28 Aralık 2015 Pazartesi

Bir Tren Öyküsü


Ankara'ya doğru giden bir trende karşılaşmıştı onunla.
Ankara demek bozkır demekti, Anadolu demekti, çocuklarını çocuk yuvalarına yetiştirmeye çalışan şık giyimli ebeveynler demekti, memurların çıkış vaktinde metronun önünde oluşan kalabalık demekti, akşam vakti gelip çaldığında kapıyı işten yorulmuş insanların evlerine sinip dinlenmesi demekti, birbirlerine çarpsalar dâhi aceleden ses çıkarmayıp yoluna devam eden insanlar demekti, şair ruhların açtığı yaralar demekti.
Ankara, bir şehirdi; denizsizlik temalı, sonbahar avutmasıyla.
Yeşildi onun rengi; ağaçları, canlılığı, yaşamayı dilerdi hep. Bundandı belki de bozkırlara sığamayışı, haykırmaları. Duygularını uçlarda yaşayanların arasından, sinirlendi mi Everest Dağı’nı bile yerin içine gömebileceklerden, mutlu oldu mu etrafındaki herkesi bulutların üstüne çıkarmak isteyenlerin arasından, çocuklarını kucaklarının sıcaklığından ayırmayan anaların yanından, tenhada aylak aylak dolaşırken dâhi ayağınızın ucuna bir topun ilişebileceği sokaklardan gelmişti buraya.
Başını cama yasladı. Raylardan olacaktı ki otobüsteki gibi etkilenmiyordu. Otobüs o ya; başınızı bir yasladınız mı birden kendinizi çiviye ısrarla vuran çekiç gibi hissetmeye başlarsınız. Bir de kafanızdaki onlarca düşünce, gönlünüzün tartamayacağı kadar yılgınlık da eklenince vazgeçersiniz başınızı yaslamaktan. Trende böyle değildi. Başını cama yasladı; evet, yine gidiyordu.
Bir yüz fark etti. Tam karşısında ona doğru bakan bir çift göz. Önce incelemeye başladı, sonra yüzünü trenin manzarasına çevirdi; Sapanca gölü, yeşillikler, piknik yapan insanlar, bisiklet sürenler, ördekler... Düşünmek istemedi karşısındakini. Yeniden önündeki dergiyi okumaya koyuldu.
İkindi güneşinin trene vurmasıyla, yüzüne doğru gelen günbatımı ışıklarını hissetti. Trenin gölgesini gördü sonra. Vagonların sağında kalmıştı; tren rayında, o bozkırda ilerliyordu. Sürekli takipteydi, bir tüneller bir de daha büyük gölgeler karşısında yenik düşüyordu. Tren ne zaman ki tünelden çıksa, onu ilk karşılayan gölgesi oluyordu. Gölge, istemese de gelmek zorundaydı; değil mi ki hepimizden bir parçaydı, içinde bizim de gölgelerimizin kaybolduğu.
İki omuz aynı cama dayandı yeniden, iki göz aynı dışarıyı seyreylemeye başladı. Tanımıyorlardı birbirlerini fakat dışarıya nasıl hasret ve hüzün içerisinde daldıklarına bakılırsa, tanıyor gibiydiler. Belki de ruhları bu dünyaya gelmeden önce, yine bir tren vagonunda karşılaşmıştı.
Aynı gökyüzüne diktiler gözlerini, aynı yollar serpildi önlerine. Bulutları paylaştılar üç aşağı beş yukarı.
Kadının gözleri ne zaman bulutları bulsa adamınkiler yerküre ile kaynaşıyordu. Toprak rengine benziyordu gözleri adamın; magmaya yakınlığı bulunan türden bir toprak. Zirâ gözlerindeki bu hararetli ateşin, ruhundaki kanayan yaraların dışarıdan bu denli iyi gözlemlenebilmesi başka türlü mümkün değildi.
Aynı günbatımını izliyorlardı camdan.
Vakit karanlığa kucak açıyordu. Akşam ezanları semada yükseliyor, yollar bozkıra daha çok yanaşıyordu. Yaprakları yeşil ağaçlar sonbaharda sararırken, günbatımının turuncusu da eklenecekti tabloya.
Gözleri buluştu yeniden. Bu sefer gözlerini ilk kaçıran adam olmuştu, belki de sıkılıyordu yolculuklardan, diye düşündü kadın.
Ankara'ya doğru giden bir trende karşılaşmıştı onunla.
Sevememişti bir türlü bozkırı. Ellerinde çantalarıyla etrafta koşuşturan insanları, sevememişti. Yüreğini sere serpe gezinemediği bu şehrin ondan bir dünya ötesinde olmasını dilemişti hep. Üniversite okumak için geldiği bu şehirde insanların yüzlerindeki kasvet duvarlarından başka bir şey görememişti; şehrin gri kasveti insanların ruhlarına ve yüzlerine ilmek ilmek işlemişti.
Yeşil, dik yokuşlu, masmavi ummana sahip bir yerden gelmişti. Binbir çeşit ruh hâlinin içinden gelmişti. Annelerinin elinden tutmuş, peşinden misafirliğe koşturan çocukların arasından gelmişti. Veresiye defteri tutan bakkalın, her alışveriş sonrası bir sakız vermesiyle mutlu olan çocukların arasından gelmişti. Hayalleri hâlâ sokağın gökyüzüne kadar yükselebilen çocukların arasından gelmişti. Beşinci sınıf terk babaların emek kokan diyârından gelmişti. Ondandı belki de herkesin tabiriyle bu "memur şehri"ne sığamayışı.  Zirâ bakanlık ve banka dolu bir yerde aradığı samimiyeti hiç bulamamıştı.
Başını cama yaslamıştı. Bir çift göz ile karşılaşmıştı kahverengi gözleri.  Aynı treni, aynı vagonu paylaşmışlardı; aynı cama dayamışlardı omuzlarını, aynı manzarayı seyretmişlerdi.
Karşısındaki gözlerini kaçırınca inadına dikmişti gözlerini. Zirâ ilk görüşte aşk böyleydi.
Karşısındaki kadının masum ve yuvarlak yüzüne, ela gözlerine bakmıştı. Kahkûllerinin, trenin her sallanışında birkaç milim hareket etmesini izlemişti yolculuk boyunca. Kadının ela gözleri; yolunu, izini bilmediği bir şehirdeki en güvenli mesken gibiydi onun için. Sonra nedendir bilinmez, tekrar buluşmuştu gözleri. Bir saniye, iki saniye, üç saniye, dört saniye... Uzun bir süre bakışmışlardı. Birinin mimikleri bir diğerinin düşüncelerinde yer edinmeye çalışıyormuş gibiydi.
Tren bozkıra yaklaşmıştı.
Son bakışmalarından sonra kafasını manzaraya çeviren adam, tren gara yanaşmadan önce bir daha uzun uzun bakmak istemişti kadının ela gözlerine. Kafasını çevirdiğinde bir çift ela gözle karşılaşmıştı.
Tren durmuştu, yolcular inmek için sıraya dizilmişlerdi. Adam bavulunun bulunduğu yerin tam aksi yönünde ilerlemeye başlamıştı.
Kadının yanında durdu.
"Yanında durdum. Ruhum ruhunu sardı. Ellerim ellerini tutuverdi birden. Dilimdeki onlarca kelime sana karşı dökülmeyi beklerken susmayı tercih ettim. Ela gözlerin çok güzeldi çünkü. Gözlerinin derinliklerindeki anlatıyla sohbet etmek istedim.Gönlüm toparlandı, senin gönlüne yerleşmeye gitti."
"Yanında durdum. Suskundu hâlim. Yüzünün zerre güzelliğine bakamadan ayakuçlarımın hareketlerine takılı kaldım. Kalbimin, sinir krizi geçirip ölen biri gibi; önce nasıl deprem bölgesine dönmüşçesine attığını, sonra nasıl dindiğini izledim. Kalbimin durduğunu, soluksuz kalışımı hissettim. Gözlerine bakıp da derinliklerinin diyeceklerini dinleyemedim bile."
Kadın, yanında duran adamın kafasını kaldırmadan yeri izleyişini seyretmeye başlamıştı. Dayanamadı sonradan, kalbinin tüm Ankara'yı  sallayacak şekilde çarptığını hissedince:
-Bakar mısınız?
-...
Şaşkınlık sinmişti yüzüne adamın. Kötü bir şey mi yaptım diye düşündü kadın sonra nedense.
-E...Evet?
Kekelemişti. İyiki sadece kekelemişti; ya içindekileri söyleyiverseydi?
-Geçebilir miyim acaba?
Etrafına bakındı adam, vagon boşalmıştı. Geçmeli tabiki diye düşündü. Kafasını sallayıp geçmesini izleyecekti. Ardından o da tüm aylaklığını toparlayıp evine doğru yol alacaktı.
Durmaya devam etmişti adam.
Dinlemeye devam etmişti kadın.
-Şe...Şey! İsminiz nedir acaba?
Demişti işte.
Kadının yanakları al al, yangın yeri oluvermişti.
-Zirâ size "şey" diye hitâp etmek istemem!
-Be...Benim mi? Leylâ benim ismim.
Leylâ
-Leylâ demek...
Ankara'ya doğru giden bir trende karşılaşmıştı onunla.
Adam, kadının gözlerini üzerinde hissedince manzarayı izledi tüm yol boyunca. Tren gara yanaşıyordu bile. Hızlıca inebimek için kalktı yerinden. Bavuluna doğruldu, eline geçirdiği gibi ilerlemeye başladı.
Az önceki kadının gözleriyle karşılaştı yeniden gözleri.  Kadın; bavulunun bulunduğu yerin tam tersi yönde, ona doğru ilerliyordu. Sonra nedense durdu.
"Yanına gelecektim. Gözlerindeki hüznün bağını çözüp, ellerinden tutacaktım. Yaralarına merhem olamazdım belki ama yavaş yavaş dikecektim bir yerden başlayıp."
"Yanına gelecektim. Ellerimle ellerini tutacaktım. Yaralarını görecektim. Yüzündeki o sisli havanın içinde yatan dik yokuşlardan tırmanacaktım. Ayaklarım geriledi istemsizce."
Kadın yön değiştirdi sonra nedense, ilerlemeye başladı hızlıca.
Adam da ilerliyordu ki önünde bir kartın olduğunu farketti. İş tanıtım kartına benziyordu, üzerindeki yazıları okumaya başladı.
"Leylâ" yazıyordu kartın isim kısmında.
Cebine attı, garın kalabalığına karıştı.
Sokaklara aylaklığıyla adım uydurdu. Beyhude yaşamına hediye gibi düşen Leylâ'yı düşündü sonra.
Leylâ...
Ela gözlü Leylâ...
Sevdiği kadın Leylâ...
Ömrünü, ömrüyle biçtiği kadın Leylâ...
Ankara'ya doğru giden bir trende karşılaşmıştı onunla.
Nereden bilsindi ki derin bir uyku Leylâ'yı ondan daha çok sevecekti?
Hiç bir Leylâ, Leylâ olamadı sonra.
------
Hoş mu geldim bilmiyorum sevgili okur ama
sadece gelmek istedim buraya, sağlıcakla.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder