Mektuplaşmak istemişimdir birisiyle hep. Mail,
Whatsapp falan değil, harbi mektup-laşmak... Hayal etmişimdir.
Dakikalarca yazmak, bazen saatlerce... Zarfa
yerleştirmek, küçük kuru bir yaprak iliştirmek belki zarfa adresle birlikte...
Sonra beklemek... Gözlemek...
Ne bir mektup gönderdim hayatımda birine, ne de
aldım. Nasıl gönderilir zamanımızda bir mektup, onu dahi bilmiyorum.
Cumhuriyet dönemini anlama çabam bir kitaba
rastgetirdi beni. Milli Mücadele döneminde yaşamış iki sevgilinin mektuplarının
derlendiği bir kitap: "Yakılmamış Mektuplar: Fatma Cevdet Hanım'dan İhsan
Bey'e". Yalnızca Fatma Cevdet Hanım'ın mektupları kitapta yer almasına
rağmen İhsan Bey'inkiler de az çok tahmin edilebiliyor okurken. İstanbul'da
ikamet ediyor iki sevgili de. Fatma Cevdet Hanım haftada bir ya da iki kez
İstanbul'a iniyor (Eskiden sur dışında oturan İstanbulluların sur içini
kastederek kullandıkları tabir) piyano dersi için. O zamanlarda, önceden
anlaşıp Galata Köprüsü'nün üstünde ve yahut vapurda 'bakışıyorlar' iki sevgili.
Peçesinin rengini yazıyor bir keresinde Fatma Hanım.
İhsan Bey onu bu sefer tanıyabilsin, seçebilsin diğer kadınlar arasında diye.
Belki birkaç kere konuşma fırsatı bulabiliyorlar yüz
yüze, hepsi kaçamak. Yalnız başına dışarı çıkamıyor ki Fatma Hanım, oturup
boğazda balık ekmek yesinler beraber! Belki ileri sayfalarda kalabalıktan
istifade bir iki kelam ediyorlar, o kadar. Yani en azından mektuplarda
anlatılanlar o kadar.
Mektupların
dili beklediğimden çok daha sade. Anlaşılan o ağdalı Osmanlı Türkçesi halkta
pek görülmüyor.
Fatma Hanım devamlı "siz" diye hitap
ediyor İhsan Bey'e. İsminin yanına bir sıfat ekleyecek olsa bunlar: aşkım,
bitanem, tatlım, aşkitoşkom falan değil, en fazla "sevgilim" oluyor.
(Tabi bunlar Fatma Hanım'ın mektupları... Kimse bana İhsan Bey'in,
mektuplarında bu ifadelerin cılkını çıkartmadığını iddia edemez.)
Birçok mektup "selamlar" ya da "bâkî
ihtiramlar" gibi saygı ifadeleriyle sonlandırılıyor. Tüm bunları okuyunca
özeniyor insan böylesi sevmeye-sevilmeye. Alışık olmadığımız bir konumda
duruyor iki sevgili birbirlerinin gözlerinde.
Aslında her şey böyle toz pembe gitmiyor mektuplarda.
Hep çiçek böcek güzellik yok. İlk mektuptan itibaren Fatma Hanım'ın çeşit çeşit
nazlarına, işvelerine, triplerine şahit oluyoruz. Her mektubunun yarısı İhsan
Bey'i bir şeylerle suçlamakla geçiyor:
"Neden mektubu geç attınız?"
"Neden bu kadar kısa yazdınız?"
"Şu kelimenizle böyle mi demek istiyorsunuz
bana?"
"Ben erkekleri bilirim, siz hep böyle değil
misinizdir zaten!"
gibi...
Bunları okurken sanki bir arkadaşımın, sevgilisiyle
olan bir günlük Whatsapp konuşmasını okuyor gibi oluyorum. Tek fark isimler,
kelimeler, tarihler...
Durmaksızın mektuplaşıyorlar. Bu
toprakların belki de en kırılgan döneminde onlar da kırılgan bir oyun
oynuyorlar aralarında. Boğazdan geçen düşman gemilerine bakarak yazdıkları kelimelere karışıyor gözyaşları.
Dokunmadan, öpmeden...
Uzaktan, usulca...
Belki gözlerinin derinine hiç bakmamış olarak
birbirlerinin...
Harflerle, mürekkeple, kağıtla, mumla...
Sessizce seviyorlar birbirlerini.
Gece, odasında gizli gizli yazıyor Fatma Hanım
mektuplarını. Bazen sonlandırmak zorunda kaldığını, birisinin gelmekte olduğunu
yazıyor.
Sonrası, daim sükût oluyor...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder