29 Haziran 2015 Pazartesi

Büyüklük pazarı

Annemin elinden tutup heyecanla pazara gittiğim günlerin herhangi birinde güzeldin, hayat. Belki güzel olan annemin elini tutunca kimsenin canımı yakamayacağını biliyor olmamdı. Annem korurdu, koruyabilirdi bir zamanlar.

Pazarın başında hemen sağda bakliyatçı bir abimiz vardı. Bana hep 'Seni pirinç tüccarına versin annen' derdi. Her öğün pilav yerdim, zengin ederdim abiyi. On beş adım falan ilerden salatalık alırdık, biraz ilerisi havuç... Neyi nerden nasıl ne kadara alacağımız planlıydı hep. Belki güzel olan her adımımızda bir sonraki adımı düşünmeyişimdi. Annem elime hafif olan kıvırcık poşetini verirdi, ellerim acımasın diye. Belki güzel olan taşıyabileceğimden de az yüküm olmasıydı.
Annem alışveriş yaparken kafamı çevirip onları izlemekten kendimi alamadığım limon satan çocuklar vardı. Hep benden büyük mü küçük mü olduklarını sorardım, marifetti o zamanlar büyümek. Öyle yorgun öyle bitkin gözükürlerdi ki hiç mutlu görmemiştim ben onları. Tezgahı yoktu hiçbirinin, dönüp bakmazdı bile çoğu insan. Gösterişli olmak gerekliydi ya kıymetli kalabalığın dikkatini çekebilmek için. Şimdi çok mu farklı? Yapamıyorum olmuyor diye bağırmam gerekli birilerinin vicdanının sızlaması için. Ama o çocukların tezgahı yoktu o zamanlar, bende de bağıracak kadar yürek yok şimdi. Bırakın olmayıversin keşke onların tezgahı olsaymış.
Ağır koku gelmeye başladıysa burnuma peynir-zeytin bölümüne yaklaştığımızı anlardım. Anneme bakarak burnumu tıkar yüzümü buruştururdum hep. Peynirlerin yarısını tadar anca öyle beğenirdim alacağımızı. Lüksüm vardı tabi o zamanlar: Tatsız tutsuz olanı istememek gibi, eve götürmemek gibi, geride bırakmak gibi. Birinin yokluğu öyle ki: hergün en iğrendiğim peyniri yutmak zorundaymışım gibi.
Pazarın daha da ilerilerine doğru ayakkabıcılar çıkardı. Garip gelecektir benim hiç kırmızı parlak pabuç hayalim olmamıştı. Yeni ayakkabı diye annemin paçasına da yapışmazdım hiç. Halbuki eve girmezdim o zamanlar sokakta oynamaktan. Ordan oraya koşardım, o taştan bu taşa vururdum ayağımı da eskimezdi ayakkabılarım, yorulmazdı ayaklarım. Çocuktum ya. Büyüklük ya, yürümeye ayak dayanmıyor. Ayakkabı dayanmıyor yoluna çıkan taşlara vurmaktan.
Arabanın altına kaçan topu almak için yere yatsan üstüne basarlar şimdi.
Yarabandı satan amcalar vardı şimdiki büyüklüğümden de büyük. Kolum bir demire sürtünmeyegörsün koşarak yarabandı alırdım. Yarayı marifet sanardık o zamanlar. En önemlisi ufacığından tut kocamanına kadar her yara yarabandıyla kapanır sanırdık.
Ne yaralar açılıyormuş be amca. Ne tezgahlar kuruluyormuş insanlara.
Kafamın içinde bağırıyor esnaflar biri beş güne geçer diyor diğeri bir seneye. Hepsinin terazisi, çenesi kadar. Bir bilene sorasım geliyor pazarın ne başında ne sonunda tanıdığım tek kimse yok. Fazladan tek limoncu göresim bile gelmiyor, saf olan şeylerin kaldığına olan inancım kalmadı. Güvenilmiyor kimseye, koca kalabalığa, hiçbirine.
Saatler, günler ilerledikçe daha da büyüyen şu insan seli zaman geçtikçe benden bir şeyler sürüklüyor.
Eve de gidemiyorsun ki iki poşet taşıyıp.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder