14 Ekim 2015 Çarşamba

Olasılık Ağacının İki Dalı

 Osman, 19 yaşında, hayatla çok fazla yüz göz olmamış, 12, bilemedin 13 yaşlarında, üniversite 1. sınıfa giden bir gençti.
Koyu Beşiktaş taraftarıydı. Beşiktaşlı olmasının ve koyu olmasının sebebi küçüklüğünden beri O'na Beşiktaş sevgisini aşılayan babasıydı. Osman Galatasaraylı dayılarının ve Beşiktaşlı babasının arasında yıllarca gidip gelmişti. Babasının forma teklifi, dayılarının top teklifi O'nun aklını hep çeliyordu. Ama sonunda O'nu maça götüren ve Beşiktaş taraftarının ahengine hayran bıraktıran Babası bu çekişmeyi kazanmıştı. Ayrıca araba hastasıydı Osman. Araba hastalığını ve hayranlığını da babasının arabalara olan büyük ilgisinden almıştı.
 Osman zengin bir ailenin 3 çocuğundan biriydi. 8. sınıfa giden bir erkek kardeşi ve 4. sınıfa giden bir kız kardeşi vardı. Babası başarılı ve zeki bir doktor, alanında nadir beceri, bilgi ve tecrübeye sahip bir KBB(kulak burun boğaz) profesörüydü. Annesi ise ev hanımıydı.
 Mercedes A180'iyle sınavına yetişmeye çalışan Osman'ın kafasını kurcalayan iki şey vardı: 1, bütün gece çalışmasına rağmen hala içinde geçemeyeceğine dair hislere kapılmasına sebep olan Final sınavı; 2, ortak derslerde karşılaştığı o yeşil gözlü kız.
 Sınavı bir şekilde geçerdi. Ya da geçemezdi, emin değildi. Okulunu pek sallamıyordu ve sınavlar o kadar da umrunda değildi. Güzel bir devlet lisesinden mezun olmasına rağmen lise hayatı boyunca üniversite sınavını baba parasına güvenerek çok takmadı. Sayısal dersleri sevmemesine rağmen eşit ağırlığa geçmeye de cesaret edemedi. Çünkü babasının bu durumu hoş karşılamayacağını biliyordu. Beklendiği gibi sınavdan düşük bir puan aldı ve babasının istediği başarıya yaklaşmak bir yana, uzaktan görememişti bile. Babası O'ndan sınava bir sene daha hazırlanmasını istedi. Ama annesi ona kıyamadı ve babasını özel bir üniversiteye paralı olarak yollamaya ikna etti. Ama babasının tek bir şartı vardı: Osman, Tıp okuyacaktı. Osman da bir sene daha sınava hazırlanmaktansa, Tıp okumayı seçti, hiç istememesine rağmen.
 Sınavdan endişelenmesinin tek sebebi de babasıydı. Babası hayatı boyunca başarı içinde yüzen bir adamdı ve oğlunun da onun gibi başarılı olmasını istiyordu. Babasının bu başarı aşkıyla 2. sınıfta tanışmıştı Osman. Getirdiği karnede davranış notlarının hepsi, beslenme alışkanlığı hariç, "Orta" idi. Türkçe dersinden de 4 almıştı. Bunun sebebi Türkçe dersinde başarısız olması değildi, yazısının kötü olmasıydı. Öğretmeni Osman'ı bu konuda "Eğer yazını düzeltmezsen Türkçe'n 4 olacak" diye uyarmıştı, ama Osman yazısını yine de güzelleştirmemişti. Sonuç olarak babası O'na hayatı boyunca unutamayacağı bir tokat atmıştı. Osman çok üzülmüştü. Ardından babası pişman olup ona paraşütlü spider-man ve gerçeğiyle birebir aynı olan bir oyuncak  BMW Z4 maketi almıştı. Ardından "Eğer davranış notlarını düzeltip Pekiyi yaparsan, Türkçe'ni de 5 yaparsan sana 2. sınıf sonunda Playstation alacağım" demişti. Bunu duyan Osman çok sevinmişti. Derslerde daha uslu durmuş, yazısını güzelleştirmiş ve dönem sonunda da babasından Playstation'u kapmıştı. İlk zamanlarda oyunlarla çok fazla haşır neşir olan Osman, Lise hayatının sonlarına doğru oyunlara olan ilgisini kaybetmişti.
 Şimdi okulunun parasını babası karşılıyordu. Ve vize sınavlarındaki düşük notlar karşısında gelen tepki gibi düşük alırsa babası yine "Lise boyunca yattın, ses etmedik! Şimdi üniversiteye başladın, hayata adım attın, hala eşek eşek yatıyorsun. Aklın fikrin gezme tozmada, arabayla ortalıkta artistlik yapmada! O arabayı da alacağım zaten elinden!" tarzında bir tepki verecekti.
 Ama o yeşil gözlü kız... Aklından bir türlü çıkmıyordu. Bir türlü onunla iletişim de kuramamıştı. Kız ne sosyal medyada vardı, ne de kızın telefon numarasını öğrenebileceği bir arkadaşını tanıyordu. Kızlarla iletişim kurmakta oldukça iyiydi Osman, çekingesi yoktu ama bu kız farklıydı. Farklı olması da O'nu öngörülemez yapıyordu. Öngörülemez olması da Osman'a hayatında hiç hissetmediği bir çekingenlik ve korku hissettiriyordu.
 Kızın bir sevgilisi mi vardı? Sevgilisi olduğundan mı böyle ilgisizdi okul ortamına? Bundan dolayı mı bazı kişiler hariç kimseyle konuşmuyor, takılmıyordu?
 Belki de sadece yapısı böyleydi. Bu da onu daha çekici kılıyordu Osman için. Yeşil gözlüyü, O'na yılışan diğer samimiyetsiz, yapmacık, kürdan gibi olana kadar kilo verme derdinde olan ve her sabah 2 saatini makyaja harcayan ve kendini diğer insanlara beğendirme çabasıyla geldikleri okulu defile podyumu olarak gören kızlardan farklı kılıyordu.
 Osman arabasını park etti ve koşar adımlarla  sınav yerine gitti. İçeri girdiğinde gözü ilk yeşil gözlüyü aradı. Yeşil gözlünün suratı her zamanki gibi yerde, telefonundaydı. Suratında sapık ruhlu bir manyağın rahatsız edici mesajlarını okuyor gibi bir hal vardı.


***

 Osman, 19 yaşında, hayatla çok yüz göz olduğunu düşünen, 30'lu yaşlarda, üniversite birinci sınıfa giden bir gençti. Çoğu yaşıtının aksine takım tutmuyordu. Orta okulun ortalarına kadar rahmetli babasının etkisiyle Beşiktaşlıydı. Ama daha sonra içten içe daha fazla hayranlık beslediği Galatasaray'a döndü. Lise hayatının sonlarına doğru futbola olan ilgisini iyice kaybetti ve takım tutmayı bıraktı. 
 Senarist ve yönetmen olmayı hayal eden Osman tam bir film aşığıydı. En çok sevdiği yönetmen ve senarist Cristopher Nolan'ın yolundan gitmeyi hedefleyen ve birgün O'nun çektiği kalitede filmler çekmek isteyen Osman, boş vakitlerinin çoğunu film, dizi izlemeye ve oyun oynamaya harcardı. 
 Oyunlarla olan münasabeti babasının ölümünden sonra başlamıştı. Oyunları bir nevi kaçış, rahatlama olarak gören Osman, hayatının zorlu dönemlerinde O'na hep yardımcı olan ya da O'nu bir nevi uyuşturan ve sıkıntılarını unutmasını sağlayan oyunlara hiçbir zaman borcunu ödeyemeyeceğini biliyordu. Mevcut hayal gücünün büyük bir kısmını da yine bu oyunlara borçluydu. 
 Osman orta hal ile zengin hal arasında bir haldeki ailenin 2 çocuğundan biriydi. 8. sınıfa giden bir erkek kardeşi vardı. Zeki ve başarılı bir Doçent KBB Doktoru olan babasını 2. sınıfın sonuna iki hafta kala kaybetmişti. Annesi ise bir devlet kurumunda sekreterdi. Annesi babasının ölümünden 7 yıl sonra ikinci evliliğini yapmıştı. Üvey babası ise Aile Hekimliği alanında oldukça başarılı olan bir Profesör Doktordu. 
 Kızılay-Koru güzargahı metrosu ile okuluna giden Osman'ın kafasını kurcalayan iki şey vardı: 1, 90 dakikalık senaryosunu çıkarması gerektiği ve bunu nasıl yapacağına dair hiçbir fikri olmayan okuma kitabı; 2, 4 yılını aydınlatan ve görüntüsü kafasında gittikçe silikleşmeye başladığı yeşil gözlü kız.
 Senaryoyu öyle ya da böyle yazacaktı. O'nu asıl endişelendiren şey yazacağı senaryodan O ve arkadaşlarıyla neden ilgilendiğinden hala tam olarak emin olamadığı Ulaş Abisinin tatmin olmama ihtimaliydi. 
 Ulaş Abi onlara kendisinin belirlediği bir kitabı okumalarını, bu kitaptan 90 dakikalık bir senaryo çıkarmalarını, daha sonra o senaryo ile uzun metrajlı bir film çekeceklerini söylemişti. Bunu duyan Osman ve arkadaşlarının sevinçten ve heyecandan beyinleri yanmıştı. Çünkü profesyonel anlamda video sektörünün içine çok kısa bir zaman sonra girmiş olacaklardı. Ve asıl şaşırtıcı yanı, bunu sağlayan Ulaş Abi'leri ile çektikleri otostop sonucunda tanışmış olmalarıydı. "Kısmetin ayağa gelmesi bu oluyor sanırım" diye düşündü Osman.
 Ama yeşil gözlü kız... Elinde büyüdüğü, hayatının büyük bir kısmını, her derdini, her sıkıntısını, her anını... kısacası kendisini paylaştığı kızı kendi elleriyle kırmıştı ve itmişti. Şimdi ise hatasının farkına varmıştı ama "Bor'un pazarı geçmişti ve eşeği niğdeye sürmesi gerekiyordu" O'nu geri kazanmak için çabalamıştı ama ne kadar çabalarsa çabalasın bu çaba ona yeterli gelmeyecekti. Ne kadar çabalarsa çabalasın içindeki suçluluk duygusunun üstesinden gelemeyecekti ve "Elimden geleni yaptım" diyemeyecekti. Çünkü elinden gelen bu değildi. Elinden geleni 4 ay önce geri tepmişti. Tembelliği seçmişti, kaçmıştı, kolaya sığınmıştı. Şimdi ise olanları düzeltmeye çalışıyordu. Ama ortada "olan" bir şey olmama ihtimali ile tir tir titriyordu ve geriye kalan tek şey keşkeler gibiydi.
 Yeşil gözlü kız periyoduk olarak "Yazma" dese de ona, O bu "Yazma"larından hep bir "Yaz" çıkarıyordu. Kızın "yazma" derken gerçekten bunu kastettiği ihtimalini göz ardı ediyordu çünkü bu ihtimalden korkuyordu. Bu ihtimal, hayatında başka bir kıza yer vermek istemeyen, "Bu vakte kadar O'nun cefasını çektim, bundan sonra da O'nunkini çekeyim, çekmişken tam çekeyim" ve "Bana sevmeyi öğreten kadını seveyim" diye düşünen Osman'nın beyin zarını kemiriyordu. 
 "Ya O böyle düşünmüyorsa" diye düşündü Osman. 
 Osman kendine göre ne iyi ne kötü bir insandı. Hayatta çoğu şeyi deneme yanılma yoluyla öğrendiğini düşünen ve genelde gerçekten öyle öğrenen, tecrübe sahiplerini dinleyip öğrenmektense, kendisi tecrübe ederek öğrenmeyi seçen bir insandı. Aceleci, tezcanlı, istediğim hemen olsun havasındaydı. Annesi bu özelliğinin babasına çektiğini söylerdi hep. Belki de bu yüzden kaybetmişti O'nu. 
 Ve O'nun etrafında ondan daha iyi insanlar, daha iyi Osmanlar vardı. Her sabah okula, onun önyargılı tanımıyla, Mercedes A180 ile gelen ve sevdiği kızı, yılışık, samimiyetsiz, yapmacık, kürdan gibi olana kadar incelme derdinde olan ve her sabah 2 saatini makyaja harcayan, kendini diğer insanlara beğendirme çabasıyla geldikleri okulu defile podyumu olarak gören kızlarla karşılaştıran bu Osmanları sevdiği kıza layık görmüyordu. 
 Her geçen saniye O'nu daha çok kaybettiğini hissediyordu. Her geçen dakika O'nun sesi, yüzü, güzel yeşil gözleri zihninde daha da silikleşiyordu. 
 O'nunla arasındaki tek bağlantı olan Baz İstasyonuna küfürler savurarak, yapabildiği tek şeyi yaptı, mesaj attı: "İnsanların hayatlarını birbirine bağlayan muhteşem olasılık ağacını düşündün mü hiç?"

2 yorum: