Hava soğuk. Aylardan Şubat. Hava soğuk ve rüzgarlı. Rüzgar kulaklarımı
ısırıyor. Ellerim. Acıyor. Kalemi tutmaya çalıştığım parmaklarım
yalvarırcasına sızlıyor.
Dur! Yazma. Ama ben sıcak evimden hikaye yazmak
için çıkmıştım. Yürüdüğüm otuz dört dakika boyunca yeni bir hikayenin
hayalini kurdum. İşte tam şimdi burada, denizin kıyısındayım. Ben
Karadeniz’i hiç bu kadar koyu renkte görmemiştim. Cidden bu kadar kara
bir gün müydü?
Dün bir hanımefendi ile oturmuştum bu masada. Bir
bayan demiyorum çünkü kendisi tam bir hanımefendiydi. Senden sonra
görüştüğüm bu kaçıncı hanımefendi bilmiyorum ama sonuç hep aynı. Soğuk.
Konuşmaya
başladığımda benden hoşlandığı apaçık ortadaydı. Ben de pek boş
olamıyordum kendisine. Bana yakınlaşıyor. Konuşurken göz temasından
kaçmıyordu. Ben onu sözlerimle etkilemeye çalıştığım sırada sordu o
soruyu. “Peki ya O çok güzel miydi?” Boşluk. Karanlık ve birden sen.
“Senden güzel olmasın güzel bir bayandı.” dedim. İnanmadı. Ama bu
gerçekti. Yazdıklarımı okumuş olacaktı ki O’ndan söz edebiliyordu.
Sanırım
yazmanın tek kötü yanı bu. Her yaşadığınla ilgili bir iz bırakmak.
İleride bunlarla suçlanabilirsin. Bana “hayatımda kimse yok” dese
inanırdım. Çünkü yazmıyordu. Fakat benim hayatımın en önemli noktalarını
biliyordu neredeyse. Hepsi bir hikaye gibi görünüyor olsa da. Yazmak bu
yüzden kötü, bazen.
Denizi hiç bu kadar koyu görmemiştim dedim ya.
Artık simsiyahtı. Dalgalar ses çıkarmasa orada bir boşluk var
zannedeceğim. Çünkü. Göremiyorum.
Seni anlattığım her hanımefendi gibi. Bir süre sonra onları göremiyorum. Aramız hep soğuk.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder