8 Nisan 2020 Çarşamba

Çürümenin Günlüğü 1



Önsöz
Az sonra okuyacağınız bu günlük, veya anı defteri, zihninde oluşan karadeliklerle mücaadele eden ve her geçen gün bu karadeliklere yenilen bir adamın, babamın, yalnızlığı içinde boğulurken ağzından çıkan son kabarcıklardır.

Bu defter, babamın avukatı tarafından bana ulaştırıldıktan sonra, evimin yalnız bir köşesinde yıllarca bekledi. Ta ki eşimin karnında bir hayatın yeşermeye başladığını öğrendiğim güne kadar.

O güne dek, babama olan öfkem, ona dair herhangi bir şeyi merak etmeme engeldi. Hayatımda, aktif veya pasif olarak, hiç rol almadığını düşünürken, okumaya başladığım anda, gölgesinin her zaman benimle olduğunu anladım. 

Onun iç dünyasındaki karmaşaya ve yalnızlığa şahit olurken, hiç görmediğim annemi, hiç hissetmediğim babamı ve hep kaçtığım yanlarımı gördüm.

Babamın çaresizliğini hissettim ve babalığın getirdiği çaresizliği bu defter sayesinde kucakladım.

Artık ona öfkeli değilim, ona yalnızca acıyorum. Çaresizliğini kabul edip, kucaklıyorum.

Ve bu defteri, öfkeli tüm evlatların zihinlerindeki gölgenin def olmasını umarak, siz okurlara emanet ediyorum.




6 Eylül 2020
Dolma kalemle yazmakta zorlandığım için, ilk yazdığım sayfaları yırtıp çöpe attım. Normalde dün akşam saatlerinde yazmaya başlamıştım. Sayfaları yırttığım için de defterin görünümü bir nebze çirkinleşti. Ama olsun, bu defteri benim dışımda kimse görmeyecek zaten.

Buraya ne yazarım, ne sıklıkla yazarım bilmiyorum. Doktorun bana verdiği tavsiyeye göre her gün yazmam gerekiyor. Ama ben bu yazma çizme işlerinden pek anlamam açıkçası. Gençliğimizde bir şeyler karalamıştık çeşitli kadınlara ama o kadar, bundan öteye geçmedi bu ifade şekli benim için.

Dönüp arkama baktığımda, teknik olarak yıllar boyu süren bir yol ardıma dizilmiş olsa da, ancak bir kısmını görebilmeye kadirim. Onlar da zamanla çözülüp, sis bulutunun ardında yerlerini alacaklar. Neyse, bunu düşünmemem gerekiyor.

Az önce ilaçlarımı içtim. Gerizekalıymışım gibi haftanın her gününün teker teker yazdığı bu mavi, plastik ilaç kutularından içiyorum ilaçlarımı. Her içişimde sinirlenip başka bir kaba koyasım geliyor meretleri ama işte, yapmıyorum.

Çok da kibar bir şekilde verdi bana bunu kızcağız, hafiften sitem ettikten sonra. “E canım bu kadar ilacın hangisini ne zaman ne kadar içeceğiz insan elbette karıştırır” gibi bir şeyler dedim, tam hatırlamıyorum. Çok yüksek sesle de demedim bunu ama duydu herhalde. Ya da benim kulaklar da mortu çekiyor ufaktan.

Güzel, efendi bir kız gibi. Çok bir şeyini soramadım, beni o diğer yaşlılarla, beyinlerinin kalan kısımlarının önemli bir yüzdesini oğullarına gelin aramaya harcayanlarla karıştırmasın diye. Ama merak de ettim. Belli ki eczacılık fakültesi mezunu. Eminim bunakların çoğu olmayan beyinlerindeki kalan birkaç hücreyi, bu soruyu sormaya kurban ediyorlardır. Hangi bölüm mezunu olduğunu sormaya yani. Yaşı en fazla 22-23’tür. Zira oranın sahibi kadını tanıyorum, Feraye Hanım. Staj yapıyor büyük ihtimalle.

Oğlanın sevgilisi olmasa belki çaktırmadan çıtlatırdım ona. Ya da rica ederdim gidip ilaçlarımı alması için, o sırada görürdü kızı. Tabi bunların olması için benimle konuşuyor olması gerek en azından.

Aklımdan çıkmıyorsun nammussuzun dölü. Günde on vakit o söylediğin aklıma gelip duruyor. Kendi kendime mırıldanıyorum. Aynaya bakarken, kendimle göz gözeyken o cümleyi söylüyorum kendime. 

“Asıl sen yaşlanıp ele ayağa düşünce beni anlayacaksın” 

Ne demekse bu? Kalpsiz köpek seni. Nasıl da biliyorsun canımı yakmayı. Annen olacak o döl israfı da böyleydi, nasıl da bilirdi canımı hangi kelimelerin yakacağını, hangilerinin beni uykulardan mahrum edeceğini ya da huzurlu rüyalardan alıkoyacağını. 

Cehennem varsa eğer ana oğul orada yanasınız inşallah. Yoksa da cehennem olun! İkiniz de!



7 Eylül 2020
Kendime bir kural koydum. Senin hakkında yazmayacağım. Ne de annen hakkında. Zira tansiyonuma iyi gelmiyorsunuz. Doktor sinirlenmemi yasakladı, sinirlenmek ya da aksi elimdeymiş gibi! Saçma!

Ne ne kullanımı da bu şekilde değil ama bu pek umrumda da değil. Rahmetli İlhami olsaydı bir nutuk çekerdi şimdi. Ah İlhami’m ah, kitabının taslağı hala duruyor elimde. Bana verdin ne yaparsan yap dedin, ne demek ne yaparsam yapayım, bir şey söyle onu yapayım dedim, bilmiyorum dedin. Diyiş o diyiş. Sonra da ne zaman konusunu açsam geçiştirdin, sinirlendin, yorgunum ben git hadi dedin.
Kaç kere böyle yaptığın için kağıtları evine bırakıp gidesim, bir daha da gelmeyesim geldi ama işte, yapmadım. Son günlerinde beni de kaybet istemedim. Ne zamandır ziyaret de etmiyorum seni. Orkidelerin küsmüştür şimdiye toprağa.

Vaktim olmadığından da değil de işte, neden dolayı bilmiyorum. Evden çıkasım gelmiyor İlhami, affet lütfen. Sokakları sevmiyorum artık. Bilirsin uçsuz bucaksız noktalara olur olmadık zamanlarda yürümeyi pek severdim. Ama artık o noktalar çok değişti. Ben aynı kaldım. Her yer beni itiyormuş gibi geliyor dışarı çıktığımda. Beni farklı bir boyuta kusmaya çalışıyorlarmış gibi geliyor, istenmiyormuşum gibi.
Yaşlanmak böyle bir şey sanırım. Dışlandığını hissetmek. Ne olup bitiyor artık anlayamamak. Değişememek.

Babaanneme telefon kullanmayı öğretmeye çalıştığım zamanları hatırlıyorum. Bir türlü anlayamazdı. Mümkün olan en basit kelimeleri, en yüksek ama kulağı rahatsız etmeyecek bir ses tonuyla, yavaş yavaş söylerdim. Gösterirdim böyle.

Öyle bir gösterirdim ki, işaret parmağımı kaldırırdım, parmağımın ucuna bakmasını sağlardım, baktığını anladığımda o çembere geçirirdim parmağımı sırayla, annemi arardım; çocuğa anlatır gibi. Ahizeyi kulağına götürdüğümde şaşırırdı, sağına soluna bakardı yanında sanıp. Sonra da “Subhanallah, subhanallah!” derdi. Defalarca tekrarlandı bu, ben de defaatle güldüm. Şimdiyse ağlıyorum bunları yazarken. Sonradan öğrendim ki adı cehennem olasıca bu hastalık yüzündenmiş, bana sonradan söylediler.

Öyle işte İlhami, bir bahane yok yanına neden gelmediğime dair. Ya da o taslağın yüzüne neden bir kez daha bakmadığıma dair. Bakamadım işte. Gönlüm el vermedi.

Senin çocuğun gibiydi o yazdıkların. “On yıl sürecek bu” demiştin ilk yazmaya başladığında, senden bana bulaşan o meşhur dudak büzüp kaş kaldırma ve aynı anda baş sallama mimiğini yapmıştım, ama inanmamıştım. Gerçekten de on yıl sürdü. On yıllık bir gebelikti senin için bu süreç, sancılarla ve aşermelerle dolu. Ve kalkıp bu çocuğu bana emanet ettin. Ben babalık yapmayı bilmem halbuki. Bunu sen de biliyorsun…

Senin oğlunu benim oğluma bırakırım belki ben de. Hem bu yayım basım işleri çok değişmiştir şimdi, o daha iyi anlar. Ya da beni salladığı gibi bir kenara, senin oğlunu da sallar, bilmiyorum İlhami, bilmiyorum.




8 Eylül 2020
Bugün uzun süre sonra, mecburiyet haricinde dışarı çıktım. Aslında biraz mecburiyet sayılır, eve kadın geldi. Süpürge sesini kaldırasım gelmedi, kendimi dışarı attım. Hem doktor sosyalleş, arkadaş edin de dediydi. Ben de benim gibi morukların güya sosyalleştiği yer olan kahvehaneye gittim.

Selam verdim, selamımı aldılar, bir çay söyledim. Müsaade istedim, biraz şaşırmış bir şekilde müsaade verdiler, oturdum bir masanın kenarına. Ne bu dedim, biraz garipseyerek baktılar. Ne bu derken, taşları açmışsınız yere falan, adı neydi hatırlayamadım şimdi dedim, 101 dediler. Vaktinde öğrenmiştik oynamak için ama pek hatırlamıyorum şimdi.

O sırada bana yakın olan bir şeyleri sayıyormuş gibi yaptı, sonra da kırk bir dedi başladı taşlarını yere dizmeye. Nedense inanmadım kırk bir olduğuna, nasıl kırk bir olduğuna karar vermiş olduğunu bilmesem de.

Ama kimsenin pek umrundaymış gibi de değildi zaten oyun. Otomatiğe bağlamış gibi memleket meselelerini konuşuyorlardı zira bir yandan, asıl önemli olan oymuş gibi. Birisi bir ara “Adamcağız enflasyonu düşürmek için faizi düşürdü ya işte!” dedi, mesele hakkında birçok makale yapmış ve sayısız atıf almış gibi. Ben de “O iş öyle çalışmıyor yalnız” dedim, hafif de güldüm söylerken. Bana şöyle bir baktı, sonra da karşısındaki ben hiç yorum yapmamışım gibi “Yarramı düşürdü” dedi ve güldüler. Ben de ayıp olmasın diye güldüm.

Oldukça sıkıldım, içerisi de bir hayli duman altı olduğundan daraldım, kalkmaya karar verdim. Sırf merakımdan dolayı üç çay içmeme rağmen bilerek iki çay dedim. Zira içerisi epey kalabalıktı, orta yaşlı bir adam elinde ne adisyon ne bir kağıt, (bu sefer doğru oldu sanki İlhami?) durmadan onun bunun çayını çorbasını getirip götürüyordu. Yahu dedim bu adamcağız bu kadar adamın siparişini aklında mı tutuyor? Meğersem onların dürüstlüğüne sığınıyormuş, hiç oralı olmadı, para üstümü verdi, ben de çıktım.

Sonrasında tatlı mı tatlı ama pek beceriksiz bir kız çocuğunun iştahla dondurma yediğini gördüm. Beceriksiz diyorum çünkü külahtan eline doğru eriyen dondurmanın akışını eline varmadan kesmeyi bir türlü beceremedi. Soldakini yaladıysa sağdaki eline geldi. Annesi de, sanırım annesiydi, birkaç defadan sonra kızın elini silip durma eyleminden istifa etti, eli dondurma doldu.

Benim de canım dondurma çekti, mahallemizin güzel bir dondurmacısı var, oraya gidip sade ve çikolatalı bir dondurma yiyeyim dedim. Ama kapanmış. Yerine çiğ köfteci açmışlar. Dedim burada dondurmacı vardı noldu, “Oho dayı o dondurmacının üzerine iki dükkan geçti” dedi. “Dayı senin ananın erkek kardeşidir” diyemedim, kolay gelsin diyip terk ettim orayı.

Sonra keyfim kaçtığından dolayı eve döneyim dedim. Dönerken bir şey dikkatimi çekti. Mahallede bir sürü öğrenci yurdu açılmış. Özellikle kız yurdu. Neden özellikle kız yurdu olduğunun üzerine yeterince düşünürsem çeşitli çıkarımlar yapabilirim gibi geliyor ama pek ilgimi çekmiyor bunun üzerine düşünmek. Buna da sinirlendim tabi. Burası nezih, dışarıya kapalı, herkesin herkesi tanıdığı bir mahalleydi eskiden. Şimdi bir sürü ne idüğü belirsiz tip sürtüyor etrafta. Nargile kafe falan da açılmış. İyice mahvetmişler mahalleyi. Hep şu üniversite yüzünden.

Bir kafe gördüm ki, hayret ettim. Bildiğin kahvehane ama sırf gençlerle dolu. Kızlı erkekli oturmuşlar kağıt mağıt oynuyorlar. Yazıklar olsun! Biz bunların yaşındayken sinemaya giderdik, tiyatroya giderdik, konsere giderdik, müzelere ne biliyim faydalı bir şeylere giderdik. Allahın Cumartesi günü kolun bacağın tutarken, aklın fikrin yerindeyken gelip zar sallamak nedir?! Resmen cahiliye devrindeyiz, sonumuz hayrolsun.

Bir şey daha fark ettim, o da epeyce canımı sıktı. Yıllardır kan emici müteahhit bozuntularının pençesine ve salyasına direnen tek bir müstakil ev kalmıştı, onu da piç etmişler. Yerine beş katlı apartman dikmişler. Göz kanatan mimarisi zaten bir yana, nasıl kıydınız o güzelim eve. Evin duvarlarını saran o sarmaşıklara, bahçesindeki o çınara! Ne ara yıktınız da ne ara diktiniz bu ucubeyi! Necip Bey’in evlatları kesin sattı müteahhitlere. Yoksa o adamcağız yapmazdı bunu üç kuruş para için.

Sonra niye bu adamın dışarı çıkası, temiz hava alası yok. Artık ne hava temiz, ne de bana hitap eden bir dış dünya var.



9 Eylül 2020
Bugün itoğlu it kadın yüzünden senin resmine denk geldim Semiha. Kaç kere dedim hatırlamıyorum “Bulduğun eşyayı aynı yerde bırak!” diye. Neymiş efendim, bulduklarını aynı yerde bıraksaymış her yer her yerde kalırmış. Ne demekse artık bu!

Saatimi alacağım diye bir açtım çekmeceyi, sen. Hayır resmini oraya koyduğumu bilsem, inan bana açmazdım. Hatırlamıyordum ki! Yüzünün her bir zerresi şahsına münhasır ama, o dudakların yok mu dudakların… Yine hapsetti bakışlarımı, kaşla göz arası.

Alt dudağının tam ortasındaki o beni ne de güzel okşardım parmağımla, ıslatmadan önce dudaklarımla. Bu hareketi de senden öğrenmiştim. Sırf onu görebileyim diye, ruj sürmeyi bırakmıştın. 

Hoş, gerek de yoktu zaten kullanmana. Herhangi bir makyaj malzemesini kullanman müsriflikti(yoksa israftı mı demeliydim İlhami?) zaten benim için. Şirk koşmaktı hatta. Yaradana değil ha, yanlış anlama. Sevmezsin Tanrı falan, sevmezdin. Güzelliğine şirk koşmaktı.

Gözlerin zaten, her baktığımda beni içine çeken bir karadelik gibi. Şahit olduğum en güzel yeşil. Fotoğraftaki gibi değil, asla. Sen de zaten fotoğraftaki gibi değilsin. Senin gölgen yalnızca o çerçeveye tıkılı kalan. Çillerin hele, kızacaksın ama, yaratıcının sana bahşettiği güzelliği bizim katımıza indirgemek için attığı imza parçaları. Ve tabii ki saçların… Yalımlarını bağrıma sersen de, körüklesen ciğerimi yine, yeniden.

Çok özlemişim seni. Ve bunu fark etmek vücuduma iyi gelmedi gibi. Gördüğüm an buraya yazasım geldi hislerimi, başta çekindim yazmaya çünkü biliyorum ki vücudum bunu kaldırmayacak. Ama yazmamazlık da yapamadım.

Allahın belası hastalık aldı seni benden. Bütün bu olacakları bilseydim eğer, o gün, bir sürü valizle çaresizce garda kalakaldığın anda arkadaşını aramak için benden telefonumu rica ettiğin, sonrasında yalan söyleyip gideceğin yerin yolumun üzerinde olduğunu söylememle seni bırakmama izin verdiğin günün ertesi günü, cesaretimi toplayıp arar mıydım acaba seni? Daha doğrusu arkadaşını.

Anılarıma musallat olan bu illete rağmen hatırlıyorum o anı. Bir erkek açmıştı telefonu, bozulmuştum. Yine de bozuntuya vermedim, yalanıma sadık kaldım. “Arabamda küpesini düşürmüş hanımefendi, onu söylemek için aradım ama, nasıl yapalım?” Ben ileteyim diyip kapatmıştı o ses. Bütün gün ses çıkmamıştı senden. O sesin sevgilin olduğunu düşünmeye başlamıştım ve umudumu yitirmeye yüz tutmuştum ki, başka bir numara aradı.

Bu içimdeki tohumlar yeşermişti. “Eğer öyle olsaydı kendi numarasından aramazdı, erkek arkadaşının numarasından arardı” diye nasıl umutla dolduğumu hatırlıyorum. Kızılaya gidene kadar ecel terleri döktüğümü de.

O kadar kibarsın ki, geldiğin an küpeyi sormayıp, çay-kahve bir şeyler içelim mi dedin. Ki ben, aslında olmayan, küpeyi direkt sorma ihtimaline karşı kafamda onlarca diyalog yazmıştım. Senin bunu söylemen beni baya şaşırtmıştı ve kafamdaki bütün diyalogların ve muhabbet olasılığı zincirinin silinmesine sebep olmuştu. İyi ki de öyle olmuş.

Oturduktan ve genel geçer sorular sona erdikten sonraki o sessizlikte gerçeği söylemiştim sana. Sen de saçını kulağının arkasına attın ve kulağını göstererek “Kulağım delik değildi zaten” dedin. Surat ifademe de bayağı gülmüştün. O an çok rahatlamıştım. Çünkü bu, senin de benden hoşlandığını gösteriyordu. Telefonu açan erkeğin de kuzenin olduğunu söylemen, akşam eve gittiğimde hayaller kurmaya başlamama yetmişti zaten.

Zaten, tıpkı gelir gelmez çay-kahve içme teklifi yapman gibi, ilişkimize kademe atlatan olaylara da hep sen öncelik ettin. Bu konulardaki beceriksizliğimi seni görmek için söylediğim saçma yalandan dolayı anladığından mıdır bilmiyorum; elimi senin tutman, koluma senin girmen, dudağıma senin yapışman, “Biz neyiz” sorusunu senin sorman bir yana, evlilik teklifini bile sen ettin.

Ki bu evlilik teklifinden ziyade daha çok bir meydan okuma gibiydi. Zira bir önceki gün evlenme meselesini konuşmuştuk, bilmemkaçıncı kez, ve ben sana evlenmek istemediğimi söyledim.
Son tartışmamızda, ki bu evlenme teklifinden bir önceki günkü tartışmaydı, evlenmek istemememin gerçek sebebini söyledim. Sonumun babam gibi olmasından korktuğumu.

O kadar yüksek sesle söyledim ki bunu, benim bunu söylememden sonra senin bir anda susmana, sesimin yankısı eşlik etti. Sonra yanıma geldin. Kaçmasından korktuğun bir kediye yaklaşır gibi yaklaştın bana.

Bana yaklaştıkça gözlerin bir tık daha doldu. Yeşili iyice parlak oldu. Bu tür anlarda fiziksel temas kurmaktan nefret eden ben, kalakaldım. Hiç hareket etmedim. Elini yanağıma koydun, baş parmağınla titreyen dudağımı okşadın. Sonra da sarıldın.
Bunları yazdıktan sonra, az önce, kaşınma tuttu bedenimi. Normalde nefret ettiğim bir sorundu bu benim için ama bu hissi bile özlemişim. O an da böyle hissetmiştim, bana sarıldığında. Bir süre sabretmeye çalıştım ama dayanamadım, seni yavaşça ittim. Yalnız kalsam iyi olur dedim.

Üç ay yalnız kaldım. Üç ay konuşmadık. Üç ayın sonunda seni aradım, telefon bir kere çaldı, sonra açtın. Açar açmaz “Evet” dedim. Nerede olduğumu sordun, sonra da eve geldin.
Ne kadar güzel bir insandın.




10 Eylül 2020
Telefonum bozuldu. Baya takoz, eski bir şeydi gerçi ama iş görüyordu. Zaten öyle çok kullanan, haşır neşir olan biri de değilim telefonla. Kullanmamı gerektiren bir durum da yok, arayan soran yok. Anca telefon şirketleri, anketörler, bir de kredi kartı bilgilerimi almak için on takla atan dolandırıcılar arar.

Bu feysbuk mudur ne haltsa, o tarz şeylerle de işim olmaz. Bir ahbabın ısrarı üzerine bir hesap açmıştım ama hiç girmedim sonrasında. O telefondan da girebiliyordu ama benim telefona olamayacağını söyledi. Akıllı telefonlarda mı ne oluyormuş. Telefonun da akıllısı çıkmış. Dedim yok ben almam akıllı telefon falan, benim aklım bana yeter.

Öve öve bitiremedi feysbuku. Dedim telefonsuz olmuyor mu? Oluyor dedi bilgisayardan girdi. Eski dostlarını falan bulmuş oradan bir sürü, taa çocukluk arkadaşlarını, ilkokul arkadaşlarını falan, gösterdi her birini. Bulup da ne yapacaksa onları. Sadece fazladan bir cenaze töreni daha demek her biri. İyi böyle.

Yine de nolur nolmaz diye telefoncuya gideyim dedim tamir ettirmeye. “Bey amca bu cihaz tarih öncesinden kalma, at gitsin tamir etmeye değmez” dedi. “E ne yapacağım bana telefon lazım” dedim, “çözelim ayıpsın” dedi. Binbir türlü kocaman kocaman ekranlı telefonlar gösterdi bana, cilabetler bilmemne saydı bir sürü, dedim ben anlamam onlardan kafamı şişirme. Telefon açabileyim alarmımı kurabiliyim yeter, öyle büyük de olmasın cebime sığsın dedim, verdi bir tane.

Ama durmadı tabi. Neymiş benim hattım çok eskiymiş, sığmazmış. Dedi “gel sana yeni hat çıkartalım, hem de telefonu daha ucuza alırsın taksite de böleriz.” İyi dedim madem. Yine saydı bir sürü zımbırtı şundan bu kadar, konuşma bu kadar diye. Dedim ne halin varsa gör ucuza çöz bana. Umarım dolandırılmamışızdır.

Dedim ki benim numaralarım kaybolmasın bak, silme onları. Halledeceğim amca merak etme dedi. Telefonu açtı öğretmeye çalıştı özelliklerini, bayağısını kafam almadı bilmediğim bir sürü tabir. Uygulama mağazası mı ne varmış, mağazaya falan gidemem ben uğraştırma beni dedim, güldü. Meğersem sanal bir mağazaymış, internette. Acayip acayip şeyler. Babannem gibi hissettirdi beni itoğluit.

Çıktım telefoncudan bir parkta soluklanayım dedim. Benim yaşlarımda bir kadın gördüm, ama benim gibi çökmemişti. Yıllar ona iyi davranmış, ya da kendini korumuş artık bilemeyeceğim, güzel yaşlanmış. Yanında torunu vardı, tatlı bir oğlan çocuğu.
Salıncakta sallandılar, kaydıraktan kaydılar, tahteravalliye bindiler. Baya hoş vakit geçirdiler. O kadar uzun süre izledim ki onları, artık dikkatini çekmiş olmalı, bir ara bana baktı kadın, başıyla selam verdi hafifçe. Ben de aynı şekilde karşılık verdim.
Uzunca bir kaydırağa binmek istedi çocuk, kadın da “ben oraya çıkamam hadi sen çık ben seni izleyeyim” dedi. O sırada yanıma geldi, izin istedi oturdu. “Bu günleri çabuk geçiyor” dedi, doğrudur dedim.

Sizin var mı torun diye sordu, bilmiyorum ki dedim, espri sandı güldü. Sonra ben gülmeyince bir anda buz kesti yüzü durumu anlamış gibi. “Oğlan var ama pek yok aramız” dedim. “Biraz daha yaşını alsın anlar eminim” dedi, konuya çok hakimmiş gibi. “Anlar anlar” dedim.

Sonra kendini tanıttı, Nazife’ymiş adı. Ev hanımıymış, eşi vefat etmiş kalp krizinden, bir oğlu bir kızı varmış, bu çocuk oğlununkiymiş, oğlu subaymış, kızı hemşireymiş… Anlattı da anlattı.
Yav İlhami, bu insanlar gerçekten bilmiyorlar muhabbet etmeyi. Kadın yarım saat konuştu konuştu konuştu, insan arada bir sorar siz nasılsınız, bekar mısınız, emekli misiniz, ne işle meşgul oldunuz, şu an hayatta mısınız, bir duraksar nefes alır be! Yok! Sen yakınıp dururdun bundan da anlamazdım seni, haklıymışsın.

Allahtan sonra torununun çişi geldi de gitmek zorunda kaldılar. Bir daha da gitmem o parka.

Sonra Atlas’ı aradım. Dedim farklı numara, belki açar, sesini duyarım. Eski numaramdan arayamıyordum. Telefoncuya götürmüştüm bozuldu mu diye, “engellemiş amca seni” demişti. Artık nasıl yapmışsa, hat düşmüyordu arayınca.

Açtı. “Alo” dediğinde sesini unuttuğumu fark ettim. Fakat sesini duyar duymaz tekrar zihnimdeki bütün anılarına sesi oturdu tabi. Neden bilmiyorum, bir şey diyemedim başta. Diyemediğimin de farkında değildim tabi, o tekrar “Alo, kimsiniz?” deyince fark ettim.
Boğazımı temizledikten sonra, “Atlas, benim oğlum Baban” dedim. Bir süre sesi gelmedi, kapattı sandım. “Ne var?” dedi sonra. “Bir şey yok iyiyim, sesini duyayım diye öyle” dedim. “Anladım, bir daha aramazsan sevinirim” dedi ve kapattı.

Olsun, en azından hayatta olduğunu öğrendim.

Yazmayı bırakmam lazım, elim ağrımaya başladı. Zaten vakit de epey geç oldu. Bunu da niye buraya yazdıysam…



14 Eylül 2020
Üç gündür yazmıyorum.

İlk gün aklıma bile gelmedi yazmadığım. İkinci gün uyandığımda, masadaki defterle göz göze geldiğimde fark ettim dün yazmadığımı. Sonra kendimi şartladım “Bugün yazacağım” diye, ama içimden gelmedi. Neden bilmiyorum.

Üçüncü gün akşamı defterin başına oturdum. İçimden yazdıklarımı okumak geldi, ve okudum.

Fark ettim ki, yazdığım bazı şeyleri birileri okuyacakmış gibi yazmışım. Mesela Semiha ile tanıştığımız o anı anlatırken, telefondaki sesten bahsederken, sesin kuzenine ait olduğunu bilmeme rağmen, bunu öğrendiğim kısma gelene kadar bu gerçeği saklamışım.

Neden bu şekilde yazdığımı düşündüm sonra. Kimin okumasını bekliyorum ki? Aklıma tek bir kişi geldi, o da Atlas.

Sonrasında şunu da fark ettim, Doktor benden günlük tutmamı istedi ama, günlükten ziyade bir anı defteri yazıyor gibiyim daha çok. Hoş, gün içerisinde olan değişik birkaç şeyi yazmışım, ki çok da değişik değiller esasen. Ama genelde rutin şeyler yapıyorum, her gün her gün aynı şeyleri yazamam buraya.

O yüzden, eğer ilginç bir şey yaşarsam o gün, buraya yazacağım. Aksi taktirde buraya güzel ya da benim için önemli ve elbette hala hatırlayabildiğim anılarımı yazacağım. Böylece bu anılar bu kağıt müsfettesinin(sanki böyle yazılmıyordu İlhami ama mazur göreceksin artık) üzerinde baki kalacaklar.

İkinci gün neden yazmak istemediğimi bilmediğimi yazdım, yalan söyledim. Biliyorum. Atlas yüzünden.

Atlas bir şey yaptığından değil, onun varlığının zihnimi meşgul edişi yüzünden. Bir şey yaptı elbette, iki dakika benimle sohbet etmedi telefonda, ama bu onun kabahati değil. Bu benim kabahatim de değil bana sorarsanız. Bunu okusa kızar Atlas. Ama silmeyeceğim. Evet, gerçekten böyle hissediyorum oğlum, benim bir kabahatim yokmuş gibi.

Ama artık anneni de suçlamıyorum. Artık kimseyi suçlayamıyorum. Babamı bile…

Nasıl hissediyorum biliyor musun, Atlas sana sesleniyorum şu an, göz çukurlarımda bir sancı varmış gibi hissediyorum. Biliyorum ki ağlasam, ağlayabilsem, her şey bir nebze daha rahatlayacak, bir şeyler daha saf bir hal alacak. Ama ağlayamıyorum.

İnsan ne için ağlayabileceğinin farkında olduğu zaman, ağlayamıyor. Çünkü ağlamak bir çaresizlilk bildirgesidir.

Ağlayabilen, neye neden ağladığından bi’haberdir. Aksi taktirde zaten ağlamaz; davranır, harekete geçer, çözmeye çalışır. O meşguliyet ağlamasına engeldir.

Ağlamak isteyen, ağlanacak sebeplere vakıf bir insan ise kabız sancısı içinde kıvranır. Sebepleri bilmenin laneti musallattır gözyaşı pınarlarına. Müptezel bir serseri gibi gözyaşı yoksunluğu çeker.

Çare cehalettir. Çare yeni ufuklardır, haritasız gireceği bucaksız dehlizler.

Ama hem yorgundur, hem korkak. Bu yüzden bu yöntemden sakınır. Olması gerekenin yerine, kolay olanı seçer. Üstüne vazife olmayan sıkıntıları umar, başkalarının derdiyle dertlenmeye çalışır, rol çalar.

Kabzını yenmek uğruna o artık bir asalaktır. Parazit dahi olamaz zira kendi acısını paylaşmaz. Sadece alıcıdır, asla vermez. Ama yine ağlayamaz.

Bu onu öfkelendirir, huysuzlaştırır. Kabzının geçmediği her an, denize petrol salan bir batık gemi gibi, etrafına zarar verir.
Başkalarının acılarını küçümser, gözyaşlarını itibarsızlaştırır, onları aşağılar:

“Sizler, siz sefil, aciz varlıklar! Gözyaşlarınızı bu dandik, değersiz, acı sandığınız şeylere israf etmeye utanmıyor musunuz?! Benim sırtıma yüklediklerimin, altında ezildiklerimin yanında sizinkiler nedir ki?! Ben bile bunlarla ağlamıyorken, sizin bu gözyaşlarınız ne haddinize?!”

Ağlamıyor değildir işte, ağlayamıyordur. Ve onları kıskanıyordur. Onları zayıf görüyordur. Belki birgün anlar, ağlamamanın değil, ağlamanın, ağlayabilmenin güç göstergesi olduğunu.

İşte, Atlas, sana hayatımın üstü kapalı bir özeti. Bana ya da benden dolayı değil ama, birilerine ve birilerinden dolayı ağlayabilmen dileğiyle.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder