26 Ocak 2016 Salı

Yürek Efsanesi



(Her zamanki gibi, müziğini ihmâl etme sevgili okur)


Annem anlatmıştı bu efsaneyi bana.

Efsane demişken, nasıl oluşur bu efsaneler, diye düşünürüm hep. Aslında her insanın bir efsanesi oluyor. İnsan bir yerde sınırlarını, benliğini aşıyor; tahmin bile edemeyeceği şeyler yaşayabiliyor. Fakat kiminin efsanesi bir diğerinin herhangi bir rutini olabiliyor.

Her insanın efsanesi var.
İnsan kalbi, başlı başına bir efsane.

Benim size anlatacağım -ki bu da annemin bana anlattığı- bir kızın efsanesi.

Nasıl başlanır bilmem efsanelere. Bana sorarsanız şu ana kadar efsanemi yaşamadım.
Bir kız olduğunu biliyorum. Nasıl mı?
Kendi yolunda, saf duygulu.
Biraz Karadeniz hırçını, kararlı, bir o kadar da pürüzsüz ve mat siyah gözleri.
Böyle bir kızdan ne beklersiniz değil mi? Nasıl efsanesi olur ki acaba?

Bu kızın kalbi efsane, dillere destan olan.
Bir oğlanı sevmesi dillere destan olan.

Trabzon’a kar yağdığı senelerden birindeydi, ama nasıl kar! Böylesi görülmemiş! Tabi o zamanlar kar “felaket” sıfatını almamıştı, masumdu sevilirdi insanlarca. Şimdi almış başını bir felaket gidiyor ya! Hep ürkmüşümdür böyle kelimelerden. Hâlbuki kar merhametti her dokunuşunda; her tanesiyle bir meleği yeryüzüne misafir eden.
Kız masumdu, kar masumdu ve suçluydu şu kötü insanlar!
Soğuk bir sabaha açmıştı gözlerini. Her zaman yaptığı gibi önce odunlarını arka balkondan toplayacak, çırasını bir eline alacak, bir kibrit çakacak ve sobasını yakacaktı. Daha sonra ekmeği için hamurunu yoğurmaya koyulacak ve pişirecekti. Ardından sofraya bir şeyler koyup anasını çağırabilirdi.

Arka balkona çıktı, odun almaya.
Soğuk bir kış sabahına açmıştı gözlerini ve beyazın merhameti yüreğinde öylece gülümsemişti pencereye doğru.

Balkon birkaç ekili-dikili alan ve bir de taşlı yol görüyordu. Arada çıkıp bu balkondan insanların geçişini izlerdi. Yabancı değildi hiçbir yüze; konu komşu, çocukları… Bir yabancısı olduysa da işçiydi illaki! Misafir de olamazdı ya, onları da tanırdı hep.
Gelen belli idi, giden belli idi…

Odunları toparlamaya başladı kucağına, yavaş ve düzenliydi bu konuda. Bir taraftan karın tane tane döküldüğü yola baktı. Hep beklerdi. Geleni beklerdi, gideni beklerdi… Bundandı belki de yandaki tabureye oturup birkaç dakika kucağındaki odunlarıyla beklemeye başladı. Odunları öyle düzenle yerleştirirdi ki bir tanesi bile kucağından düşmez hepsi emir kuluymuşçasına öylece dururdu.

Yoldan geçen birine ilişti gözü; bir oğlan tahminen yaşıtlarından. Gördü ama tanıyamadı. Kimdi, neyin nesiydi bilemedi. Gözleri karşılaştı. Karşılaştı da nasıl!

Kucağındaki odunların yere doğru serilişini izledi. Karlı bir günde karşılaşmıştı oğlanla, merhametin teker teker nasıl saç uçlarına indiğini izlemişti. Oğlan da sesten irkilmiş olacaktı ki durdu, tam gözlerinin içine bakmışken durdu.
Durmasaydı; belki de kızın sol tarafındaki depremler yaşanmayacaktı, kalbi bir kat daha saydamlaşıp görünebilir kılınmayacaktı oğlana.
Kar masum kalacaktı ve felaket olmayacaktı mevsimlerin hiçbiri kızın başına.
Ama oğlan durdu ve kız sevdi bundan sonra.
Yürüseydi o taşlı yoldan, geçip gitseydi belki de yanmayacaktı kızın gönlü bu denli.

Mevsimler geçti o günden sonra, bir ilkbahar bir yaz bir sonbahar. Mektuplar geçti elinden kızın ince yazılı, içinde sevda cümleleri dolu olan.
Her mevsim daha bir yangındı ciğerinde ve titrekti elleri.
Kız her zaman taburesine geçip beklemeye devam etti. Kimi, neden, bilmeden bekledi. Tek bildiği şeyi yapıyordu bekleyerek.

Kış yeniden kapıya gelmiş, rahmetiyle gülümsüyordu. Etraf beyazlıkla örtülüydü. Dalında yaprak kalmamış ağaçlar beyazla kaplanmıştı. Karın ağırlığı dala hafif geliyordu aslen, kız bunu biliyordu. Beklemenin ağırlığı da onun hafifliğiydi bir bakıma. Beklerken uçuyordu kuşlar gönlünden, beklerken bir umut vardı hep. Fakat kar dalda kalmak istemiyordu hiç, küçük bir rüzgârda yerküre ile buluşuyordu. Ruhunun yükseklik korkusu vardı besbelli. Kızın beklemesi de en küçük bir umutsuzlukta kurtulmak istiyordu bedeninden. Ama inanç… Kız, beklemeye inanmıştı bir kere; bir inancı kırmak zordur, bilirsiniz.

Kar kaplı yollarda bir kızın özlem feryadı düşüyordu kulaklarına oğlanın.
Kuytu karanlıklardan ışık huzmesi yayılıyordu etrafa, kız oğlanı görünce.
Ve merhamet dökülüyordu göklerden kar ile. Kızın ise dudaklarından hep aynı dua dökülüyordu kar merhametiyle, “Haydi, selametle gel inşallah!”
Gökleri aşan, sevgi dolu kalbiyle en güzel merhametini gösteriyordu oğlana; dua ediyordu. Oğlan da sevdalı mıydı bilinmez ama kızın gönlü yangın yeriydi.

Komşular hep etrafta konuşurdu, komşular hep konuşurdu, “Gelmeyecek, neyi bekliyor ki?”, “Geçen Ayşe Hanım’ın kızıyla görmüşler oğlanı, bu kız niye bekler durur ki hâlâ”…

Bilmediler ki. Bilemezdiler ki.
Kız, oğlanın gözlerine vurulmuştu. Boşa beklemek yoktu onun lügâtında, komşular ise sadece konuşurdu.

Oğlan severdi. Oğlan da severdi amma bir kızın sevgisi değildi. Yangını tutuşmamıştı onun. Yangın kızın yüreğinde, yangın kızın hatıralarında, yangın kızın özleminde idi;
“Bir kış vakti taşlar karla kaplıyken, bir mevsim değişti yolunda; güneş gülümsedi, gamzelerinde aydınlık çukurlar. Dört mevsim bekledim o yolları, seninle birlikte açtı şu taş aralarındaki çiçekler. Sen geldin, seninle birlikte başladı depremler.”

Oğlan misafirdi, kızın tanımadığı. Hem Trabzon'a misafirdi hem de bu efsaneye. Oğlan sadece efsanenin bir kısmına tanıklık etmişti gerisini ise kızın hayalleri tamamlamıştı.
Efsane demişler buna. "Hâlbuki kız sadece sevmiş ne efsanesi!" demeyin, sevmek başlı başına bir ihtilâl.

Kızın merhameti, saflığı, hırçınlığı hep kendisine kaldı. Kendi içinde taşıp kendi içinde duruldu nehirleri. Oğlan hiç bilmedi bu denli sevildiğini, hiç bilmedi bu denli depremin ortasında kaldığını.
Kızın beklemesi ve sevdası kaldı geriye.

Bir de yangından küle dönmüş yüreği.

3 yorum:

  1. Yazı tamamen size mi ait? Çok başarılı olmuş

    YanıtlaSil