20 Mart 2015 Cuma

Bir Aşk Meleği Asya

Yine karnı ağrıyordu sabah uyandığında. Bu sabah boğazı daha kuruydu sanki. Odasındaki lavaboya baktı. Gitmedi. Paketinden bir sigara çıkardı. Hafifçe doğruldu. Yorganının sarılı-kırmızılı çizgilerine baktı bir süre, sigarayı ağzına koydu.
Sehpanın üstündeki çalar saati altı otuz beşe kurmuş ancak daha çalmadan uyanmıştı. Dışarıdan geçen tek tük araçları dinliyordu. Yutkundu. Boğazı acıdı. Geçen gün apartmanın girişinde bulduğu o ucuz, siyah çakmağı aldı eline ve sigarayı yaktı. Derin bir nefes aldı. Sigarası daha yarımken beyaz, çini desenli kül tablasına bastırdı. Kalkıp kahverengi-sarılı halının üstünde yavaşça yürüyüp lavaboya girdi. Yüzünü yıkadı, su içti ama kendine gelemedi, kafasını musluğun altına soktu. Aynada kendine baktı. Beş-altı günlük bir sakalı vardı. Kaşının hemen kenarında bir çizik gördü, kabuk tutmuştu ve kopardı. Kanadı. Sahi ne zaman olmuştu bu? Ceketini alıp dışarı çıktı.
Hep aynı insanlar. Hiçbirini tanımazdı.. Her gün sigara aldığı vişne çürüğü renkli kapısı, eski ve boyası çıkmış, kırmızı tuğlaları görünen bakkalın önünden bakkalın sahibi başını eğip selam verdi. Her akşam yemek yediği lokantanın sokağından geçip sola dönünce yine o simitçiyi gördü. Yeşil tenteli bir arabası vardı. Yaşlı, siyah kasketli bir adam. Gözlükleri kirli, sakalları uzun ve düzensiz. Kıyafetleri hep aynı. “Günaydın, bir tane verir misin dayı?”. Parayı verip arkasını dönerken başını tenteye sürttü, bu sabah gördüğü çiziğin olduğu aynı yere. Demek ki geçen hafta Çarşamba olmuştu. Simitçinin sokağından sağa dönüp sinemanın olduğu sokağa çıktı. Burada biraz insanlara baktı. Topuksuz ayakkabıları, fırfırlı etekleri, ufak çantaları, kıpkırmızı rujlu kızlar ve takım elbiseli, tıraşını olmuş, saçları düzenli zengin erkeklere baktı. Anadolu Pasajı’na girip en alt kata indi. Halit Efendi’nin yanına. Gelen kitaplara baktı. İkinci el kitap satardı Halit Efendi. Rum olduğu için milliyetçiler tarafından köyünden kovulmuş o da para kazanmak için kitaplarını satmaya başlamıştır. Dostoyevski’nin en sevdiği kitabını gördü. Çok eski bir basımdı, aynısı vardı kendinde. Eline aldı. Kapağı buruşmuş, ilk sayfası yırtılmış, yanmış. İnsanlar neden değer vermezdi ki. Kendini güzelleştirmeye çalışmak yerine bu dünyanın en güzel şeylerini korumaya çalışsalar keşke. Anlam veremedi yine. Halit Efendi ile az sohbet ettikten sonra. Orhan Camii’ne bir insan akını olduğunu gördü. İki dakika kadar camiye baktı. Eskiden günde beş kez. Tam beş kez gelirdi. Şimdi gidenleri kıskandı. Bugün Cuma günüydü demek ki. Kendisi artık beş günde bir iş bile yapamıyordu.
Karşı kaldırıma geçip dolmuşa bindi. Sürekli yolda gördüğü insanlara profil çıkartıyordu. Mesela yanında oturan. Siyah deri çantası var fakat kot pantolon ve penye ile dolaşıyor. Bir hırsız olabilir mi veya kendi çapında bir esnaf. Ellerinde hiç yüzük yok. Yaşlı duruyor. Aslında boşanmış da olabilir. Çünkü anahtarlığındaki o ufak çiçek kızından hediyedir kesin, başka bir seçenek yok. Evinin önünde indi. Üçgen desenli merdivenleri çıkarken hiçbir şey düşünmüyordu. Kapının önünde durdu. Ceplerini yokladı. Sol cebindeydi anahtar. Alırken o ucuz siyah çakmağın yere düştüğünü gördü. Almadı. Eve girdi. Salondaki tekli koltukların sağ tarafta olanına oturdu ve sokağı izlemeye başladı. Birden Asya’yı gördüğünü sandı. Pencereden sarktı. Kısa topuklu ayakkabılar, gri pantolon, beyaz gömlek, siyah ceket, yer yer dalgalı siyah saçlar, arkasına döndü. Değildi. Sessizce yerine oturdu duvardaki Osmanlı tablosunu gördü. Onun sağ tarafında ise. Hilal içinde uluyan bir kurt. Geçmişini hatırladı. Ne sert çocuktu. Ailesi yoktu zaten. Hiç görmemişti. Halası ve eniştesi vardı sadece. Çocukları olmamıştı hiç. Üniversite kazanmadan iki yıl önce halası vefat etti. O şehirde kazanınca da eniştesi gel beraber kalırız zaten ben yakında gideceğim dedi. Öyle de oldu. Daha yurtdışına gidemeden kalp krizinden hayatını kaybedince ev tamamen Adnan’a kalmıştı
Dört ay önce gelmişti tekrardan bu eve. Sağdaki kapıyı hala açmamıştı. Dört aydır her sabah korku ile bakıyordu. Yine açamadı. Altı yıl geçmesine rağmen kokusu hala duruyor muydu acaba? Tam 6 yıl önce bir cumartesi akşamı esmer, yer yer dalgalı siyah saçları, derin siyah gözleri, ufak ama birazcık komik kulakları, minik oval bir burnu, ince kaşları, kısa kirpikleri ve boynundaki üç ben ile daha da muhteşem olan Asya ile buradaki son gecesiydi.

Asya da ailesini çok küçük yaşta kaybetmişti. Bir teyzesi vardı onun. Teyzesi cimri ve çirkef bir kadının tekiydi. Asya kendi kızından güzel ve zeki diye hiçbir zaman sevmemişti. Asya sürekli ezildi fakat Ankara’da Hukuk kazanınca eniştesi gitmesi için elinden geleni yaptı. Onların Asya’yı okutacak gücü yoktu. Devlet bir yurt bir de burs vermişti Asya’ya. Okulun ikinci haftası gördüğü uzun boylu, kahverengi ayakkabıları, krem pantolonu, yeşilli-turunculu kareli gömleği, dağınık saçları ve sakalı olan bu çocuğa birden aşık oldu. Aynı sınıfta okuduğunu biliyordu. Etrafında hep altı-yedi kişi olurdu. Derslere pek girmez okulun çevresinde çay içer. Elden tespih, ağızdan sigarası hiç düşmezdi. Yanına giden herkes saygı gösterir ve ona “reis” derdi. Bazen çocuğun kendisine baktığını fark ederdi fakat hep korkardı. Bir akşam okuldan çıkıp yurduna giderken arkasında “iyi akşamlar” diye gür bir ses duydu. Dönüp o çocuğu görünce heyecandan ne yapacağını şaşırdı. “Bu güzel hanımefendi benimle biraz sohbet etmek ister mi?” sorusuna hemen evet diyen Asya o an dünyanın en mutlusuydu.
Adnan’da Asya’yı ilk gördüğü gün çok beğenmiş ve bakışlarını fark ettikten sonra cesaretini toplayıp konuşmak istemişti. Adnan bugüne kadar yalan söylememiş, hep açık sözlü olup, kimseden çekinmemişti. Küçük yaşta kaybedilen aileler aynıydı. Adnan “ben senin ailen olurum” demişti. Asya cevap veremedi. Adnan hayatını anlattı biraz. Küçük yaşta yalnız kalınca “Ülkü Ocakları” denen topluluğa dahil olmuştu. Küçük yaştan beri buraya en üst düzeyde hizmet etmiş ve attığı her adımda arkasında desteğini hissetmişti. Bu yüzden hayatı artık o davanın üstüneydi. Dört ay sonra Adnan evinin kapılarını Asya’ya açmış ve birlikte yaşamaya başlamışlardı. Ona sağdaki odayı vermişti.
Ülkede işler karıştı ve Adnan İstanbul’a çağırıldı. Üç güne gidecekti. Son gece eve geldi. Tekli koltuklarının kapıya yakın olanına oturdu. Siyah ceketini çıkarıp koltuğun yanına astı. Beyaz çini desenli kül tablasını aldı, salonun orta yerinde iki koltuk arasında, eski, kırmızı bir dokuma halısının üstündeki cam sehpaya koydu. Eliyle geçen hafta Asya’ya aldığı papatyaların bulunduğu vazoyu sola çekince Asya tüm güzelliği ile karşısına çıktı. Biraz derslerden konuştuktan sonra hızlıca söyledi. “Ben yarın sabah gidiyorum”. Asya o an kısa kirpiklerinde çırpınan gözyaşlarını tutmaya çalışıyordu. Adnan güçlüydü. O da öyle olmalıydı. Minik burnu kızarmış, dudakları büzüşmüştü. Saçlarını geriye savurup ellerini çenesine koyup nazlı bir şekilde “gitme” dedi. Adnan’ı biliyordu, içindeki millet sevgisini de. Gidecekti. Ama yine de söyledi.
Saat gece on bir kırk dokuzu gösterirken Asya’nın odasına gitti. Yatağın başına oturmuş ağlayan meleğini görünce mavi, kırmızı güllerle renklendirilmiş yatak örtüsüne oturdu. Asya’nın ellerini yüzünden çekti. Başını dayadı. Burunları değiyordu. Gözlerine baktı ve “burada bekle, geleceğim” dedi.
Asya sabah Adnan’ı uğurladıktan sonra sekiz ay tam sekiz ay kimse Adnan’dan haber alamadı. Öldü dediler, yurtdışında dediler. İnanmadı. Asya daha fazla dayanamadı.
Adnan’a ise İstanbul’a gittiğinde çok gizli bir görev verildi. Ve Ocak yönetimi yurtdışına gitti orada öldü dedi. Gizlediler Adnan’ı. Görevdeyken yakalandı. İsmini söylemedi. Direkt cezaevine götürüldü. İçerideyken Asya’ya hiç yazamadı. Korktu ona bir şey olacak diye. Tehlikeye atamazdı. Beş yıl on bir ay sekiz gün sonra bir af ile çıktı Adnan. Ankara’ya gitmek için para buldu. İşte bugün Adnan o son gece oturduğu kapıya yakın tekli koltukta oturmuş, Asya’nın, hayatının en önemli parçasının nerede olduğunu düşünüyor. Dört aydır cezaevinde yazdığı yazıları dergilerde yayınlayarak geçiniyor. Daha elektrik yok evinde. Anca su alabildi. Gücü yetmedi. Saat akşam dokuz elli üç ü gösterince mumu yaktı, sigara dumanını izledi. Sabah aramaya başlayacağım dedi kendine, bulacağım.
Uyandığında hafif bir yağmur ile karşılaştı. Bugün ona günaydın diyen biri vardı, pencerenin yanında onu seyreden gri-beyaz bir kedi. Saat sekiz on dört. Bir sigara yaktı. Ayağa kalktı. Lacivert çoraplarının üstüne basarak yürüdü ve odasının tahta kapısını açtı. Salona çıktığı ilk anda. Sağdaki kapıyı gördü. Kırmızı halının üstünde ilerlerken gözünü kapıya dikmiş sadece ilerliyordu, cam sehpaya çarptı umursamadı. Altın rengi kapı kolunu indirirken sigaranın külü çıplak ayağına düştü ama onu da aldırmadı. Sanki hipnotize olmuş gibiydi. Kapıyı araladı. Öyle bir gıcırdadı ki, başı çatlayacaktı. Altın rengi kolu tutup kapıyı tamamen açtı. Asya… Onun kokusu başını döndürmüştü. Bordo perdeler, mavi renkli kırmızı güllü örtü, krem rengi dolap ve bir ayna. Yatağın üstünde beyaz bir kağıt. Kağıdı sol eline alıp sağ elindeki sigaradan bir nefes aldı. Okumaya başladı.
Adnan’a
Tek gerçek sevgiyi gördüğüm insana ;
Sen gideli tam sekiz ay oldu ve galiba benim sana olan sevgim azaldı. Sana biraz nefret duyuyorum. Her sabah geleceksin diye o kapıya yakın koltukta oturup sokağı seyrettim. Gazeteleri okudum. Sen yoksun. Bana ulaşmadın, kimleri öldü dedi, kimileri yurtdışına kaçtı. Evimiz artık çiçek kokmuyor. Papatyalarımız da soldu. Gözpınarlarım kurudu. Bekledim her sabah, her gece bekledim. Sonra öldüğüne inandım ve ölürken beni sevdiğini biliyordum. Ben de sana bu sevgini karşılığına vereceğim. Seni severek öleceğim. Yarın.
Seni Seviyorum.
Asya’n. Papatyan.
Adnan gözyaşlarını tutamıyordu. Ama şimdi o da sevgilisi kadar güçlü olmalıydı. Hala onu seviyordu. Yirmi sekiz yaşındaydı daha. Asya’nın odasına bir masa koydu. Ve yıllarca burada yazmaya devam etti. On ki yıl sonra amansız bir hastalığa yakalandı. Hiç yakını kalmamıştı. Evde tek başına bir yıl hasta bir şekilde devam etti. Kitabını bitirdi. Dergi editörünü teslim etti. “Bir Aşk Meleği Asya” kitabının adı. Her şeyi anlattı. Editör bir yolunu bulup bastıracağını söyledi. Adnan evini verdi. Bu parayı kullan dedi. Akşam bir meyhaneye gidip. Şiş, patlıcan tava ve bir rakı söyledi. Kavun yerine soyulmuş portakal istedi. Ekşiydi portakallar. Rakının yarısını bırakıp soğuk şişleri yedikten sonra dolabın yanındaki kasaya sendeleyerek gitti. Öksürüyor. Zor ayakta duruyordu. Elli lira verdi. Üstü kalsın deyip dışarı attı kendi. Bir arabayla evine gitti. Kapıyı açtı. Karnı kasıldı. Çok sertti. Her öksürdüğünde kan tadı geliyordu. Asya’nın odasına geldi. Soyundu. Elleri, ayakları titriyordu. Yorganı üstüne çekti. Ve gözlerini yumdu. Asya’ya.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder