğru gitmediğini öğrendik. En sonunda yürümekten başka çaremiz olmadığına karar verdik ve abilere teşekkkür ederek hesabı istedik. Mekanın sahibi "bizden olsun gençler" diyerekten bize gezinin ilk kıyağını yapmış oldu.
Gecenin bir yarısı olduğundan, hafif bir korkuyla götüm götüm yürümeye başladık. Daha doğrusu tek korkan bendim. Mustafa(Deep thoughts about nothing and everything(takam ismine)) ile Tüzün(Bir Küçük Bok Böceği) oldukça cesaretliydiler. Sağımızdaki ormanın içinden gelen ormantik sesler eşliğinde 20 dakika kadar otosptop çeke çeke yürüdük. Kimsecikler durmadıkça benim de endişem artmaya başladı. En sonunda devriyede olan bi jandarma aracı durdu. "Nereye gençleaaar" diye sordular, biz de Zonguldak'a dedik. Zonguldak'a gitmediklerini ama gittikleri yere kadar bizi bırakabileceklerini söylediler ve bizi aldılar. Nereli olduğumuzu nereye gittiğimizi ve "Manyak mısınız oğlum siz?" sorularından sonra bizi aynı vaad ile bir başka çorbacıya bıraktılar.
Selamun aleykum diyerekten kahvehane/çorbacıya girdik. Önceki kadar kalabalık değildi bu çorbacı. Kimiz neciyiz muhabbetlerinden sonra derdimizi dile getirdik ve oradan da kimsenin Zonguldak'a gitmeyeceğini öğrendik. Ama abiler bizi o kadar sevdiler ki, bizi oraya ulaştırmak için seferber oldular; Tanıdıkları şöförleri, kamyoncuları, tırcıları arayıp buradan geçip geçmediklerini sordular. Maalesef hepsi çoktan bulunduğumuz yeri geçmişti. Oradaki abi bize "İleride bir benzinlik var, git oradaki benzinlikteki adama seni şu şu gönderdi, bize araba bulacakmışsın, bulmazsan ebeni s..ecekmiş de o halleder" dedi. Biraz daha muhabbet ettikten sonra oraletlerimizin hesabını ödeyerek kalkmaya karar verdik ama gezinin ikinci kıyağını da oranın sahibi yaptı ve "Olur mu öyle şey gençler yeaaa, bizden olsun" diyerekten hesabı ödetmedi.
Saat 11-12 civarları, başımızda kafa lambaları, Zonguldaktaki bir maden işçisiymişçesine otosptop çeke çeke ilerlemeye başladık. Kimsecikler durmuyordu, ben de iyice yusuf çekmeye başlamıştım. En sonunda bir tane amca durdu ileride. "Ne dediği anlaşılmayan amca" Amca kelimeleri o kadar yutarak ve hızlı konuşuyordu ki, bir kelime dahi anlamadım. Neyse ki Mustafa amcayı anladı da birkaç cümlelik de olsa bi muhabbet kurdu. Amca bizi çorbacıdaki abilerin tarif ettiği benzinliğe attı. Benzinlikteki abilere çorbacıdaki abinin selamını ve kurduğu cümleyi ilettik ama abi bize adam akıllı kimsenin buralardan geçmediğini, bu saatte de geçmeyeceğini söyleyerek ümitlerimizi baltaladı.
Başımızda kafa lambaları umutsuzca yürümeye devam ettik. Birkaç dakika geçtikten sonra bir araç durdu. Heyecanlı heyecanlı koştuk ve nereye gittiğini sorduk. "Zonguldak" diyerekten bizi accayip sevindirdi. Abimiz yıllarca tır şöförlüğü yapmış, şu an da taksicilik yapan bir abiymiş. Bizi başımızdaki lambalardan dolayı maden işçisi sanıp "Madenci emekçi gardaşlarımı bu saatte yollarda bırakmayayım" diye almış. Ehehehe. Sağolsun kendisi bizi bekleyen Ballı'nın(blogdaki adı Pecador Dios) evine kadar bıraktı ve böylece sağ salim kalacağımız yere varmış olduk. Birkaç saat süren güzel bir muhabbetin ardından kendimizi yataklara atarak günün yorgunluğunu üzerimizden atmaya çalıştık.
Gün 2
Öğlene doğru uyandık. Ballı ile Zonguldak'ın içinde turladık, deniz kıyısına gittik, kamp ateşinde yemelik konserveler ve hazır çorba aldık. Bizi Zonguldak Merkez'e kadar götüren abimizin ve Ballı'nın arkadaşlarının önerisi üzerine Ereğli'ye gitmeye karar verdik. Ballı bizi Ereğli dolmuşlarının geçtiği yerde bıraktı. Başta direk dolmuşa binmedik, otostop çeke çeke yürüdük. Baktık kimse durmuyor, atladık dolmuşa gittik Ereğliye. Ereğli'ye indiğimizde muavin abimizle biraz lafladık. Bize kesinlikle okumamızı, lisan öğrenmemizi ve yanımızda gezdiğimizin adamların bizden hep bir gömlek üstümüzde adamlar olmasını tembihledi.
Ereğli'de bizi Tüzün'ün sınıf arkadaşı Beyza karşıladı. Bizi kraller gibi gezdiren Beyza, bir de yetmezmiş gibi iftara davet etti, biz de tabi ki evet dedik.  Beleş yemek sonuçta hocam, hayır denir mi? Ehehe. Beraber kıyıdadan yürüyerek oradaki birkaç mağaraya gittik. Mağarada saçmalığın ve geyiğin dibine vurduktan sonra Beyzalara doğru yola çıktık. Dolmuşta kitap okuya okuya giderken dolmuştaki bir başka amcadan "herkesin kitabını okumayın yeğeeeen" öğütünü aldıktan ve bir başka insandan gereksiz bir atar yedikten sonra Beyzalara vardık. Beyza'nın annesi babası ve kardeşleriyle tanıştık, sohbet ettik, bir güzel de yemeğimizi yedik. Beyza'nın kardeşinin video işleri ile uğraştığını öğrendiğimde, tabii ki, boş durmayarak onu renklerimize katma girişiminde bulundum. "Yolun Ankara'ya düşerse bekleriz" diyerekten reklamları sona erdirdim.
Saat ilerlediğinde "Oldu o zaman biz kalkalım" diyerekten evi terk etme girişiminde bulunduk ama Beyza'nın annesi çoktan yataklarımızı hazırlamış. "Katiyyen, töbe billah salmam sizi. Bu yağmurda çamurda sokaklarda yatırmam" diyerekten gitmemizi izin vermedi ve bizi kodum mu oturtturdu. Sahur vaktine kadar sohbetin, muhabbetin, geyiğin dibine vurduk.
Öğrendik ki Ereğli halkı ekmeğini Erdemir Fabrikasından yiyormuş. Erdemirin işçi sendikası da acayip kuvvetli bir sendikaymış, işçilerine durmadan zam yaptırtıyormuş. Fabrikanın işçileri bile yüksek maaşlar alıyormuş. Tabiri caizse Erdemir para s.çıyormuş yani. Sahurumuzu yaptık, sonra da yavaştan yataklarımıza çekildik.
Gün 3
7 buçukta kalkıcaz diyip öğlen vakitlerinde kalktık. Duşumuzu aldık, eşyalarımızı toparladık, her şey için Beyza ve ailesine teşekkür ederek, önceki gün gitmeye karar verdiğimiz Akçakoca'ya doğru yola çıktık.
Otostop çekerek yaklaşık yarım saat yürüdükten sonra bizi Soner abi aldı. Başlarda Soner abiden korktum. Çünkü Akçakocaya gidiyorum diyerekten bir dükkanın önünde durdu ve birkaç dakika boyunca gelmedi. Civar da pek tekin gözükmüyordu. Önümüzdeki bir adam dükkanın önündeki bir arabanın kapısını elindeki bir çeşit aletle açmaya falan çalıştı, biz bunları gördükçe ölüm fermanımızın hazırlandığını düşündük. Kafamda bin bir türlü kahramanlık senaryoları kurdum (adam bir şey yapmaya çalışırsa kafa atmalı falan(ömrümde kimseye kafa atmadım, hatta yüzüne vurmadım)) Ama Soner abimiz geldikten sonra ettiğimiz sohbet sonucunda Soner abimizin pammık gibi bir aile babası olduğunu anladım ve kendimden utandım. Nalet olası ön yargılar.
 Abimiz bizi Akçakocaya getirmekle kalmadı, üzerine kamp yapabileceğimiz ve denize girebileceğimiz yerleri teker teker gösterdi. En sonunda bizi indirdi ve hayatına devam etti. Biz de görmemişler gibi sahile koştuk, mayolarımızı giydik ve kendimizi suyun kollarına bıraktık
...


2 yorum: