(Her zamanki gibi, müziğini ihmâl etme sevgili okur)
Efsane demişken, nasıl oluşur bu efsaneler, diye düşünürüm hep.
Aslında her insanın bir efsanesi oluyor. İnsan bir yerde sınırlarını, benliğini
aşıyor; tahmin bile edemeyeceği şeyler yaşayabiliyor. Fakat kiminin efsanesi
bir diğerinin herhangi bir rutini olabiliyor.
Her insanın efsanesi var.
İnsan kalbi, başlı başına bir efsane.
Benim size anlatacağım -ki bu da annemin bana anlattığı- bir
kızın efsanesi.
Nasıl başlanır bilmem efsanelere. Bana sorarsanız şu ana
kadar efsanemi yaşamadım.
Bir kız olduğunu biliyorum. Nasıl mı?
Kendi yolunda, saf duygulu.
Biraz Karadeniz hırçını, kararlı, bir o kadar da pürüzsüz ve
mat siyah gözleri.
Böyle bir kızdan ne beklersiniz değil mi? Nasıl efsanesi
olur ki acaba?
Bu kızın kalbi efsane, dillere destan olan.
Bir oğlanı sevmesi dillere destan olan.
Trabzon’a kar yağdığı senelerden birindeydi, ama nasıl kar!
Böylesi görülmemiş! Tabi o zamanlar kar “felaket” sıfatını almamıştı, masumdu
sevilirdi insanlarca. Şimdi almış başını bir felaket gidiyor ya! Hep
ürkmüşümdür böyle kelimelerden. Hâlbuki kar merhametti her dokunuşunda; her
tanesiyle bir meleği yeryüzüne misafir eden.
Kız masumdu, kar masumdu ve suçluydu şu kötü insanlar!
Soğuk bir sabaha açmıştı gözlerini. Her zaman yaptığı gibi
önce odunlarını arka balkondan toplayacak, çırasını bir eline alacak, bir
kibrit çakacak ve sobasını yakacaktı. Daha sonra ekmeği için hamurunu yoğurmaya
koyulacak ve pişirecekti. Ardından sofraya bir şeyler koyup anasını
çağırabilirdi.
Arka balkona çıktı, odun almaya.
Soğuk bir kış sabahına açmıştı gözlerini ve beyazın
merhameti yüreğinde öylece gülümsemişti pencereye doğru.
Balkon birkaç ekili-dikili alan ve bir de taşlı yol görüyordu.
Arada çıkıp bu balkondan insanların geçişini izlerdi. Yabancı değildi hiçbir
yüze; konu komşu, çocukları… Bir yabancısı olduysa da işçiydi illaki! Misafir
de olamazdı ya, onları da tanırdı hep.
Gelen belli idi, giden belli idi…
Odunları toparlamaya başladı kucağına, yavaş ve düzenliydi
bu konuda. Bir taraftan karın tane tane döküldüğü yola baktı. Hep beklerdi.
Geleni beklerdi, gideni beklerdi… Bundandı belki de yandaki tabureye oturup
birkaç dakika kucağındaki odunlarıyla beklemeye başladı. Odunları öyle düzenle
yerleştirirdi ki bir tanesi bile kucağından düşmez hepsi emir kuluymuşçasına
öylece dururdu.
Yoldan geçen birine ilişti gözü; bir oğlan tahminen
yaşıtlarından. Gördü ama tanıyamadı. Kimdi, neyin nesiydi bilemedi. Gözleri
karşılaştı. Karşılaştı da nasıl!
Kucağındaki odunların yere doğru serilişini izledi. Karlı
bir günde karşılaşmıştı oğlanla, merhametin teker teker nasıl saç uçlarına
indiğini izlemişti. Oğlan da sesten irkilmiş olacaktı ki durdu, tam gözlerinin
içine bakmışken durdu.
Durmasaydı; belki de kızın sol tarafındaki depremler yaşanmayacaktı,
kalbi bir kat daha saydamlaşıp görünebilir kılınmayacaktı oğlana.
Kar masum kalacaktı ve felaket olmayacaktı mevsimlerin
hiçbiri kızın başına.
Ama oğlan durdu ve kız sevdi bundan sonra.
Yürüseydi o taşlı yoldan, geçip gitseydi belki de
yanmayacaktı kızın gönlü bu denli.
Mevsimler geçti o günden sonra, bir ilkbahar bir yaz bir
sonbahar. Mektuplar geçti elinden kızın ince yazılı, içinde sevda cümleleri
dolu olan.
Her mevsim daha bir yangındı ciğerinde ve titrekti elleri.
Kız her zaman taburesine geçip beklemeye devam etti. Kimi,
neden, bilmeden bekledi. Tek bildiği şeyi yapıyordu bekleyerek.
Kış yeniden kapıya gelmiş, rahmetiyle gülümsüyordu. Etraf
beyazlıkla örtülüydü. Dalında yaprak kalmamış ağaçlar beyazla kaplanmıştı.
Karın ağırlığı dala hafif geliyordu aslen, kız bunu biliyordu. Beklemenin
ağırlığı da onun hafifliğiydi bir bakıma. Beklerken uçuyordu kuşlar gönlünden,
beklerken bir umut vardı hep. Fakat kar dalda kalmak istemiyordu hiç, küçük bir
rüzgârda yerküre ile buluşuyordu. Ruhunun yükseklik korkusu vardı besbelli.
Kızın beklemesi de en küçük bir umutsuzlukta kurtulmak istiyordu bedeninden.
Ama inanç… Kız, beklemeye inanmıştı bir kere; bir inancı kırmak zordur,
bilirsiniz.
Kar kaplı yollarda bir kızın özlem feryadı düşüyordu
kulaklarına oğlanın.
Kuytu karanlıklardan ışık huzmesi yayılıyordu etrafa, kız
oğlanı görünce.
Ve merhamet dökülüyordu göklerden kar ile. Kızın ise
dudaklarından hep aynı dua dökülüyordu kar merhametiyle, “Haydi, selametle gel
inşallah!”
Gökleri aşan, sevgi dolu kalbiyle en güzel merhametini
gösteriyordu oğlana; dua ediyordu. Oğlan da sevdalı mıydı bilinmez ama kızın
gönlü yangın yeriydi.
Komşular hep etrafta konuşurdu, komşular hep konuşurdu, “Gelmeyecek,
neyi bekliyor ki?”, “Geçen Ayşe Hanım’ın kızıyla görmüşler oğlanı, bu kız niye
bekler durur ki hâlâ”…
Bilmediler ki. Bilemezdiler ki.
Kız, oğlanın gözlerine vurulmuştu. Boşa beklemek yoktu onun
lügâtında, komşular ise sadece konuşurdu.
Oğlan severdi. Oğlan da severdi amma bir kızın sevgisi
değildi. Yangını tutuşmamıştı onun. Yangın kızın yüreğinde, yangın kızın
hatıralarında, yangın kızın özleminde idi;
“Bir kış vakti taşlar karla kaplıyken, bir mevsim değişti
yolunda; güneş gülümsedi, gamzelerinde aydınlık çukurlar. Dört mevsim bekledim
o yolları, seninle birlikte açtı şu taş aralarındaki çiçekler. Sen geldin, seninle
birlikte başladı depremler.”
Oğlan misafirdi, kızın tanımadığı. Hem Trabzon'a misafirdi hem de bu efsaneye. Oğlan sadece efsanenin bir kısmına tanıklık etmişti gerisini ise kızın hayalleri tamamlamıştı.
Efsane demişler buna. "Hâlbuki kız sadece sevmiş ne efsanesi!" demeyin, sevmek başlı başına bir ihtilâl.
Kızın merhameti, saflığı, hırçınlığı hep kendisine kaldı.
Kendi içinde taşıp kendi içinde duruldu nehirleri. Oğlan hiç bilmedi bu denli
sevildiğini, hiç bilmedi bu denli depremin ortasında kaldığını.
Kızın beklemesi ve sevdası kaldı geriye.
Bir de yangından küle dönmüş yüreği.
Yazı tamamen size mi ait? Çok başarılı olmuş
YanıtlaSilEvet tamamen bana ait, çok teşekkür ederim!
SilRica ederim :)
Sil