Uyanmıştım fakat
gözlerimi açmak gelmiyordu içimden. Gördüklerimin gerçek olması için nelerimi
vermezdim ki? Zannımca saat yediye gelmek üzereydi, birazdan çalardı telefonun
alarmı. Doğruldum, hala gözlerim kapalı. Yatağımın yanındaki şifonyeri elimle
yoklayıp telefonu buldum. Gözlerimi hafifçe araladım, güneşin engin ışıkları
perdenin arasından sızarak günaydın demeye çalışırken benim onlara aldırış
etmemem ayıp olurdu. Alarmı kapadıktan sonra camı açtım. Ah o toprak kokusu yok
mu? Yine bir yağmur sabahında yine o koku bürümüştü her tarafı. Zayıf
olduğumdan olsa gerek çabucak üşüdüm daha keyfini çıkaramadan yağmur sabahının.
Kapadım camı gördüğüm rüyayı düşünmeye başladım. Ben hatırlamaya çalıştıkça
daha çok unutuyordum sanki. Düşünmemeliydim daha fazla unutmamak için. Seri
hareketlerle hazırlandım yine en güzel kıyafetlerimi giyip en güzel şapkamı
taktım. Sık sık saate bakıyordum. Geç kalmamalıydım, hiç geç kalmamıştım.
Saat sekizi on beş
geçiyordu, yine tam vaktinde oturmuştum yerime. Bir elimde yıllardır değişmeyen
gazetem öbür elimdeyse her zaman aynı büfeden aldığım dumanları üstünde tüten,
demini almamış, çiğ kokusuyla çayım... Yıllar bana mı ayak uyduruyor bunca
insanı değiştirirken yoksa onlar da mı unuttu beni, bilmiyordum. Düşüncelerimi
kilim altı edip gazetemi açtım. Sonra ceketimin iç cebinden yılların
eskitemediği siyah, yuvarlak çerçeveli gözlüğümü çıkardım. Gözlük deyip
geçmeyin gözlerimle birlikte ne çok ana şahit oldu onlar, o sebepten olacak
bende ayrı bir yeri var. Satırları birer birer devirmeye başladım gözlerimle.
Bir yandan okuyor bir yandan etrafı izliyorum. Gazeteyi eskittikten sonra
yanında verdiği hediye çarptı gözüme. Hayret dedim içimden hiç görmemiştim bu
gazetenin yanında hediye verdiğini.
Üstünde kırmızıyla gazetenin ismi yazılı,
sıradan bir mavi mürekkepli pilot kalem. En son 2 yıl önce yandaki bankta
kırmıştım kalemimi. Kıytırıktan derginin birine gönderdiğim yazının deli
saçması diye geri gönderilmesi üzerine. O an canlanıveriyor gözlerimde birden. Sonrasında
3 yıl boyuca oturduğum, yazılarımı yazdığım o banka bir daha oturmayacağım diyorum.
Birkaç gün gelmemeyi başardım sonrasında bir sabah saat sekizi on dört geçe o
bankın başındayım. Neden yine geldim orasını ben de bilmiyorum. Ama sözümde
durmalıydım kendime ihanet edemezdim. Gazetem ve çayımla yanındaki yani şu an
oturduğum banka kurulup saatime baktım, sekiz on beş. O deli saçması sebepler
yüzünden yazmadım, yazamadım okumakla yetindim. Bugün anlıyorum ki haklılarmış.
Gerçekten deli olmasam iki yıl kalemsiz nasıl yaşayabilirdim? Bu soru yazmaya
olan açlığımı hissettirmişti. Bu sıradan kalem akşam ezanı oluvermişti bana bir
ramazan akşamında. Cebimden 2 yıldır vazifesi gözlüğüme siper etmekten başka
bir şey olmayan sert, kara kapaklı bir not defteri çıkardım. Yarısı yırtılmış,
cebimde gide gele yıpranmış, mürekkebe aç bir not defteri. Paslanmış
kelimelerimi zımparalamakla başlamalıydım evvelinde. Gençken, gökyüzümdeki parlak
bir yıldıza yazdığım şiirlerden birkaçını zorla da olsa işledim tekrar defterin
sayfalarına ince ince. İlk kelimeleri yazarken zorlandım hatta yazmayı
unuttuğumu düşündüm fakat yazdıkça eski halini aldı yazım. Bir süre sonra i
harflerinin noktalarını eskisi gibi çember biçiminde yaptığımı fark ettim.
Garip bir gülümseme geldi yüzüme. Evet, gençliğim de şiir yazmıştım sonra belli
bir yaşa kadar devam etti bu tutkum ta ki “deli kanlılığı” atlatana dek. O
belli yaştan sonra düşünce yazıları yazdım. Yayınlanmayan, deli saçması düşünce
yazılarımla insanlara doğruları-mı göstermeye çalıştım, olmadı.
Bankların birinde
oturan bir adam ilişti gözüme tam da o sütbeyaz sayfaların bana küstüğünü
düşünürken. Garip hareketleri yoktu ama nedense hemen fark edilebiliyordu.
Başında klasik bir cumhuriyet şapkası sırtında füme ceketi ve ceketinin üstünde
de siyah, uzun paltosuyla temiz giyimli biriydi. Etrafı anlamaya çalışan
gözleri yılların verdiği bezginlikle bir derinlik kazanıyordu. Hayatın
sillesini yemişti besbelli. Narin hareketleri bundan olsa gerek. Sonuçta yaralı
bir insan, yaralamak istemezdi bir başkasını. Bilirdi acıyı, kederi. Damdan
düşen misali… Pür dikkat onu izlemeye koyuldum. Gözlerimi üzerinden ayırmıyor,
bir hareketinden bin anlam çıkarıyordum. Yazmalıydım. Başladım mavi mürekkeple
okşamaya defterin sayfalarını:
Saatlerce bankta
oturdu, etrafı izledi. Şapkasını çıkardı, paltosunu çıkardı. Etrafı izledi.
Şapkasını taktı, paltosunu eline aldı kaldırımlara şu mısraları fısıldadı:
Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;
Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.
Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir kuyuya,
Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi…
Sustu, etrafına bakındı bir süre, acaba duyan var mı sorusu gözlerinden okunuyordu. Sonra belli ki kimseyi göremedi eğdi başını, devirdi gözlerini. Duyduğu tik taklar onu rahatsız etmiş olacak ki saatine baktı, sekiz on üç. Adımlarını hızlandırdı. Gideceği yeri biliyordu, adımlarından belliydi bildiği. Bir çıkmaz sokağa girdi. Paltosunu giydi şapkasını çıkardı. Saatine baktı, sekiz on beş. Sokağa fısıldadı:
Ne kadar dönüp dolaşsam, yine de
Hep o çıkmaz sokaktayım çaresiz
Bir umut kırıntısı gözlerimde
Yürüyorum durmadan, dalgın, sessiz
Sustu. Dudakları kıpırdadı bir süre. Dua mıydı söyledikleri yoksa küfür mü meçhul. Sonra devam etti fısıldamaya:
Ölüm buysa, Tanrım buysa yaşamak
Sil alnımdan yazdığın bu yazgıyı
Ya bir yere çıksın artık bu sokak
Ya da öldür içimdeki Tanrıyı!
Son mısradan sonra konuşmayı unutmuşçasına etrafa boş boş dakikalarca bakındı soğuk bir sokak lambasının ışığıyla. Lambanın altına, arnavut kaldırımına oturdu. Şapkasını taktı. Gökyüzüne bakıyordu ama öyle gelişigüzel değil. Gözbebeklerini bir yıldızla kavuşturmuş, yıldızı sahiplenmişti adeta hâlbuki daha nice parlak yıldızlar vardı gökyüzünde, onlardan öte ay vardı hem de dolunay. Gözünde bir tek o yıldız parlıyordu her nedense. Birkaç saat sonra ayağa kalkmaya çalıştı, sendeledi. Sonuçta saatlerdir orada öylece oturuyordu. Sabahtan beri hiçbir şey de yememişti. Biraz zorlansa da ayağa kalkmayı başardı. Bir yandan arnavut kaldırımı aheste adımlarla eziyor bir yandan da şarkımsı bir şeyler mırıldanıyordu, söylediği anlaşılmıyordu. Tam adımlarını iyice hızlandırmışken gözleri bir ağaca takıldı, yavaşladı. Ağacın yanına geldiğinde gözlerini kapadı. Belli ki burada yaşanmışlıkları vardı. Anılarını hatırlamaya çalışıyordu elleriyle ağacı okşarken. Gittikçe suratı asıldı. Kafasını kaldırdı yeniden göğe doğru. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Saatine baktı, durmuştu. Dudaklarının garip gülümsemesiyle çakır gözlerinden kan misali aktı gözyaşları. İçinde hayat bulmuş bir yıldızın külleri adeta kan olup süzülüyor dudaklarıyla kavuşuyordu. Ah o çakır gözler… Tir tir titreyerek saatini çıkardı kolundan. Parmaklarıyla bir tutam gözyaşı alıp camını okşadı. Ardından bir taş tutuyormuşçasına kavradı. Göğe doğru hırsla fırlattı, seni yaşattığım seni yaşadığım günlerim sadakam olsun dermişçesine. Havada kuş misali yükselen saatin yere düşüp düşmediğine aldırış etmeden devam etti yoluna. Sustu sustukça hırslandı hırslandıkça da adımları hızlandı. Bir süre sonra tımarhaneden kaçan deli misali bir elinde montu bir elinde şapkası koşuyordu. Dursa ölecekti, durmadı yine öldü
Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;
Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.
Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir kuyuya,
Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi…
Sustu, etrafına bakındı bir süre, acaba duyan var mı sorusu gözlerinden okunuyordu. Sonra belli ki kimseyi göremedi eğdi başını, devirdi gözlerini. Duyduğu tik taklar onu rahatsız etmiş olacak ki saatine baktı, sekiz on üç. Adımlarını hızlandırdı. Gideceği yeri biliyordu, adımlarından belliydi bildiği. Bir çıkmaz sokağa girdi. Paltosunu giydi şapkasını çıkardı. Saatine baktı, sekiz on beş. Sokağa fısıldadı:
Ne kadar dönüp dolaşsam, yine de
Hep o çıkmaz sokaktayım çaresiz
Bir umut kırıntısı gözlerimde
Yürüyorum durmadan, dalgın, sessiz
Sustu. Dudakları kıpırdadı bir süre. Dua mıydı söyledikleri yoksa küfür mü meçhul. Sonra devam etti fısıldamaya:
Ölüm buysa, Tanrım buysa yaşamak
Sil alnımdan yazdığın bu yazgıyı
Ya bir yere çıksın artık bu sokak
Ya da öldür içimdeki Tanrıyı!
Son mısradan sonra konuşmayı unutmuşçasına etrafa boş boş dakikalarca bakındı soğuk bir sokak lambasının ışığıyla. Lambanın altına, arnavut kaldırımına oturdu. Şapkasını taktı. Gökyüzüne bakıyordu ama öyle gelişigüzel değil. Gözbebeklerini bir yıldızla kavuşturmuş, yıldızı sahiplenmişti adeta hâlbuki daha nice parlak yıldızlar vardı gökyüzünde, onlardan öte ay vardı hem de dolunay. Gözünde bir tek o yıldız parlıyordu her nedense. Birkaç saat sonra ayağa kalkmaya çalıştı, sendeledi. Sonuçta saatlerdir orada öylece oturuyordu. Sabahtan beri hiçbir şey de yememişti. Biraz zorlansa da ayağa kalkmayı başardı. Bir yandan arnavut kaldırımı aheste adımlarla eziyor bir yandan da şarkımsı bir şeyler mırıldanıyordu, söylediği anlaşılmıyordu. Tam adımlarını iyice hızlandırmışken gözleri bir ağaca takıldı, yavaşladı. Ağacın yanına geldiğinde gözlerini kapadı. Belli ki burada yaşanmışlıkları vardı. Anılarını hatırlamaya çalışıyordu elleriyle ağacı okşarken. Gittikçe suratı asıldı. Kafasını kaldırdı yeniden göğe doğru. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Saatine baktı, durmuştu. Dudaklarının garip gülümsemesiyle çakır gözlerinden kan misali aktı gözyaşları. İçinde hayat bulmuş bir yıldızın külleri adeta kan olup süzülüyor dudaklarıyla kavuşuyordu. Ah o çakır gözler… Tir tir titreyerek saatini çıkardı kolundan. Parmaklarıyla bir tutam gözyaşı alıp camını okşadı. Ardından bir taş tutuyormuşçasına kavradı. Göğe doğru hırsla fırlattı, seni yaşattığım seni yaşadığım günlerim sadakam olsun dermişçesine. Havada kuş misali yükselen saatin yere düşüp düşmediğine aldırış etmeden devam etti yoluna. Sustu sustukça hırslandı hırslandıkça da adımları hızlandı. Bir süre sonra tımarhaneden kaçan deli misali bir elinde montu bir elinde şapkası koşuyordu. Dursa ölecekti, durmadı yine öldü
Elimde kalemim noktayı koymaya çabalarken son noktanın
hüznünden olacak içim içimi yiyordu. Ama biliyordum ki bu yazılanlar bir masal
değildi, biliyordum gerçeğin saati her zaman sekizi on beş geçe durmuyordu.
Gözlüklerimi çıkarıp not defterimle birlikte ceketimin iç cebine koydum. Kalem
elimde kaldı. Gözlerim hala onun üzerindeydi. Bir hareketinden bin anlam
çıkarıyordum. Bir binadan içeri girdi. Işık yanmadı ben girene dek. Kapıdan
içeri adım atmamla irkildim. O da ne? Beni fark etmişti. Karşımda şaşkın bir
çift göz... Kim koydu bu aynayı buraya? Gözleri gözlerime değdi, gözlerim
gözlerime... Felaketim oldu, ağladım. Saatime baktım kolumda değildi. Aynaya
fısıldadım:
Aynalar, bakmayın yüzüme dik dik;
İşte yakalandık, kelepçelendik!
Çıktınız umulmaz anda karşıma,
Başımın tokmağı indi başıma.
Gözlerim gözlerime daldı, bir dakika yahut bir saat kalakaldım öylece. Devam etti kelimeler birbiri ardı sıra süzülmeye:
Çıkamam, aynalar, aynalar zindan.
Bakamam, aynada, aynada vicdan;
Beni beklemeyin, o bir hevesti;
Gelemem, aynalar yolumu kesti.
“Sussam ölecektim, susmadım yine öldüm.”
Aynalar, bakmayın yüzüme dik dik;
İşte yakalandık, kelepçelendik!
Çıktınız umulmaz anda karşıma,
Başımın tokmağı indi başıma.
Gözlerim gözlerime daldı, bir dakika yahut bir saat kalakaldım öylece. Devam etti kelimeler birbiri ardı sıra süzülmeye:
Çıkamam, aynalar, aynalar zindan.
Bakamam, aynada, aynada vicdan;
Beni beklemeyin, o bir hevesti;
Gelemem, aynalar yolumu kesti.
“Sussam ölecektim, susmadım yine öldüm.”
Ali'
Bu yazi alinti mi acaba yoksa siz mi yazdiniz?
YanıtlaSilBenim kendi yazım yalnız şiirler Ümit Yaşar Oğuzcan Ve Necip Fazıl'a ait.
SilBaya iyi.. Kaleminize sağlık
SilTeşekkür ederim, beğenmenize sevindim.
SilYetenek başka şey, ilham başka şey. İkisi birlikte bambaşka. Ve sen de öyle. Bu gerçekten özel.
YanıtlaSilBöyle yorumlar görmek gerçekten mutlu ediyor beni çok teşekkür ederim.
Silhocam takip ediyorum artık sizi, başarılarınızın devamını diliyorum.
YanıtlaSilTeşekkür ederim, beni takip eden insanların olduğunu bilmek güzel.
Sil