14 Eylül 2023 Perşembe

Hangi dündeyiz? - I

        Nerden girdim bu dehlize? Bu dumanlar, bu siyah gri dumanlar… Biliyorum buralarda bir yerde hepsi. Yürüdükçe açılacak önüm, berraklaşacak manzaram. Bak mesela, şurada soğuk bir Tunalı akşamı var. Belli, bu müzik, bu insan gürültüsü, bu sarhoş adımları: Tunalı’da bir akşam bu. Şu barın adı neydi, tam göremiyorum tabelasını. İşte ben de oradayım, hemen girişinde. Yanımda Tışık var. Saçları kısa sanırım. Onu da tam göremiyorum, kısa mı değil mi... Grub Abdal konseri varmış. Bileti eminim ben aldırmışımdır. Ben de yalnızca bir şarkılarını biliyorum adamların ama olsun. Bu salak nereden tanısın Grup Abdal’ı. Kesin ben öğretmişimdir ona. Kapının girişinde duran adama biletleri gösteriyoruz. Sanırım yıllar sonra dahi hala odamda duruyor bu biletler. Nasıl olduysa atmamışım. Çok kalabalık içerisi. Giriyoruz girmesine ama bar o kadar küçük ki, ayaktaki sarhoş ve muhtemelen alevi/solcu insan grubundan zorlukla görüyoruz sahneyi. Şarap alıyoruz. Böyle bir gecede şarap içmek! Tam da bizim gibi sonradan görme içicilerin yapacağı bir iş. Ellerinde çakmaklarla gitara eşlik eden kalabalığa biraz ayak uyduruyor, sahneyi görmeyişimize aldırmıyoruz. Zaten herhalde Tışık görebiliyor, boyu çok uzun. “Maksat müziği duymak değil mi zaten”, diyorum ben, “gel üst kata çıkalım, oradan da duyuluyordur, en azından şu sarhoşlardan biraz olsun uzaklaşmış oluruz”. Üst katta bir masaya oturuyoruz. Şaraplarımızı yudumlarken, Grup Abdal’ın bildiğim tek şarkısı çalmaya başlıyor. Hafiften hoş oluyorum, yüzümden belli oluyor. Tışık da benden duymuş olmalı daha önceden bu şarkıyı. “Bak”, diyorum, “o şarkı”. “Evet”, diyor. Usulca eşlik ediyoruz. Başka şeylerden konuşmaya başlıyoruz sonrasında. Bol bol susuyoruz. Arada bir etraftaki insanlar hakkında espri yapıyor, gülüyoruz. Biraz sonra acıkıyoruz. Bu saatte nerede ne yenir bilmiyoruz. Hem Tunalı hiçbir zaman bizim uğrak yerimiz olmamış ki. Üniversite hayatımızda tek tük gelmişiz, o da başkalarına eşlik etmek adına. Yoksa bizim mekânlarımız hep daha aşağılardaymış. Kızılay, Behçeli falan… Bakınca anlıyorum bunların hepsini. Kalkıp dışarı çıkıyoruz. Ucuz olması da önemli hani karnımızı doyuracağımız yerin. Öğrenciyiz. Harçlıklarla yaşıyoruz. Şöyle bir bakınıyoruz caddeye. “Aha”, diyorum, “çiğköfteci var hemen karşıda”. Tışık mantıklı buluyor bu fikri. Gidip birer dürüm gömüyoruz hızlıca. İkimizin de hayatında kimse yok sanırım o günlerde, baksana, ikimiz de hiç telefona bakmıyoruz saatlerce. Çok rahatsız da görünmüyoruz bu durumdan hani. İçeride de dışarıda da biriyle tanışmaya çalışmıyoruz. Ha gözlerimiz fıldır fıldır, insanları kesiyoruz, ama olsun, yine de halimizden memnun gibiyiz. Dürümümüzü yedikten sonra, kapının önünde sigara içen kalabalığın arasından geçip tekrar mekâna giriyoruz. Biraz önce neredeyse kutsal bir ayin gibi duyulan o alevi deyişlerinin yerini, şimdi haydebre çekilen halaylar almış! Sahnenin önündeki kalabalık sıra sıra dizilmiş, kol kola tepinip coşuyorlar! Bu kez alt katta hiç vakit kaybetmeden, doğrudan yukarı çıkıyoruz. Hem yukarıda sigara da içilebiliyor, belki de zaten başta o yüzden yukarı çıkmıştık, kim bilir. Sonuçta ikimiz de çok seviyoruz sigara içmeyi. Sonradan görme her içici gibi, sigara yalnızca basit bir bağımlılık değil bizim için; bir yığın isyanın, hüznün, hatıranın taşıyıcısı o. Yine aynı masaya oturup korkunç gürültülü halay şarkıları ve onlara eşlik eden bağırtılar arasında konuşmaya çalışıyoruz. Tışık’ın yüzünde bir mayhoşluk var. Ben iyi değilim diyor. “Noldu”, diyorum. “Ben bir tuvalete gideyim”, diyor. Onunla gidiyorum. Tuvalete girer girmez kusuyor. Nereye kusuyor, ben saçını alnından tutuyor muyum, nasıl oluyor her şey, tam göremiyorum. Ama şarap ile çiğköfteyi karıştırmak çok iyi bir fikir değilmiş, anlıyoruz. Elini yüzünü yıkıyor. Şimdi daha iyi görünüyor yüzü. Kafası da açılmış. “Hadi çıkalım şu boktan yerden” diyoruz. Yaver’e atlayıp koyuluyoruz yola. Nereye, bilmiyorum.

Dumanların arasındayım tekrar. Her şey bulanık. Nereye gitsem nereye çıkarım, bilemiyorum. Adımlarımı tereddütle, yavaş yavaş atıyorum. Mustafa’yı görüyorum. İşte şurda, Bilkent kampüsünde bir bankta oturuyor. Ne de güzel özenip giyinip gelmiş! Zaten yakışıklı, zaten sevgilisi var, ne istiyor bu insanlardan bilmiyorum. Yanında ben oturuyorum. Ben de bir o kadar salaş, özensiz görünüyorum. Her şeyi bilen biri olarak, tabii ki konuşan kişi benim. Tüm bildiğim hakikatleri önüne seriyorum Mustafa’nın. Gülümseyerek dinliyor benim bu halimi. Çok hoşuna gidiyor, belli. Ama içi de gıcıklanıyor. Hiçbir zaman, olur da bir gün hakikati böyle avcunda tutarsa bile, bu coşkuyla konuşamayacağını biliyor. Biraz özeniyor, biraz üzülüyor. Hem benim halime, hem kendi haline. Karşılık vermeye, sorular sormaya çalışıyor.

Ah bak şurda da Eryaman’da bir parktayız. Yürümeyi çok seviyor Mustafa, belli. Konuşa konuşa kim bilir nereden yürüdük buraya. Boncuk boncuk ter var kollarımızda. Yine bir bankta oturmuş önce babalarımızı, sonra dini, sonra da bütün dünyayı mıncıklıyor, avcumuzda döndürüp ne menem bir şeymiş bunlar anlamaya çalışıyoruz. Biliyorum, Mustafa’nın böyle konuşabildiği başka insan yok. Gurur duyuyorum kendimle. Yüzümdeki tebessümden belli bu. Mustafa için büyük bir şansım ben. Buna inanıyor olmalıyım. O da elinden geldiğince değerlendiriyor bunu. Peki o da benim için bir şans mı? Bilemiyorum, suratıma bakıldığında buna dair hiçbir iz yok. Sanki herkesle böyle konuşuyorum, herkese böyle anlatabiliyorum “hakikati”. Ve sanki, “işte hiçbir şey bilmeyen ve benden medet uman bir kişi daha, hadi anlatalım bari”, diyorum, “öğrensinler”.

Aynı tablonun olduğu bir sürü bulanık an var bu siyah gri bulutların arasında Mustafa’yla ilgili. Kiminde Ecehan var yanımızda, kiminde Sezen. Kiminde bizim bebeler, kiminde hiç tanımadığımız başka insanlar. Ama aynı memnun suratları görmek mümkün hepsinde. Her şeye kadir köle ile hey şeyden aciz tanrının sohbeti! Bazen yalnız başlarına, bazen seyircilerin gözü önünde, ama durmaksızın konuşmaya devam ediyorlar.

Her şeyin bu kadar bulanık olması o kadar canımı sıkıyor ki. Ama belki de diyorum, bu kadar bulanıklaşmasalardı zaten girmezdim bu dehlize hiç. Endişeye kapılıp alelacele inmezdim buraya. Neyse…

Ah, şu Balyan değil mi? Karşısında da ben oturuyorum. Gazi Kafe olmalı burası. Bahçesindeki masalardan birinde oturuyoruz. Nargile içiyor Balyan salağı. Sigarayı hiç sevmiyor ama nedense nargileye aşık! Dumanına bayılıyor. Ciğerini şişire şişire çekiyor içine, sonra bir duman bulutu ve meyve aromalı koku masayı sarıyor. En son buluştuğu kızdan bahsediyor. Kızın ağzından çıkan bir cümleyi masaya yatırıp her tarafını inceliyor. Olası anlamlarını tek tek gün yüzüne çıkartıyor. Bana da hangisinin daha mantıklı olduğunu soruyor. Sanki o bir cerrah, ben de onun güvenilir bir stajyeriyim; dikkatle cümlenin üzerine eğiliyor, parçalayıp didikliyoruz. Balyan’la ilgili hangi görüntüye göz atsam, elbet bir noktasında, bir kızdan konuşulduğunu görüyorum. Hep aynı kızlar da değiller. Ama hangisinde hangi kız hakkında konuşuluyor anlayamıyorum bu görüntülerde. Hepsi bulanık. Sanki hepsi aynı kızmış gibi geliyor o yüzden. Bulanıklıktan gözüme çarpan bu çeşitliliğin tamamı; saç rengi, boyu, kilosu, ayakkabısı, gözleri, her şeyi değişebilen tek bir kıza aitmiş gibi sanki buradan bakınca. Churchill içiyoruz karşılıklı. Ben Winston Light içiyorum yanında. Konuşurken kızın ismini karıştırıyorum. Sanırım o günlerde de çok farklı görmüyorum o kızları. Sanki hepsi tek bir kız/şey. Sıkılmış gibi görünüyorum. Konuyu sonunda değiştiriyor, en son okuduğum kitaptan bahsediyorum. Hangi kitap olduğu anlaşılmıyor, bulanık. Ama Balyan inanılmaz bir ilgiyle dinliyor. Net sorular soruyor. Sonra da tabii ki net cevaplar veriyor. Hiç okumadığı bir kitap ve mesele hakkında bir anda son noktayı koyuveriyor. Ben ısrarla meselenin ne kadar dallı budaklı ve zor olduğunu, en azından şunu ve bunu okuyup anlamadan çözülemeyeceğini anlatmaya çalışıyorum. Pek kabul etmişe benzemiyor. Ama ikimiz de mutlu görünüyoruz buradan bakınca. Biraz sonra nargileci Muhammed Abi gelip bozuk Türkçe’siyle hal hatır soruyor bize. Benle çok muhatap olmuyor. Balyan’la esprileşip gülüşüyorlar. Muhammed Abi Balyan’ın sırtını bile sıvazlıyor konuşurken. Ben hiç böyle sıvazladım mı acaba Balyan’ın sırtını? Neyse, sonrası yine bulanık…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder