28 Ekim 2017 Cumartesi
Yarım
uyuyakaldığım koltuktan kalkıp zar zor birkaç adım atıp koyu kırmızı perdeleri araladım, güneş henüz doğmaktaydı.
pembe-turuncu gökyüzünde yıldızları sayabiliyordum hala. geceleyin gördüğüm birkaç kabusun karın ağrısını hissediyordum. pencereyi açıp sigara içmek istedim. sigaramı aramaya koyuldum ama başım felaket dönüyordu, düşecek gibi oldum. her yer çok dağınıktı. onlarca karalanmış ve kenara fırlatılmış kağıt parçası, şarap şişeleri, izmaritler, artık küflenmeye yüz tutmuş, yarısı dolu bir kahve bardağı ve boş bardaklar... sigara aramaktan vazgeçip yüzümü yıkamaya gittiğimde aynada korkunç bir görüntüyle karşılaştım. çökmüş göz altlarım, zayıflıktan ortaya çıkan elmacık kemiklerim, gece üşüdüğümden dolayı hafif morarmış dudaklarımla tanınmaz haldeydim. bir süredir "yaşıyorum" diyemiyordum. telefonları açmıyor, yazılanları görmüyor, kapılara çıkmıyordum. öyle çok umursayanım da yoktu zaten.
yüzümü yıkayıp aynaya bakmamaya gayret ederek tekrar odaya gittim, nihayet sigara içebildiğimde sokaktan sesler gelmeye başladı. üzerinde hayli komik duran bol, yüksek bel kahverengi bir kumaş pantolon, birkaç düğmesi açık dağınık duran beyaz bir gömlek giymiş, pantolon askısı ve şapka takmış gezinerek akordiyon çalan orta yaşlarda bir adam gördüm. bu saatte ve bu soğukta bunu yapmak için ya deli olmak gerekir, ya da çok yalnız olmak diye geçirdim içimden. bir an duraksayıp halime baktım, pek bir farkım yoktu kafamın üstünde çatı olmasından başka. gözlerimi milim oynatmadan o gülünç adama baktım. sonunda kaldırımın kenarına çöküp yavaşça akordiyonunu yanına koydu ve cebinden bir kağıt parçası bir de fotoğraf çıkardı. birkaç saniye bunlara ifadesiz, donuk gözlerle baktıktan sonra şapkasını çıkarıp gözlerini ovuşturmaya başladı. çok kısa bir süre öylece kaldı ve birden iki eliyle yüzünü kapatıp ağlamaya başladı. sokakta sadece birkaç köpek bir de bu adam vardı. ağlama sesleri yavaş yavaş yükselmeye başladı. bir isim çıktı ağzından sonunda, o ismi haykırmaya başladı sonra; elisa. ilk kez böyle bir şeyle karşılaşıyordum. insanları seyretmeyi ve hayatlarını tahmin etmeye çalışmayı severdim ama hayır, böylesini ilk kez görüyordum. elisa. kimdi acaba? bir kızının olması için genç duruyordu, kızı olamazdı. sevgilisi miydi? veya terk edip başkasına giden karısı mı? belki de ölümün kapkara kollarına teslim ettiği kardeşidir. çok merak etmiştim, öyle ki içim gıdıklanıyordu sanki. yanına oturup konuşmak için çok büyük bir istek duydum aylardır şarap aldığım yaşlı adam dışında kimseyle konuşmamış olmama rağmen. onu seyrettiğimin farkında değildi. biraz daha durursa gidip yanına oturmaya karar verdim. hala aynı ismi sayıklayıp duruyordu bir yükselip bir alçalan sesiyle. belki... belki aylardır uğraşıp, karalayıp bir süre sonra bağıra çağıra buruşturup attığım kağıtlara, bana, yazmama iyi gelirdi bu melankoli, ilginç olduğu belli olan bu hikaye, henüz bilmediğim... çok bencilce geldi sonra bu düşünce. ama yanlış değildi ki. hikaye anlatacaktım sadece. yanlış değildi. belki görürdü hatta. belki...
ağlamaktan akan burnunu çekti ve biraz daha sakinleşti, fotoğraf ve kağıt hala elindeydi. üzerime paltomu geçirip aşağı inmeye koyuldum. kimselere gözükmemek için olabildiğince sessiz indim basamaklardan. sessizce kapıyı açtım ve sabah soğuğu bütün vücuduma vurmaya başladı. yavaşça o tuhaf adama doğru yaklaştım, ürkmemesi için hafif adımlar atıyordum. ona doğru yaklaştığımı gördü, gözlerini sildi ve şaşkın gözlerle bana baktı. yanına gidip oturdum, bir kelime bile söylemedim. bir süre beni inceledi ama ben ona bakmıyordum bile. birkaç dakika sessizce oturduktan sonra kağıdı ve fotoğrafı hala elinde tuttuğunu fark edip hızlıca cebine sokuşturdu ama fotoğraf cebine giremeden düştü ve bunu görmedi.
"bu saatte burada ne işiniz var? burada, bu kaldırımda... üstelik oturuyorsunuz," dedi akordiyonunu kucağına alırken, yüzüme bakmıyordu bunları söylerken.
"hiç, hava alıyorum," dedim yaşadığım şaşkınlıkla. bir an duraksayıp yüzüme baktı. her an gidecek gibi duruyordu. dayanamayıp adını sayıkladığı kadının, elisa'nın kim olduğunu sordum. yumruğunu sıkarak ağzına doğru götürdü, yine ağlayacak gibi oldu ve birden kalkıp çok hızlı adımlarla gitmeye koyuldu. ardından bakakaldım ve fotoğrafı düşürdüğünü anımsadım. düştüğü yerden hemen alıp arkasından durması için bağırsam da koşup gitmişti, hemen gözden kayboldu. sokağın ortasında öylece kalmıştım. elimdeki fotoğrafa baktım. gördüğüm şey karşısında dilim tutuldu. uzun, dalgalı açık kahverengi saçları, yeşile çalan gözleri, biçimli yüz hatları, dolgun dudaklarıyla inanılmaz güzellikte bir kadın vardı fotoğrafta. hoş bir konsepti olan bir kafede çekilmişti fotoğraf. kadın bir elini çenesine dayamış, içten bir şekilde gülümsüyordu ve masada önünde kahve bardağı ve bir kitap duruyordu. fotoğrafın arkasını çevirdiğimde sol üstte altı birkaç kez çizilmiş elisa ismini ve alt tarafta çekildiği yer ve tarihi gördüm.çok uzak bir tarih sayılmazdı. üstelik evime birkaç sokak uzakta olan bir kafeydi bu, defalarca önünden geçmiş ama hiç içeri girip oturmamıştım. fotoğrafı paltomun cebine koyup eve çıktım. kafamdan onlarca soru geçiyordu; acaba o adamı veya elisa denen bu kadını bulabilir miydim? kadına ne olmuştu? adam neden koşar adımlarla kaçıp gitmişti? bu fotoğrafı o adama geri vermem lazımdı. belki fark edip geri döner diye düşündüm. bir anda o kadar çok düşündüm ki günlerdir hareketsiz, ölü yaşamım hızlı ve beklenmedik bir sarsıntıya maruz kalmış gibiydi. saat henüz hakikaten çok erkendi ama fotoğrafı masanın üzerine koyup bir sigara daha yaktım ve dün çok fazla içtiğim için yarısına bile gelemeden bıraktığım şarap şişesini kavrayıp şarabı içmeye başladım. sesler boğuk geliyordu ve gördüklerim birbirine karışıyor, tek parça haline geliyordu. soğuk bir terleme geldi ardından, müzik dinlemek istedim. rahatlatırdı belki. pikapta jacques brel'in plağı duruyordu. amsterdam şarkısını açıp dinlemeye koyuldum. bu şarkıyı ilk kez böylesine dikkatli ve hissederek dinliyordum. bu hikaye benim değildi, bir başkasınındı ve parçalarından biri elimdeydi, bakışlarımın değdiği yerde. şarkıdaki inanılmaz serzenişler kafamdaki görüntüyle fazlasıyla uyuşuyordu. kalp atışlarımın hızlandığını fark ediyordum. uzun bir süre bu şarkıyı başa alıp alıp dinledim, şarabın yarısından fazlasını içmiştim ve midem bu işkenceyi kaldıramıyordu artık. en son ne zaman düzgün bir yemek yediğimi de hatırlamıyordum. kafamdakileri bir süreliğine olsun düşünmemeye çalışıp zar zor mutfağa gittim yiyecek bir şeyler bulma umuduyla. dolapta yalnızca peynir, yumurta ve biraz bal vardı. ekmeklerin çoğu bayatlamış ya da küflenmişti. bayat ekmeklerden biraz dilimleyerek kızarttım, yumurtayı pişirdim ve ne varsa yemeye çalıştım. başım hem ağrıyor hem dönüyordu. "sabret, sadece birkaç parça girsin midene, düzelecek, geçecek," diyerek telkin etmeye çalıştım kendi kendimi. güneş doğmuştu ve saat biraz ilerlemişti artık. biraz yedikten sonra uyusam iyi olur diye düşündüm. kafamda dönen sorulara rağmen kısa süre içinde uykuya dalmıştım. uyandığımda üç-dört saat geçmişti ve kulağımda hala kadının ismi yankılanıyordu. hatta bir an adamın elisa diye haykırdığını zannederek uyanmıştım uykumdan. korkunçtu, gerçekten korkunç. belki de hepsi rüyaydı diye içimden geçirip masaya doğru gittim fotoğrafı görmemeyi umarak, ama oradaydı. orada, gülümsüyor, bana bakıyordu. gözlerini milim oynatmıyordu. kim olduğunu bilmiyordum ama aynı zamanda tanıdığım biriydi. gözlerini milim oynatmadan bana bakıyordu. adamın sesi kulağımda yankılanıyordu ve kadın gözlerini milim oynatmıyordu. gidecek ve o adamı veya kadını bulacaktım. hızlıca duş alıp üzerime ne bulduysam geçirdim. anahtarımı, kibrit kutusunu, sigaramı ve fotoğrafı alıp kafenin olduğu sokağa doğru yola koyuldum. vardığımda biraz uzaktan şöyle bir baktım; büyük bir bahçesi vardı ve kalabalıktı. tedirgin adımlarla içeri girip gözüme kestirdiğim yere oturdum. cebimde tanımadığım bir yüzün fotoğrafını değil de içi dolu, bana ait olmayan bir silahı taşıyormuş gibi hissettim. tanıdık birilerini görmemeyi umuyordum. bir süre sonra garson gelip ne istediğimi sordu, "kahve, lütfen," dedim. tıpkı elisa gibi. garson gittikten sonra ona fotoğrafı gösterip kadını tanıyıp tanımadığını, buraya uğrayıp uğramadığını sormayı düşündüm. yapabilirdim. beş dakika kadar sonra kahvemi getirdiğinde durdurup fotoğrafı gösterdim ve sordum.
"bu kadını tanıyor musunuz? sanırım burada çekilmiş bir fotoğraf. buraya uğruyor mu hala?"
biraz fotoğrafı inceledikten sonra yavaşça masaya koydu.
"birkaç ay önce sürekli gelirdi, genellikle yanında hafif kır saçlı bir adamla, evet, hatırlıyorum. ama son zamanlarda hiç gelmiyor. neden sordunuz? tanıyor muydunuz?"
"hayır... sadece... her neyse, teşekkür ederim."
kır saçlı adam o adamdı, emindim. işte şimdi gerçekten kadının öldüğünü düşünüyordum. ya da çok uzaklara gitmişti. kocaman bir adamı öyle hıçkıra hıçkıra ağlatmaya ne sebep olabilirdi ki? kadını bulacağıma dair umudum kalmamıştı. başka hiçbir iz yoktu ondan. ama belki adam dönerdi yaşadığım sokağa. bu düşünceyle kahveyi hemen içip eve geri döndüm. bütün bunlar hiç gerçekmiş gibi gelmiyordu bana. neredeyse her gece gördüğüm kabuslardan birinin içinde mahsur kalmış gibiydim. bu saatten sonra yalnızca bir bekleyiş, çok sayıda soru işareti ve içime oturup kalan bir huzursuzluk kalmıştı. yazdıklarıma geri dönüp devam etmeyi denesem de başarılı olamadım. kafamı bütün bunlardan uzak tutmak için etrafı toplamaya başladım. şişeler, kağıtlar, bardaklar, ağzına kadar dolu küllükler... iki saat kadar uğraşıp etrafa biraz daha düzenli bir görüntü verdim ve inanılmaz bir yorgunluk çöktü üzerime, göz kapaklarım ağır geliyordu. uyursam ve ben uyurken adam gelirse diye içim içimi yiyordu. birkaç gün çok az uyuyarak adamın gelmesini bekledim. sokaktan gelen her seste irkilip pencereye koşuyordum ama yoktu. adamın geleceğine dair umudumu da yitirmek üzereydim. sonra bir gün, bu olaydan yaklaşık iki hafta sonra yine günün erken saatlerinde yavaşça yaklaşan akordiyonun sesini duydum. koşa koşa aşağı, sokağa indim ve evet, işte oradaydı, karşımda, yürüyor ve çalıyordu. zar zor durdurup fotoğrafın bende olduğunu söyledim. bağırarak nerede olduğunu soruyor ve ona vermemi istiyordu. fotoğrafı masanın üzerinde unutmuştum. eve davet ettim. tedirgin olsa da fotoğraf için bunu kabul etti. çıktığımızda fotoğrafı verdim ve hemen gitmeye koyuldu.
"dur, lütfen dur. öğrenmek istiyorum."
arkasını dönüp bana baktı.
"günlerdir doğru düzgün uyuyamıyor, düşünemiyorum, aklımdan çıkmıyor o sabah. lütfen, anlatır mısınız bana?"
"neyi anlatayım? sizi tanımıyorum, neden bir şeyler anlatayım ki. hem, anlatamam... onu anlatamam, hayır."
"en azından neden böyle bir ızdırap çektiğinize dair bir fikrim olsun isterdim. merakımın ve böyle haysiyetsizce size yöneltmiş olduğum soruların kusuruna bakmayın. masumca, oldukça masumca istiyorum öğrenmeyi."
elindeki fotoğrafa baktı, gözyaşları yanaklarından süzülmeye başladı ve fotoğraftaki yüzü öperek "benim yüzümden, benim yüzümden gitti o. benim yüzümden. hayır, buna katlanamam. elisa'yı bilmezsiniz. nasıl da kıvranıyorum acıdan... elisa, lütfen geri gel, her nerdeysen işte... elisa, benim en güzel şiirim, yalvarırım..."
yine o aşina olduğum hıçkırıklara boğularak fotoğrafı göğsüne dayayıp yere çöktü. bir bardak su getirmek için mutfağa gittim, ben suyu getirene kadar kapıyı çarpıp gidişini duydum. bardağı tezgaha koyup ellerimi dayadım, yaşadığım yorgunluk ve bu dramın kaynağının açığa çıkmaması beni yıkmıştı adeta. bu tükenmişlikle artık uğraşacak gücü kendimde bulamayıp, bomboş kalan ellerim ve kadının hayalimde kalan yüzüyle içeri gidip o şarkıyı açtım, yeniden... böyleydi işte, böyle bir hikayeydi, en azından varolmuştu, kadın... çokça gözyaşı... fransızca bir dizenin sonunda.
"Amsterdam limanında
Kadınların göbeklerine göbeklerini sürterek dans eden denizciler var
Dönüyorlar ve dans ediyorlar
Saçılan güneş gibi
Bozuk bir akordiyonun yırtık sesinde
Birbirlerinin gülmelerini daha iyi işitmek için boyunlarını eğiyorlar
Birdenbire akordiyon susuncaya kadar
O zaman sert bir hareketle
O zaman gururlu bir bakışla
Hollandalı adamlarını getiriyorlar
Gün ortasına kadar
Amsterdam limanında
İçki içen denizciler var
İçen ve tekrar içen…
Ve hala yeniden içen…
Amsterdam’ın,
Hamburg ve başka yerlerin fahişelerinin sağlığına içiyorlar
Ve bir parça altın için kendilerine güzel vücutlarını veren
Kendilerine namuslarını veren kadınlara içiyorlar
Ve çok içtikleri zaman
Burunlarını gökyüzüne dikiyorlar
Yıldızlara sümkürüyorlar
Ve ben ağlarken işiyorlar
Aldatan kadınların üzerine
Amsterdam limanında
Amsterdam limanında..."
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
evet, bloga bir güzel yazı daha eklenmiş.
YanıtlaSil