15
Eylül 2020
Bilmiyorum isminle aran nasıldır. Ben benimkine gençlik
yıllarımda takmıştım oldukça, Tanrı’yla aramın limoni olduğu dönemlerde.
Ailemin veya çıktığım evin geleneklerine dair çok fazla bilgi veren bir isim
zira benimki, Muhammed Ali. Muhammed mi Ali mi, karar verin, diyesim gelmişti
bir ara anneme ama, dememiştim tabi.
Gizemli olmak istiyordum biraz. İsmim sorulduğunda anlamı
sorulsun istiyordum mesela. Benim hakkımda direkt fikir sahibi olamasınlar
istiyordum ya da ailem hakkında. Dini veya mitolojik bir öge barındırsınlar
istemiyordum.
Bir ara ciddi ciddi adımı değiştirmeyi düşündüm ama, annemi
yormak istemedim. Hoş, annemi hep yordum.
Neredeyse hiçbir şey anlatmayan, dümdüz isimlere çok
özendim bir ara. Kaya, Ateş, Toprak, Deniz, Su gibi. Ama sonradan anladım ki,
onlar da birçok şey anlatıyor. Hiçbir şey anlatmayan bir şey yok maalesef. Bunu daha iyi anlıyorum şimdi.
Biraz daha yaş alınca tabi, pek umursamamaya başladım bu
meseleyi. Hatta ismim sayesinde birçok insanı ters köşe yaptım. Ve bu hoşuma
gidiyordu. Annen de bunlardan birisiydi. Hiçbir dine inanmadığımı söylediğimde
şaşırmıştı, nedenini sorduğumda ismimden dolayı olduğunu söylemişti.
Senin varlığını öğrendikten sonra, üzerimdeki o şok ve
sarsıntı dindikten sonra, bunu düşünmeye başladım: Adın ne olacaktı? Sana ne
diye seslenecektik? İnsanlar sana ne diye sesleneceklerdi?
Sinirlendiklerinde sana nasıl öfke kusacaklardı,
sevindiklerinde sana ne diyerek haber vereceklerdi. Okul numarandan önce hangi
isim telaffuz edilecekti, mezuniyet belgende ne yazacaktı, askere gittiğinde “Ankara, emret komutanım!” demeden önce ne diyecektin? Eşinle hayatlarınızı
kenetlemeye karar verdiğiniz o anda, nikah memuru hangi ismi telaffuz edecekti?
Bu soruların hepsini bir anda düşünmedim elbette. Sen
annenin karnına saçıldıkça, bu sorular da zihnime saçıldı, teker teker.
Sonunda, annen senin yüzünden korkunç bir sancıya
kapıldığında ve bir günümüz hastanede geçtikten sonra, konuyu annene açtım.
Bunu sorduğumda, sanki bu soruyu daha önce düşünmemiş gibi, ki eminim ki hamile
kalmasından önce bu sorunun cevabı hazırdı, “Bilmem, sen ne olsun istersin?”
dedi.
Ben de bilmediğimi fakat bazı çekincelerimin olduğunu
söyledim. Elbette mantıklı bulmadı, her zamanki gibi fazla düşündüğümü söyledi.
Ben de bunun çok önemli bir şey olduğuna dair onu ikna etmeye çalıştım.
Sonrasında anladım ki, onun için de bu çok önemliydi. Ama
önereceği isme karşı çıkacağımı bildiği için, karşı çıkışlarımın etkisini
azaltma amacıyla böyle yaklıştığını anladım.
Atlas ismini attı sonra ortaya, sanki o an aklına gelmiş
gibi. Başta bir tepki vermedim. Kulağa ve ağza nasıl geleceğini test eder gibi,
çeşitli şekillerde Atlas dedim kendi kendime. Baya güldü. O kadar güldü ki, bir
anda, yine sancılanmış gibi, karnını tuttu. Ben de “Beğenmedi galiba” dedim.
Bozuldu. Sonra anlatmaya başladı.
Atlas’ı anlattı. Atlas’ın kim olduğunu bilmediğimden değil
elbette. Bildiğimi o da biliyordu. Cahile anlatır gibi kısa bir giriş yaptıktan
sonra, kendi yorumunu kattı.
Atlas’ın göğün, yani cennetlerin yükünü omuzlarında
taşıdığını, yeryüzündeki sefil ruhların cennet veya vaad edilen toprak
hayallerini hala kurabilmesinin, Atlas’ın bu yükü sırtlamasından dolayı
olduğunu söyledi.
Halbuki Atlas pes edemez miydi? Bırakıveremez miydi
milyonlarca sefil ruhun aciz hayallerini? Böyle yaptığında hem kendi acısı, hem
de milyonların acısı sonlanmaz mıydı? Yeryüzündeki o milyonlarca insanın,
olimpostaki o kibirli Tanrılar’a masturbasyon(o masturbasyon demedi bunu ben
ekledim) çekmekten başka işlevi mi vardı hem? Ama o bunu yapmadı, pes etmedi.
Kısıtlı hapis hayatlarındaki o dayanılmaz acılar, O’nun sırtladığı cennet
sayesinde bir değer kazanıyordu.
Bu sırtlama, öyle yiğitce ya da dimdik bir sırtlama
değildi. “Tasvirleri hatırlasana!” dedi heyecanla, “bir dizinin ya da iki
dizinin birden üstüne çökmüş, çektiği acılardan dolayı yüzünde oluşmuş ebedi
kırışıklıkları düşün!” dedi.
İşte, güçlü olmak böyle bir şeydi annen için. Dimdik, buz
gibi, sert bir şekilde durmak değil. “Evet, cam en sert durandır belki de ama
kırıldığında en paramparça olan ve eski haline dönmesi en imkansız olandır da
ayrıca” dedi. Tam bir hayal kırıklığıyım.
Esnek olmak, kırılgan durmak, çektiğin ve çekeceğini
bildiğin acılara rağmen; kendin için değil, başkaları için, başkalarının
cenneti için dünyanın yükünü hala sırtlanmak, inanmasan bile, pes etmemek. Yeni insanlara, yeni
duygulara ve yeni acılara her zaman açık olmak. Atlas olmak.
Ben etkilendim oldukça tabi. Konuşması bittiğinde uzun
süre tepki vermedim herhalde ki, “Bir şey desene” dedi. “Bunların hepsini şimdi
mi düşündün?” dedim. Güldü. Şimdi düşünmemiş, ara ara kendi kendine bu konuşmayı
yapmış. “Bazı şeyleri söylemeyi unuttum hatta ama olsun, sen anladın meseleyi”
dedi.
Sonra anneni taburcu ettiler. Araya başka meseleler, başka
muhabbetler girdi. Arabadaydık, eve dönüş yolunda, “Belki de pes etmek ister”
dedim bir anda. “Anlamadım?” dedi. “Oğlumuz, belki de pes etmek ister.
Düşünsene o zaman insanlar ‘Atlas pes etti’ mi diyecek?” dedim. Sinirlendi. “Ne
demek pes etmek ister? Saçma salak konuşma dua yerine geçer” dedi.
İntiharı kast etmemiştim aslında, ama sonradan anlıyorum
ki, o böyle anladı.
Annenin hep geleneksel bir tarafı vardı, asla kopamadığı.
Garip saçma batıl inançları. Bazen çok ağır bir şey söylediğimde ya da bir
ihtimal sunduğumda derdi bunu “Dua yerine geçer”. Ya da çok büyülü bir anda o
büyünün oluşmasına sebep olan hisler yok olmasın, nazar değmesin diye elini
kulağına götürüp en yakın sert cisme vururdu.
Arada evde garip gurup tütsüler yakardı, ada çayı falan
yakardı. Saçma sapan pagan inançlar ama işte, bir şey diyemiyordum. Diyordum
elbette dalga geçiyordum, laf sokuyordum, kabile dansı falan yapıyordum o tütsü
gezdirirken evde, oralı olmuyordu. Bir yerden sonra baktım değişmeyecek, pes
ettim. Ben bir yerden sonra hep pes ettim.
Burçlara da önem verirdi. Senin Temmuz’da doğup yengeç
olacak olmana içlenirdi mesela. “Fazla duygusal olacak, aşırı bağlanacak, aşırı
düşünüp kafasına takacak bir şeyleri” diye içlenirdi. Ben de “Saçmalıyorsun”
derdim.
Bak tamam, Ay’ın Dünya’ya azıcık yaklaşması ya da
uzaklaşması ile bizim Dünya’mızda gelgitler oluşup rüzgarlar esiyorsa ve
vücudumuzun yüzde 80’i sudan oluşuyorsa, etrafımızdaki sonsuz sayıda gezegenin
ve gök cisminin hareketleri de bizde çeşitli şeyler oluşturuyordur elbette. Ama
bu korkunç boyuttaki veriyi biz bırak anlamayı ve yorumlamayı, işleyemeyiz
bile. Annene böyle derdim hep, ikna edemedim hiç.
Neyse, sonuç olarak erken doğdun, 20 Haziran’da. Ve
ikizler oldun. İkizleri sever miydi annen acaba? Gerçi burçlar da değişmiş
galiba bir yerde okumuştum.
“Salak salak konuşma dua yerine geçer” dedikten sonra,
elini kulağına götürdü, torpidonun üzerine vurdu. Sonra da “Sen babanı dinleme
yavrum” der gibi karnını okşayıp gözünü devirerek bana baktı.
“Tam da bundan söz ediyorum ben” dedim, “Bir şeyleri
temsil etmesinden, doğmadan sırtına bir yük yüklemek derken bundan
bahsediyorum. Sen bana kalkmış Atlas olsun, cennetleri sırtlasın, insanlar için
yaşasın diyorsun. Önce bir kendi için yaşamayı öğrensin!”
Sinirlendi. Sinirlenince hep gözlerini kaçırarak konuşur.
İlginç bir kaçırma yöntemiyle: Sana doğru bakar ama gözlerinin içine bakmaz,
başının hafif yukarısına doğru bakar, biraz komik durur.
Sinirlendi ve “Ne olsun sen söyle o zaman!” dedi. Ben de
bilmediğimi söyledim. “Bir şeyler bildiğinde konuşuruz o halde” dedi. Konu
kapandı.
Sonrasında düşündüm bunu, ne olsun diye ismin. Gerçekten
dünyanın en zor şeylerinden birisi isim koymak. Bir şeyler buluyordum mesela,
fena gelmiyordu. Kendi kendime sesli bir şekilde telaffuz ediyordum değişik
duygularla ve değişik senaryolarla. Sonra annene bu ismi söylüyordum, dudak
büzüyordu, bir şekilde karşı çıkıyordu. Karşı çıktığı anda benim de hevesim
kaçıyordu.
Sonra, bu tartışmalar süreyazarken malum olay oldu,
korkunç hastalığın korkunç sonu. Rahim kanseri: Rahminde kontrolsüz bir şekilde
büyüyen bir hücre, o hücrenin bir insana dönüşmesi ve sonunda oluşan o korkunç
sancı.
Bu olaydan sonra bir kadının hamile kalmasını hep bu
şekilde yorumladım, rahim kanserine yakalanmış diye.
Hastaneye apar topar gidişimiz, annenin elimi son kez sıkı
sıkı tutuşu, saatler süren operasyondan sonra senin o odadan çıkışın, ama
annenin çıkamayışı.
Hemşirenin seni kucağıma verişini hatırlıyorum. Annenin
haberini aldıktan sonra. “Adı ne?” diye sormuştu. Yavaşça başımı kaldırıp ona
bakmıştım. Hissiz bir şekilde “Atlas” demiştim.
Sonra dizlerimin bağı çözüldü, arkamdaki sandalyeye
oturuverdim. Yüzüm ekşidi, alnım kırıştı, kaşlarım çatıldı. Tıpkı Atlas heykeli
gibi.
Ağlamaya başladım. Cenneti sırtında taşıyanı sırtımda taşıyacaktım ve pes
edemezdim. Senin ve annen için, pes etmemeliydim.
Ama ettim. Dedim ya, ben bir şeylerde sonra hep pes ettim.
Ve benim seni sırtlamam gerekirken, sen beni sırtladın.
Tıpkı annenin inandığı gibi.
Sonrada kaldırıp beni boşluğa attın. Hala düşmedim. Düşemedim. Ne bir yer çekimi var beni kendine çeken, ne bir gök var düşerken gördüğüm. Her yer karanlık. Bütün yıldızlar kaymış, bütün gezegenler karanlıkta. Ne umut bağladığım bir burç var ne de burnumu saran bir ada çayı kokusu.
İşte, oğlum, isminin hikayesi bu. Umarım insanların
sancılarını sırtında taşıyabiliyorsundur, ismini taşıyabiliyorsundur.
17
Eylül 2020
Bugün tekrar dışarı çıktım. Neden çıktım bilmiyorum. Bir
sebebi yoktu.
Markete gittim. Neden bilmiyorum, bunun da bir sebebi
yoktu. Rafların arasında gezdim durdum öylece. Çeşit çeşit markalar, cıvıl
cıvıl ambalajlar, her biri tüketime aç insanları kendine çekmek için
bağırıyorlar.
Eski ürünlerden de çok az kalmış. Canım çekti Eti’nin şu vanilyalı
kare kare gofretlerinden. Annen çok severdi. Bulamadım. Ama hala bebe bisküvisi satıyorlar.
Ambalajında da hala aynı bebek var. O bebek şimdiye mortu çekmiştir.
Çoğunluğuna ihtiyacımız da yok ha, markettekilerin.
Çoğunluğu ise sonradan uydurulmuş ihtiyaçlar. Neyse.
Sonra kasanın önüne
geldim. Elimde hiçbir şey yokken. Kasiyer bana baktı, ben ona baktım.
Benden umudu kesmiş olacak ki, “Bir şey mi istiyorsunuz
beyefendi?” dedi. Sesinde pasif agresif bir tavır vardı. İşinden nefret ettiği
ne kadar da belli. Genç de bir kızcağız. Bu yaşta bu kadar öfke dolu olması,
hayra alamet değil.
Sonra ardında duran sigara standı ilgimi çekti. Çeşit
çeşit sigaralar. Üzerlerinde iğrenç iğrenç resimler. Yanık ayak mı dersin, açık
kalp ameliyatı resmi mi dersin, ne ararsan var. Bu resimlerin amacını hiç
anlayamamışımdır, insanları zehirlenmekten alıkoydukları da yok. Devletin bir nevi
vicdan masturbasyonu olsa gerek.
“Bir Samsun alabilir miyim?” dedim. “Samsun mu?” dedi,
garip garip baktı. Arkasına döndü, şöyle bir göz gezdirdi. Bulamamış olacak ki,
onun az yanında duran, kıyafetinden anladığım kadarıyla daha üstü olan birisine
seslendi.
O bey bana döndü ve “Samsun geçen sene tamamen toplatıldı amcacım,
üretimden kaldırıldı” dedi. Kaçlısın sen dedim, “89’luyum amca” dedi. Ne içeyim
sen söyle madem 89’lu, dedim.
Yanımıza geldi, tütün eksperi gibi şöyle bir göz gezdirdi
rafa, bir Camel çıkardı. “Aynı tadı vermez ama, idare edeceksin artık.” dedi.
Vaay sen de Samsunculardansın he, dedim. “Başka dal dudaklarıma deydiğinde hala
aldatıyor gibi hissederim” dedi. Güldük.
Paketi aldım, bir de çakmak aldım,
üzerinde Atatürk resmi olanından. Atatürk görse çakmak fabrikalarını ahıra
çevirir büyük ihtimalle. Neyse sonra çıktım marketten.
Annen sana hamile kaldığında bıraktırmıştı bana bu meredi. “Kocamı mı öpüyorum kül tablası mı öpüyorum belli değil” derdi. Üstümü
başımı söylene söylene kirliye atardı. Benim yüzümden kirlide çok bekletemezdi
kıyafetleri, bütün banyo kokardı zira.
Hoş, ben çok takmazdım ama onun burnu çok hassastı. Sana
hamile kalınca da “Bırakacaksın o şeytanı, çocuğum zehirlensin istemiyorum,
yoksa hakkımı helal etmem” dedi.
Sorsan hiçbir dine inanmaz ha kendileri. Benle
teoloji falan da hiç konuşmaz, neymiş efendim sıkılıyormuş, daralıyormuş. Ama
işine gelince hak mak salardı hemen.
Bıraktım ben de napiyim. Teoloji konuşmayı da, sigarayı
da. Arada gizli gizli içtim tabi İlhami ile.
Hey yavrum hey, İlhami şerefisizi başlattı zaten beni de.
Kendi içti içti öldü bu zıkkımdan.
Neyse, sonra parka oturdum. O geveze kadının olduğu parka.
Adı neydi hatırlamıyorum. Oturmadan şöyle bir göz gezdirdim, baktım o yok, öyle
oturdum. Hiç onu kaldıracak halde değildim.
Yeni gelinin belindeki kurdeleyi çözer gibi sıyırdım ambalajı
paketinden. Çıkardım bir tane. Dudaklarımla bir güzel kavradım, ateşledim
şeytanı. Doktor duysa büyük ihtimalle burnumdan getirir ama, şu vakitten sonra
ne önemi var be İlhami. Madem her şeyi unutacağım, Semiha’ma verdiğim sözü bile
unutacağım, o sözü tutmanın ne önemi var. Çektim gitti içime zifiri.
Hafif bir öksürük tuttu ardından. Tadını pek sevmedim.
Güzelim Samsun’a nasıl kıymış şerefsizler. Hey gidi Samsun 216. Garibanın,
emekçinin, eli makine yağı kokanın, tırnaklarının arasında sıva kalanın
sigarası. Millet söylenirdi çok kokuyor çok kokuyor diye, sabahtan akşama kadar
ter akıtanın, yağ kokanın umrunda mı 216’nın kokusu.
Bazı baba parası yiyenler de dalga geçerdi “Samsun mu
içiyorsun lan, yerden izmarit de topluyor musun?” diye. Hoş, benim param vardı,
baba parası. Ama İlhami’den öyle alıştık, öyle de kaldı. Alışkanlıkları
değiştirmek zordur.
216’nın da nereden çıktığına dair herkes bir şey sallardı.
Kağıtların sarıldığı makinenin kodu diyen mi dersin, anadolu yakasının alan
kodundan geliyor diyen mi… Bin bir(bu ayrı mıydı bitişik miydi? Bilemedim
İlhami) türlü teori.
Özlemişim meretin boğazı yakışını. Sonrasında da bütün
vücudum bir uyuştu ki, deme gitsin. Bir an geçmeyecek sandım o uyuşma, hafif
korktum. Allahtan geçti.
Otururken, yolun karşısındaki reklam panosunda bir film
afişi gördüm. Bir sürü kafayı yan yana istiflemişler, saçma sapan da bir ismi
vardı şu an hatırlayamadığım.
Onu görünce sinemaya gidesim geldi. En son ne
zaman gittim inan hatırlamıyorum, ama çok oldu.
Taksi durağına kadar yürüdüm. Bindim bir taksiye. Dedim ki
beni bir sinema salonuna götür, avm maveme olmasın ama. “Bahçelievlerde
büyülü fener var, olur mu?” dedi. Olur dedim. Çiftlik yolundan götür bizi,
ağaçların arasından ferah ferah gidelim dedim, “Oho amcacım en son ne zaman
çıktın evden, ne ağaç kaldı ne de ferahlık, saray yaptılar oraya saray, ne ağaç
kaldı ne orman dümdüz ettiler şerit şerit yol dizdiler etrafına da” dedi. Vay
namussuzlar, tamam oradan götür bakalım ne dikmişler görelim, dedim.
Başta baya sinirlenmiştim ama, şerefsizler güzel saray
yapmışlar İlhami. Eminim sen de severdin görsen ama yine de söverdin ağaçları
piç etmişler falan diye. Çevreci adamdın güya.
Milleti kandırırdın süslü laflarla ama beni hiç
kandıramadın. Çevreci adam yere izmarit atar mı? Sen atardın. Arada sana dik
dik bakardım atarken, sen de inatla “Ne var ya havaya atıyorum, o kendi
düşüyor” derdin yavşak yavşak. Bir yerden sonra pes ettim tabi.
İndirdi beni sinemanın önünde. 25 lira tutmuş. Çüş,
diyemedim tabi. Ses etmedim 30 lira verdim, üstü kalsın dedim. “Sağolasın
amcacım” dedi, bereket versin dedim, indim. İner inmez böyle bir şey yaptığım
için pişman oldum. Hala da içim yanıyor o 5 liraya.
Gittim gişeye, bir tane kızcağız, genç. “Merhabalar kızım”
dedim, “Merhaba beyfendi, buyrun” dedi. “Ne var yakınlarda?” dedim. Afalladı
gibi bi, ama sorumu yineletmedi sağolsun. Bilgisayara baktı, başladı saymaya.
“Dur dur” dedim, “afişlerini göster bana.” Eliyle arkamı
gösterdi, her bir filmin afişine sırayla baktım, hiçbirini beğenmedim. Hiç biri
beni çekmedi. Eskiden ne güzel afişler yaparlardı böyle el emeği göz nuru,
sanat eseri gibi olurdu her biri. Şimdi yarısından çoğunda ne idüğü belirsiz
insanların kafaları var ancak.
Ama tabi beğenmediğimi söylemedim. Sen söyle hangisine
gideyim, dedim. Şöyle bir duraksadı, düşündü. “Bence şuna gidin, ödül falan da
aldı o önemli festivallerde” dedi. İyi madem ona gideyim dedim.
İlhami film başladı, allah canımı alsın yaprak
kıpırdamıyor filmde. Mıy mıy mıy uzun uzun bir adamın bomboş bakışlarını
izledik, sokakta yürüyüşünü izledik. Kabir azabı gibi filmdi yemin ederim.
Sonra bir kadın uyandırdı, temizlik görevlisi. Film
bitmiş, ben uyuya kalmışım. İyi ki de uyuyakalmışım yoksa çekilecek dert değil
gibiydi.
Bir an afalladım tabi uyandığımda, garipsedim uyandığım yeri. Kadının
yüzüne de bir rahatlama geldi ben uyanınca, öldüm sandı galiba. Öldürür ama o
film adamı, uyarı koymaları lazım başına.
Sonra kalktım gittim gişeye, bana bir taksi çağırmalarını
rica ettim. Taksiyi beklerken bir sigara yaktım. Bitince izmariti yere attım, paketi de çöpe. Atladım taksiye geldim eve. Eve gelince zaten aynı rutin şeyler.
Ellerim yine yorulmaya başladı, iyisi mi bırakayım
yazmayı.
18
Eylül 2020
Gecenin bir vakti uyandım.
Uzun samandır olmazdı böyle bir uyanış, gecenin
sessizliğine gözlerimi açmak. Afalladım önce biraz. Sadece tavana baktım. Ne
kadar süre bilmiyorum.
Sokak ışığının penceremden kırılıp içeri girişini izledim.
Evin önünden geçip giden araba farlarının benimle ufak raks edişlerine
bakakaldım.
Sonra mesanemde bir baskı hissettim. Aslında uyandığım an
hissetmiştim ama bir süre görmezden geldim, yataktan kalkmaya üşendim.
Sonra kalktım, tuvalete gittim. Kapıyı açtım, klozete
oturdum.
Yerdeki bir kıla gözlerim takıldı, izledim izledim
izledim. Sonra, garip bir şekilde, bir rüzgar esmiş gibi banyonun içinde, o kıl
kıpırdadı, can çekişir gibi.
Kıl kapıya doğru yönlendi. Ben de kapıya doğru baktım.
Açık duran kapıya. Koridorun bakışlarımı ele geçiren karanlığını izledim.
Anılarımın yavaş yavaş o karanlıkta çözülüşünü, değişişini, pencereden kayıp
gidişini hayal ettim.
Sonra düşündüm, en son ne zaman kapattım bu kapıyı banyoya
girerken diye. Hatırlamıyorum. Ne kadardır yalnızım bu evde, hatırlamıyorum. Ne
zamandır herhangi biri kapının önünden geçer veya banyoya girmek ister de,
benim varisli, pörsümüş, etek kıllarım arasındaki varlığını zar zor idame ettirmeye
çalışan küçük et parçamı görür diye korkmuyorum, endişelenmiyorum?
Sahi, ne zamandır kesmiyorum etek kıllarımı?
Bir koku çalındı sonra burnuma. Leş gibi bir koku.
Tuvaletten gelmediğini bildiğim bir koku. Kokladım ufak ufak, kokladıkça
şiddetlendi. Sonra anladım neyin koktuğunu. Ben kokuyorum. Çürüyen bedenimin
yaydığı ceset kokusu. Cesedimin evin her bir zerresine sinişinin kokusu.
Sonra anladım ki, bir rüzgar esmedi banyonun içinde. O
kıl, benden düşen o kıl, ceset kokusundan kaçmaya çalışıyordu. Çürüyen bedenimden
teker teker tahliye olan saçlarım gibi, çürüyen zihnimden teker teker uzaklaşan
dostlarım gibi, o da benden kaçmaya çalışıyordu.
Bu koku artık beni dahi rahatsız edecek boyuta geldiyse
eğer, soruyorum şimdi kendi kendime, ben ne zaman kaçabileceğim kendimden?
Nasıl?
19
Eylül 2020
Sabah uyandım, kadını aradım. Başta garipsedi, farklı bir numaradan aradığımdan
olsa gerek. Yeni numaramın bu olduğunu söyledim, temizliğe bugün gelip
gelemeyeceğini sordum. Normalde iki gün sonra gelecekti temizliğe, ama
sağolsun, kırmadı beni, kabul etti.
Geldiğinde kendimi sokağa attım yine. Kitapçıya gitmeye
karar verdim. Doktor bir şeyler okumamı, gündemi takip etmemi söyledi ama,
gündem takip edilecek gibi değil maalesef. Her gün yeni bir olay, her gün yeni
bir kargaşa. Bünyem kaldırmıyor artık bunları takip etmeye. Hoş, ilgimi de çekmiyor.
Gazeteler de zaten sirke dönmüş. Herkes
birisinin paçasını tutma derdinde, kimse kendi fikirlerini açık açık beyan
etmiyor artık. Olup biten, kim bilir ne zamandan beri, olup bittiği gibi
aktarılmıyor bizlere. Herkes ortak bir yalanın arkasına saklanmış, birbirine
tıp yapmış gibi. Hoş, herkes bu durumdan memnun olsa gerek, bu durum yıllardır
böyle.
Kitaplığımdaki kitaplar da çekmedi beni, yeni şeyler
okumak istedim, yeni zihinlere şahit olmak. O yüzden kitapçıya gitmeye karar
verdim.
İçeri girdim, şaşırdım. Kendi kendime bir maşallah çektim,
bu ne kalabalıktır? İnsanımız ne zamandan beri bu kadar kitap okur oldu? Sonra
gözüm, kapının girişinin hemen karşısındaki bir tabelaya ilişti. “Ayın çok
satanları”
Tabelanın altındaki rafın önüne geldim. Gelmez olaydım
İlhami, bu ne rezilliktir! Gözlerim kanadı. En çok satan kitabın adı “Kendini
Bulmak” diye bir kitap. Aldım elime, şöyle bir göz gezdirdim, bu ne
oksimorondur! Neymiş efendim, kişisel gelişim kitabıymış.
Gelişim denen böylesine kişisel bir mevzu, nasıl bir
kişinin elinden çıkan bir kitapla gerçekleşebilir? İnsanımız bu kadar mı vicdan
masturbasyonuna, bu kadar mı tembelliğe muhtaç hale geldi.
İçindeki saçmalıkları bir görsen! İlk bölümün başlığının
adı ne biliyor musun? KENDİNİ TANI. Oldu efendim, hemen tanışayım kendimle.
Yıllardır kaçtığımız kendimizden siz yazar hazretleri böyle bir başlık attınız
diye, hemen şimdi buluşma, oturup konuşma şevki kazandık kendimizle. Kendim! Elma dersem çık, şeytan dersem siktir git!
Sinirim tepeme çıktı, bıraktım o kitabı yerine. Pisliğe
dokunmuş gibi elimi kaşınma tuttu. Bir başkasını aldım. “Yaratanla Buluşmak”
Yahu İlhami, kitabın içerisinde adres ve telefon yazsaydı
eğer, gerçekten takdir ederdim. Derdim ki, mizah ülkemize uğramış, raflarda
yerini almış.
Hayret edersin. Bu kadar kolaymıymış Yaratanla buluşmak?
İnsanların zihinlerini çürüttüğü, ömürlerini verdiği teolojiyi, hangi akla
hizmet ve hadsizlikle, aşağılık bir şekilde böyle başlıklandırarak yazmaya
kalkarsın sen be adam?! Hadi sen haysiyetsizsin, yazdın bunu, millet hangi akla
hizmetle satın aldı da bu kağıt müsfettesini, çok satanlar rafında yerini buldu
bu rezillik?!
Onu da bıraktım yerine. İçime daral geldi iyice. Daha iyi
anlamıştım artık bu koyun sürüsünün bu kitapçının içinde ne aradığını. Bir
başkasına baktım, “Kendime Hoş Geldim”. Hoş bulduk allahın cezaları, döl
israfları.
Sinirlendim çıktım sonra. Yahu İlhami, senin yazdığın o
şaheserin bu cehalet dükkanlarında ne işi olacakmış ki zaten?! Hak etmiyor o
kitap bu raflarda, bu rezilliklerle yan yana durmayı. Millet gerçek, hayat
kokan, tecrübe kokan, sayfaları göz yaşları ve kan ter ile ıslanmış bir kitap
görmeye aç! Belki de senin kitabının bu raflara gelip, insanların unuttuğu bu
hayatı, kelimelerin satırların arasından akıp zihinlere tutunmaya çalışan
hayatı hatırlatmaya ihtiyaçları vardır.
Nerede acaba kitabın? Kadın yine nereye kaldırdı onu üstüne vazife olmadan?
20
Eylül 1989
Günler, ilerlemek bilmeyen bir kağnı gibi. Öküzüm ölmüş.
İttirmekten belim incindi. Kemiklerim sızlıyor. Eklemlerimde sıvı kalmamış. Her
bir harekette bir kapı gıcırtısı. Gitmeyin.
Kulaklarımda susmak bilmeyen bir cenaze marşı. Her günün
ardından bir ağıt yakıyorum. Anılarım cenazede ağlayıp duran kadınlar gibi.
Zihnimin duvarlarını ite kaka dövünüyorlar. Duvarlar dökülüyor.
Boğazım kuru. Yutkunmak bir işkence. Tükürüğümde boğulma
hayali, ya da yüzüstü uyurken kusmuğumda yüzmek, derinlere, denizin karanlık
mağaralarına uzanmak. Sonsuza uyanan bir uyku.
Nefes almak istemli. Biraz dursam boğulacakmışım gibi.
Kalp atışlarım sönük, cılız. Damarlarıma pompalanan kan yetersiz, derim solmuş,
incelmiş, ama damarlarım gözükmüyor.
Bir öksürük isteği. Geçmişimden kalanlar boğazımda gıcık
yapmış.
Ne yapıyorum ben. İşte şimdi yazıyorum. İşte şimdi
yatıyorum. İşte şimdi bakakalıyorum.
Kelimeler, çocukluğumda ılık rüzgarlar esen bir ilkbahar
akşamındaki ağustos böcekleri gibi. Umutlar o böceklerin karanlık içinde belli
belirsiz yanıp sönüşleri. Dizime kadar uzanan bir şort. Bacağımı okşayan ılık rüzgar. Elimde bir kavanoz,
onları yakalamaya çalışıyorum.
O ses ne, akşam ezanı mı? Artık annem yemeğe çağırmıyor.
Sofrada babam için konmuş bir tabak. Üzerinde çürümüş, sineklerin taciz ettiği
bir yemek. Beceriksiz bir ressam bozmasının elinden çıkan bir naturmort tablosu.
Kaldır artık diyorum tabağı anneme. Babam gelmeyecek.
Annem bana mı bakıyor, benim ardıma mı, geleceğime mi? Böyle olacağımı biliyor
muydun anne?
Zil sesi. Sınıftan çıkıyorum. Sınıftan çıkıp yurda
gidiyorum. Okul sınırları C tipi bir cezaevi gibi. Çitten atlayıp sigara içmek
istiyorum, çitin ucundaki teller üniformama takılıyor, üniformam yırtılıyor.
Annem şimdi çok uzakta, dikiş dikmeyi bilmiyorum, yarın okulda ne giyeceğim.
Toprak atıyorum. Nereye? İlhami, kalk artık geldik,
ömrümün sonuna geldik. Anılarımın son durağı. Otobüste sadece ben varım. Otobüs
durmuyor, fren patlamış. Köprüden atlayacağız, sırat köprüsü, kaygan bir ip.
Altında yalımlar, paçama tutunuyorlar. Paçam tutuştu. Toprak atıyorum. Ateş sönmüyor. Tabut
artık yok. Bir el topraktan çıkıyor imdat der gibi. İlhami’nin değil, benim elim. Semiha'nın eli. Babamın eli. Atlas'ın eli.
Hastalıkta sağlıkta mı, iyi günde kötü günde mi? Karar ver
diyorum nikah memuruna. Semiha? Bu kaçıncı evliliğimiz, bu kaçıncı
ayrılığımız, bu kaçıncı evet ağzımdan çıkan, kendime inanmadan. Sen, sen bana
nasıl inandın.
Sen nasıl bir meyve bıraktın bana ardında. O meyve çürüyecek.
Dalından kopmamalıydı. Yuvandan kanatlanmamalıydı. Tabağıma düşmemeliydi.
Tabak. Beni bekleyen bir boş tabak. Tabakta bir meyve. Çürüyor. Sinekler.
Ağustos böcekleri. Çürümek. Koku. Ceset. Anılar.
Uyuyamıyorum. Uyanamıyorum. En son ne zaman rüya gördüm?
Yurt odamdayım. Tavana bakıp dua ediyorum. Tanrı’ya mı? Babama mı? Öyle bir rüya göreyim ki bir ömür gibi gelsin. Yeter artık. Uyanmak istiyorum.
Rüya kabusa dönüştü. Uyanmam gerekiyor.
Beni uyandıran kimse yok mu?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder