Bahçelievler'de
bir kafede oturdu. "Sabaha kadar açığız." Sabah olunca kapatıyorlar
mı acaba? Neyse, o zamana kalmam zaten. Güneşi görmeden uyusam daha iyi. Marlboro'sundan bir fırt çekti. Oh! Güzel sigara içmeyeli haftalar olduydu. 2
lira zam mı olur ya! Bir hafta içerisinde sırasıyla bütün sigaralara gelmişti.
Camel içmeye başlamıştı o zamandan beri. Şimdiyse bulabildiği açık tek büfede
Camel bulamamış, yine eski sigarasından satın almıştı. Kafedeki tek müşteri
oydu. Bir filtre kahve
söyledi. Ne olduğunu bilmiyordu bu filtre kahve
dedikleri şeyin. Hem neden, ne kahvesi istediğini sormuyorlardı? Tek çeşit
kahve mi filtreden geçirilebiliyordu sadece? Oysa mönüde tonla kahve çeşidi
vardı. Kafalarına göre mi seçiyorlardı hangisini filtre kahveye kullanacaklarını.
Aman neyse! Ucuz diye alıyorum ben zaten. Gerçekten de mönüdeki en ucuz kahve
buydu. Çok kurcalamasa iyi olurdu. Kitabını çıkardı. Bir kitap hakkında
yazılmış bir inceleme kitabı hakkında yazılmış bir eleştiri kitabıydı bu. Diğer
iki kitabı okumuştu. Kaldığı sayfayı açtı, okumaya başladı. Üçüncü satırda
sıkıldı, kahvesinden bir yudum alıp etrafı izledi. Ahşap sandalyeler, sarılı
yeşilli koltukumsular, dört kişilik masalar, sekiz kişilik masalar,
peçetelikler, cin biberlikler, tuzluklar, kürdanlığa yaslanmış bir tuzluk,
karabiberlikler, kürdanlıklar, şekerlikler. Kahvesinden bir yudum daha alıp
ikinci dalı yaktı. Kitaba döndü. "Anlatıcının sesiyle yazarın sesinin
birbirine karıştığı yerler var bir de. Anlatıcının, parantez içine alınmış
ekstra yorumu gibi de duruyor, ama öte yandan yazarın sesi olduğunu hissettiren
başka bir mesafe de taşıyor bunlar." Püff, sikeyim yazarı amına koyayım
ya. Kitabı çantanın fermuarsız ön gözüne fırlatır gibi soktu. Derin bir nefes.
Huffffff. Kahve bok gibi. Kakasını eve gidince yapardı. Belki de kakasını yapsa
bu kadar sıkılmazdı kitaptan. Çocuk gibiyim ben. Eheh, bu kapıda niye güllü
sarmaşıklar var? Kafenin kapısı yukarıdan bir taç oluşturuyordu. Her yanı yapay
sarmaşıklar ve güllerle kaplıydı. Nikah salonu mübarek. Ama çok palyatif
duruyor. İçeride buna uygun hiçbir süsleme yok. Ellerinde ne varsa onu
koymuşlar işte. İsmi de zaten "Bahçelievler Kafe ve Bistro".
Beyinlerinde ne varsa o işte. Çok zor olmasa gerek bunlar için yaşamak. Mesela
ben bir arkadaşım bana geç mesaj attı diye uzun süre üzülmüştüm. Sanmıyorum bu
adamların arkadaşı intihar etse işe geç geleceklerini. Neyse, bu tarz laflar
hoş değil. Bunlar üzerinden espri yapmamalıyım. Artık kalksam iyi olur diye
düşündü. Sigarasının bitmesini bekliyordu. İşte o an ne olduysa oldu ve
dakikalardır hissettiği, ama ısrarla birtakım kas hareketleriyle çıkışını
engellediği kakasını tutmayı bıraktı. Ve olduğu yere sıçtı. Patır patır patır!
Hatta çıkmaları için ıkınmaya bile başladı. Kimse yoktu etrafta. Garsonlar
içeride kahvelerini içiyor ya da güneşin doğması için ayin yapıyor olmalıydılar.
Kokunun içeriye gitmesi için en azından yedi dakikalık bir zaman dilimine
ihtiyaç vardı. Görünmeden çıkabilirdi. Öyle yapmadı. Ayağa kalktı. Boklar
bacağından aşağı aktı. Okuduğu romanı hatırladı. İntihar eden adamın da böyle
mi akmıştı bacağından. İçeriye, kasaya doğru yürüdü. Koku arkadan mı geliyordu,
yoksa ondan önce kasaya varmış mıydı acaba? Kendisine bakan kasiyerin yüzünden
anlaşılamıyordu. Nakit verebilirdi. Böylece hızlıca uzaklaşır, kokuyu
fark ettiklerinde iş işten geçmiş, o, boklu pantolonuyla arabasında müzik
dinleyerek evinin yolunu tutuyor olurdu. "Evet, kartla ödeyeceğim."
Cebinden çıkardığı kartı uzattı. Kart kokuyor muydu? Kasiyerin yüzünden
anlaşılmıyordu. 3426. "Teşekkürler." Fişi aldı , arkasını dönüp
kapıya doğru yöneldi. Son anda kafasını çevirip kasiyere baktı. Hayır bakmamış, sadece baktığını hayal etmiş olmalıydı. Çünkü baktığında yeşildi kasiyerin yüzü ve hiçbir koku bir
insanın yüzünü yeşile çeviremezdi. En azından o öyle ümit etti. Sokak ışıkları
henüz sönmemişti. Arabasına doğru seğirtti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder