Evet.
Şimdi karşındayım. Bu sefer abartılı imgeler, epik göndermeler yok. Sadece ben,
zihnimdeki sen ve elimin altındaki kelimeler var.
Aklıma
daha öncesinde gelmiş herhangi bir fikir de yok. Güzel bir mizansen, bir düzen,
bir oda, karadelik… Hiç biri. Bir karadelik var elbette, aramızdaki karadelik:
Her geçen gün senin ve benim sessizliğimden, birbirimize iliştirebileceğimiz
kelimeler ve ses öbeklerinin yokluğundan beslenen muazzam bir karadelik.
Yine
blogda paylaşacağım elbette. Çünkü bu bir ibadet benim için. Fakat sosyal
medyada paylaşmak yok, sen gör diye. Belki birgün, bir an, kim bilir nerede ve
kiminleyken, kim bilir kime ve nasıl saklarken kendini, varlığım gıdıklar
benliğini. Böylece açıp bakasın gelir bana dair bir şeylere. Açıp bakasın gelir
“koleksiyon”larımı sergilediğim küçük kusma tasıma ve görürsün olup biteni.
Az
önce Tüzün çekti gitti. Şu an Haze’deyim. Müzelerimden birisi. Daha önce Seher’le
de gelmiştim buraya, tıpkı senin Merve ile gelmen gibi. İyi ki Kerem
değiştirmiş bir şeyleri, düzenini, duvarlarındaki renkleri tabloları… Yoksa
daha çekilmez olurdu her şey. O zaman her şey yerindeymiş ama sadece sen
değilmişsin gibi olurdu. Daha katlanılmaz. Bundan sonra hoşlandığım kadınları
her zaman takıldığım yerlere getirme konusunu iki kere düşünmeliyim.
Gerçi
sen evime girdin. Odama. Evet.
O
evi temizlerken, temizlenen yalnızca ev değildi. İçimdeki bütün pislikleri de
arındırdım. Korkuları. Köşe bucak. Bütün saklı toz bulutları çıktı kanepelerin
altından, kitaplıkların arkasından, kitapların arasından. Evime girmedin, içime
girdin. Yanı başımda durdun. Bütün karanlığıma ve pisliğime şahit oldun.
Sonra
akşamında haşladın beni. Bütün pisliğime hakaret ettin. Acaba düşündün mü bu
çocuk neden bu kadar darlandı. O kadar darlandı ki bu çocuk, bana darlandığını
söyledi ve durmamı istedi, diye? Sanmıyorum. Çünkü hakaret ettiğin tek şey ev
değildi orada. Bana da hakaret ettin, bütün karanlıklarıma, bütün pisliklerime.
Ama sorun değildi.
Aydınlık,
temiz kısımlarımı gör istedim. O yüzden temizledim evi. Günlerdir bunun
hayaliyle yatıp kalkıyorum. Uykusuzluklarıma çare olacağını umuyordum. Yanıma
uzanıp, sana bakarak uyuya kalmayı, vücudumdaki bilinmezlikleri seninle
keşfetmeyi hayal ediyorum. Uyandığımda o güzel yüzünü görmeyi, nefeslerimizin
aynı yorgan altında karışmasını hayal ediyorum. Ve bu yüzden uyuyamıyorum.
Günlerdir doğru düzgün uyuyamıyorum.
Hani
uyandığında bir an vardır, o anki her şeyi unutmuş olduğun andır. Hiçbir derdin
yokmuş gibi. Ne ailevi, ne arkadaşsal, ne de kadın… Hiçbir şey. O an çok
mutlusundur. O an dünyanın en keyif pezevengi, en dertsiz, en kirlenmemiş
insanısındır. Dionysos’tan farksız. Sonra bütün sıkıntılar hücum eder üzerine,
seni yatağa gömer iyice, yastıkta kendi kendini boğasın gelir ya… Evet.
Dün
gece büyük ihtimalle ileride pişman olacağım bir değişiklik yaptım odamda. Bana
yazdığın(?) yazıyı duvara yazdım. Balkon kapısı ile Habil ile Kabil tablosunun
arasındaki o boş duvara. Kirli sepetim ve valizimin hemen üstüne. Ne kadar
ilginç bir tesadüf bütün bu itemlerin arasına sıkıştırmam senin yazdığın
yazıyı. Bana yazmış olduğunu umduğum yazıyı.
Yazı
zaten favorilerimde ekli whatsapp’ta. Kendime mail attım çünkü şarjım azdı.
Yazıyı bilgisayarda açtım. Elime tahta kalemini aldım. Başladım yazmaya. Kelime
kelime, defalarca. Yanlış yazdığım bazı şeyler oldu, üzerini karaladım. Bu daha
doğal bir hale bürüdü bu eseri. “Cennete gitmesin ama cehennemde yanmasın”
kısmını büyük harflerle yazdım. Sanatçının dokunuşu olsun bu da. Senin bana
dokunuşun, benim de eserine dokunuşum, ama sana hiç dokunamayaşım, ya da
dokunamayacağım gerçeği.
Neden
konuşmuyorsun hiç anlayamıyorum. Bazı tahminlerim var, seni korkutmuş olmam
gibi. Ama ben bütün kartlarımı açık oynadım. Bilmiyorum dedim sana, hiçbir şey
bilmediğimi söyledim. Yalnızca öğretmeni istedim. Öğret bana, bana seni
doyurmayı, kendimi doyurmayı, yine acıkmayı, ama yalnızca sana.
Birinci
haftada tanıdım seni. Birinci haftada nasıl bir kadın olduğunu anladım. Kendi
deyiminle korkak bir kadın olduğunu da anladım. Bir önceki kadında söz
vermiştim kendime, kurtarıcı değilsin sen demiştim. Düzeltilmesi çok zor bir
sorun varsa ortada, siper etme kendini, hırpalama demiştim. Etrafta da bu
kararımın artistliğini dahi yapmıştım.
Ama
işte, yine buradayım, sana yazıyorum. Engel olamıyorum kendime. O kadar
güzelsin ki. Ve evet, fiziksel olarak da güzelsin ama beni etkileyen o değil!
Beni etkileyen hafifliğin, narinliğin, arkasında saklandığın…
Dün
bir kadın paylaştım instagram story’lerinde. Çilli bir kadın. Güzel bir kadın.
Yakın arkadaşlarımdan ibrahim mesaj attı sonra, “yengemiz bu mu” diye. Hayır
dedim, o çok daha güzel.
Odamda,
senin sanat eserinden başka birinin daha sanat eseri var. Yine bir kadının.
Üzdüğüm bir kadının. Bazen bu bütün olan bitenler üzdüğüm kadınların karması
gibi geliyor bana, bu yüzden haklı buluyorum çekeceğim her bir acıyı,
akıtamadığım her bir göz yaşının gözümde yarattığı sancıyı.
O
bir ressamdı. En azından ressam ruhluydu. Ona bir fikir verdim. 5 çizimlik bir
mini hikaye. Detaylarını tam hatırlamıyorum, ama hatırladığım kadarıyla
şöyleydi: Bir kadın, gök yüzündeki bir ayı gece yarısı kucağına alıyor, onu
kucağında sallıyor, sonra uyutup beşiğe koyuyor. Sonra o Ay büyüyor, güneş
oluyor. Seher vaktine doğru kadın onu tekrardan gökyüzüne uğurluyor. Sonra bir
adam geliyor. Elinde uzun, ince, keskin bir kılıç. Kılıcı Güneş’e saplıyor.
Sonra o güneş gittikçe kan kaybediyor, kan kaybederken de batmaya başlıyor.
Benliğinden akanlar bulutlara doluyor, gökyüzü kıpkızıl oluyor.
Çok
beğendi tabi bu fikri. Ne kadar iyi bir yazar olduğumu, ne kadar güzel
hikayeler yazdığımı övüp dururdu, ama bunu ayrıca övdü. Bu hikayeyi ona
bağışlamamdan olsa gerek. İnanır mısın bilmiyorum ama, ona hiçbir gönderme
yoktu bu hikayenin içinde. En azından ben böyle inandım ona bunu anlatırken.
Sonra
çizmiş. Bil bakalım hangisini çizmiş. Evet, adamın güneşin bağrına kılıcı
soktuğu kısmı çizmiş. 5. kareyi. Şaşırdım, neden baştan başlamadığını sordum,
bilmiyorum dedi.
Sonra
o çizimi bastırdım, çerçevelettim, odama astım. Aradan günler geçti, belki
haftalar, belki aylar, bilmiyorum. Tahminen dizi izliyordum. O kadınla artık
konuşmuyorduk. Çünkü benim için fazla muhafazakar bazı yanları vardı, bunları
kaldıramayacağımı düşündüm ve ilişkimi kestim. Mümkün olan en kibar şekilde,
bildiğim en kibar yolla yaptım bunu. Ama yine de üzdüm elbette onu. Üzmemek
mümkün değil, bunu anlıyorum artık. Bu yüzden suçlamıyorum seni, kızmıyorum
sana, belki de sen elinden geleni yaptın.
Dizi
izliyordum diyordum, bir anda durdum ve başımı kaldırdım. Tablo karşımda.
Aylardır belki de defalarca baktığım, hergün kalktığımda göz göze geldiğim bu
tablonun ne demek olduğunu o gün anladım. Resimdeki o adam bendim. Güneş ise
onun duygularıydı. Ve ben kılıcımı onun bağrına sapladım.
Bu
yüzden, senden bana kalan birkaç şarkıyı duvara asamayacağım için, senden bana
kalan yazıyı duvara yazdım. Belki birgün, yine hiçliğin ortasındaki odamda
debelenirken, ansızın bana anlatmaya çalıştığın bir şeyi anlarım diye. Ev
sahibi çok kızacak, ama sikimde değil. Sigara içip geliyorum.
Evet
paket aldım. Aylardır bunu yapmamak için kendimi tutuyordum ama yaptım. Kendini
yavaş yavaş zehirlemek fikri hoşuma gidiyor. Yavaş yavaş katranı ciğerlerime
çekmek ve bütün hücrelerimin işkence çektiğini hayal etmek, hoşuma gidiyor. Sen
de biraz sigara gibi geliyorsun bana yavaş yavaş. Bir kanser hücresi, bütün
hücrelerimde yavaşça yayılan, bütün benliğime sakince ele geçiren. Ama buna
izin veriyorum. Seni besliyorum. Durmadan whatsapp’a girip konuşmamıza
tıklıyorum. Silmek istiyorum bazen o konuşmayı ama kıyamıyorum. Çok güzel
fotoğrafların var. Cansız. Hareket etmeyen. Öylece lense doğru bakan.
Kimlerin
galerilerinde fotoğrafların var acaba diye düşünmeden edemiyorum kendimi. Bu
düşünce bana acı veriyor. Ama bu acıyı kaldıracak gücüm yok şu an. Def ediyorum
bu düşünceyi, karadeliğine atıyorum.
Karadelik’in
zararlarından birisi ne biliyor musun. Aradaki muhabbeti öldürmekle kalmıyor,
sesin de, hareketli görüntülerin de yok oluyor yavaş yavaş. Bunu yapmakla
kalmıyor yalnızca. Bir süre sonra anılarıma saldırmaya başlıyor. Defalarca
düşünüyorum anılarımızı, defalarca hayal ediyorum. Elimde olmadan her biri
yavaş yavaş değişiyor.
Sinemadan
çıkışımızı hayal ediyorum mesela. Ne kadar da aptalım diye sövüyorum sonra
kendime. Sonradan düşünüyorum, ilk hareketi sen yapmışsın aslında. Elini koluma
atmışsın. Sonrasında benim bir şeyler yapmam gerekiyor. Satranç gibi. Ama pat
olmuşum ben güzelim. Düşünememişim hiçbir şey. Halbuki kolumu sana
ısmarlayabilirdim. Koluma girebilirdin. Kendimi kaybetmezsem sonrasında elini
tutabilirdim. Sana sıkı sıkı sarılabilirdim.
Dün
gece bunu hayal ettim. Bana sıkı sıkı sarılmanı. Seni sıkı sıkı sarmamı.
İkimizin de buna çok ihtiyacı var, biliyorum. Hissediyorum. Sonra başımı dizine
koyardım. Belki ağlardım, belki biraz da sen ağlardın. Sonra o kıza yaptığım
gibi seni terk de etmezdim. Beraber uyurduk. Göz yaşlarımız biraz da
yastığımızı ıslatırdı. Sümüklü burnunu öperdim. Ama senin de söylediğin gibi “bir
daha o eve gireceğini sanmıyorum.” Ve bu canımı yakıyor.
Fark
ettiğin üzere, olmayan şeylerin de hayalini kuruyorum, olamayacak şeylerin de.
Seni arzuluyorum. -sansürlendi- Son iki haftadır senin için giyindim, senin için saçlarımı güzelce
topladım, yalnızca senin için. Yada senin gölgen için, bilmiyorum, artık
bilmiyorum.
Geçtiğimiz
hafta Perşembe günü sanırım, beni son arayışın. Sesini canlı canlı son duyuşum.
Batu’ya gittiğini söyledikten sonra içime kurt düştü. Batu’ya güvenmiyorum,
biliyorum ki sen de güvenmiyorsun. Ama onun parazit ruhunun sana yapışıp
beslenmesine neden izin veriyorsun bilmiyorum. Kızmıyorum da sana, yanlış
anlama. Haddime değil. Bunu sana söylemezdim de hiçbir zaman. Sana olan
saygımdan, yoksa o herif bir saatli bomba, bunu sen de biliyorsun. “Batu’ya laf
söyletmem” dedin, bunları okursan bana kızacaksın, lütfen kızma. Ya da kız.
Kızmana bile razıyım bana artık, yeterki bana kız.
Telefonu
kapattıktan sonra kalakaldım odada. Madmen oynadı durdu kendi kendine.
Kendisine durmadan acıyan bir reklam adamının hayatı, tıpkı benim gibi belki
de. Ne kadar süre sonra bilmiyorum, kapattım sonunda. Sonra yatağa girdim.
Ağlayasım geldi. Ne kadar uzun süredir ağlamadığımı bilmiyorum, çok uzun zaman
önceydi. Ağlamaya başladım. Durmadan ağladım. Ağlarken çok güzel uyunabiliyor
ama özellikle uyumadım, bekledim. Bir saat, iki saat, üç saat, Batu’dan çıkınca
belki beni ararsın diye bekledim. Ararsın ve sesimin haline şahit olursun.
Diyaloglar yazdım sonra kafamda, onlarcasından bir tanesi.
G:
Neden sesin böyle? Bir şey mi oldu?
B:
Bilmiyorum, önemi yok. İyi hissetmiyorum.
G:
Anlatsana ya.
B:
Önemi yok. Sadece sesini duymak istiyorum. Ninni gibi. Sesini duyarken uyuya
kalmak istiyorum.
G: Gelmemi
ister misin?
B:
İsterim.
Sonra
yanıma geldiğini hayal ettim. Kapıyı açışım, bana bakışın, kapının eşiğinde
bana sarılışın. Elinden tutuşum, odaya girişimiz, yatağa oturmamız, sana
sarılmam, ağlamam… Sonra gecenin bir vakti uyandığımı hayal ettim, sen
karşındasın. Telefonunu eline alıyorum, normalde asla yapmam ama bunu yapmamın
sebebi annenin merak etmiş olma ihtimali, ya da babanın. Telefonunun şifresini
biliyorum, 3336 ya da 3633, gökçenay’da olduğunu, onun canının sıkkın olduğunu
o yüzden onunla kaldığını söylüyorum, sonra telefonu yerine koyuyorum, yanına
uzanıyorum. Seni izliyorum. Seni izliyorum. Seni izliyorum, ta ki uyuyana
kadar.
Bu
yazdıklarım creepy geliyor olabilir. Bence de öyle biraz. Ama inan bana, benim
tek farkım hayallerimi ve kafamda geçenleri dışa vurmam. Bunu yapmaya
cesaretimin olması. Herkes düşünüyor böyle şeyleri, herkes hayal ediyor, vakti
olan herkes. Ya da vakit yaratan.
Hala
Haze’deyim. Birkaç gündür buraya geliyorum. Güzel bir haberim var, Meymun’u
bitirdim, gözümüz aydın. Bitirdikten sonra okuyacağım kitabın belli olduğunu
söylemiştim sana, sormadın. Sorsan belki hoşuna giderdi cevabım: Koleksiyoncu.
Oku demiştin bana. Tanrı’nın Muhammed’e ilk emri gibi. Ben de Muhammed’in
aksine naz yapmadım, direkt okurum dedim. Ve okudum da.
Okurken
çok değişik şeyler hissettim. Kendimi Cariban’ın yerine koydum. Neden okumamı
istediğini merak ettim. Sergideyken sana “İnsanların sanat eserlerini satın
alıp evinde saklamaları fikri hoşuma gitmiyor pek, herkesin yararlanabileceği
bir güzelliği evlerine hapsetmişler gibi geliyor” demiştim, sen de bana “Koleksiyoncu’yu
okudun mu?” demiştin. Sadece bunu dememle mi aklına geldi bu, yoksa beni
Cariban’a mı benzettin bilmiyorum. Büyük ihtimalle Cariban’a benzetmedin.
Ama
ben kendimi ona benzettim. Ve bu biraz korkutucuydu.
Dışarıdan
baktım kendime. Daha önce de düşünmüştüm bunu, sanki bazen sadece yazabilmek
için kadınları kovalıyorum gibi geliyor bana. İçgüdüsel olarak özellikle mutlu
sona ulaşamayacağım kadınları buluyor, kendimi bile isteye üzüyor ve sonrasında
da onları yazıyormuşum gibi geliyor. Bir şairin dediği gibi “Senaryo gereği
doğmuşum.”
Bu
şiir de bana bir kadından kalma.
Kelebek
koleksiyonu yapan iğrenç bir adam mıyım ben de yoksa?
Ama
büyük ihtimal senin de fark etmediğin bir durum var ortada, Miranda değil
oradaki tutsak. Cariban. Miranda değil efendi, Cariban. Bir de bu şekilde
bakmasını öneriyorum, senin ve herkesin. Cariban, gariban…
Haze’de
oturuyorum, yazmaktan sol elim ağrımaya başladı. Parmaklarımı hareket
ettirmekte zorlanıyor gibiyim. Ama yazmaya devam edeceğim. Kapıdan senin
girdiğini hayal ettim son günlerde. Ansızın gelmeni. Arada sırf bu hayal acaba
gerçek olur mu, ve gerçek olursa etkisi daha güzel olur diye, gözlerimi
kapatıyorum otururken. Kulağımda elbette kulaklık var, Haze’nin boktan
müziklerini duymak istemiyorum.
Gözlerimi
kapattığımda, senin Haze’nin önüne gelişini hayal ediyorum. Öyle bir geliş ki
bu, iradenle planladığın bir eylem değil gibi, daha çok bilinçaltının eylemi.
Başka bir şey için gelmişsin Bahçelievler’e, ama ayakların seni buraya
sürüklemiş, sen de karşı koymamışsın.
Sonra
camın önünde duruyorsun. Beni görüyorsun, koltukta otururken. Gözlerim kapalı,
başım yukarıya doğru bakıyor. Kapıdan içeri giriyorsun, yavaş adımlarla önüme
geliyorsun, dikiliyorsun. Gözlerimi açmamı bekliyorsun. Gözlerimi açıyorum, karşımda
sen varsın. Şaşırıyorum, sonra hafifçe gülümsüyorum, dudaklarım titriyor,
gözlerim doluyor. Yansımam gibi, aynı şeyler sana da oluyor. Ayağa kalkmak
istiyorum ama yapamıyorum, sen bunu anlıyorsun, sen beni anlıyorsun, düşünmesi
bile…
Yanıma
oturuyorsun. Ellerimi tutuyorsun. Sonra ellerini alıyorum, nazikçe öpüyorum.
Bileğini hafiften sıyırıyorum, oradaki jilet izlerini okşuyorum, öpüyorum.
Öperken kokunu içime çekiyorum. Kalbim atıyor. Ellerini kalbimin üzerine
götürüyorum. Bir şey dememe gerek yok, senin için kafesi yırtıp çıkacakmış gibi
attıklarını biliyorsun. Sonra sarılıyorum sana. Sımsıkı.
Spotify’ı
kontrol ettim. Hayatta olduğuna dair tek delil bu elimdeki. Dinlediğin
şarkılar. Merak ediyorum acaba senin de gözün ilişiyor mu pencerenin sağ üst
köşesine, bakıyor musun bu çocuk ne dinliyor diye, kulaklarını ne dolduruyor
benim sesimden başka? Bir kere yaptığını biliyorum, fotoğrafını çekip
yollamıştın. Neden acaba. Bilmiyorum.
32
dakika önce Sufi Ellman’dan Bliss’i dinlemişsin. Acaba 32 dakikadır ne
yapıyorsun merak ediyorum.
Seher
yapmıştı bir keresinde, haber vermeden ansızın Haze’ye gelmişti. Gözlerime
inanamamıştım. Rüyada falan sandım kendimi. İnanılmaz bir andı. Saat 7 gibiydi,
hava kararmıştı. İşemeye geldiğini söylemişti ama bu tabi ki yalandı. Başka yer
mi kalmadı. Evine giden durak da tam tersi istikamette. Beni görmeye gelmişti,
biliyorum. Çok güzel bir histi. Sonra Tüzünle dini muhabbete daldılar. Sadece
onları dinledim. Arada bana dönüp sıkılıp sıkılmadığımı sordu, bu da beni mutlu etti. O yanımdayken sıkılmak
mümkün değildi. Ama geri kalanı gerçekleşmedi tabi ki. Geldi, konuştular, onu
evine bıraktım Taha’nın arabasıyla. Çok komik bir an yaşanmıştı vedalaşırken.
Kısa bir sessizlik oldu, “Oldu o zaman” dedi o. Sonra bana doğru eğildi.
(Yazarken gülüyorum) Ben panik oldum. Hızlı bir şekilde öne doğru davrandım bir
anda. Emniyet kemeri tuttu beni. Sonra bir daha davrandım, yine tuttu. Rezil
bir andı. Ama tatlıydı.
Seninle
de böyle rezillikler yaşamak isterdim. Yaşadık da. O rezilliklerin tatlı birer
anıya dönüşmesini, sonra dost meclislerinde birbirimizle dalga geçerek bu
anıları anlatışımızı, sonra sevgi dolup dudaklarımıza ufak birer buse
konduruşumuzu…
Ama
bunların hiçbir gerçekleşmeyecek biliyorum.
Sağ
çaprazımda turuncu bir kız var. Tahminen 2binli. Görmediğimi sanıyor ama arada
dönüp bana bakıyor. Önemsiz bir detay.
Seher
senden önceki kadındı hayatıma giren. Ama bunu sigara içtikten ve işedikten
sonra yazacağım. Belki de yazmam, vazgeçerim.
Tuvalete
girdikten sonra kapıyı kitlemek bazen kabalık gibi geliyor bana. Kapının hemen
arkasındaki insanı sinirlendiren bir eylemmiş gibi geliyor. Çaprazımdaki kız
kalkıyor. Gereksiz detay.
Seni
çok özlüyorum. Şu an yazdıklarım da buna delil niteliğinde, bunun bir
deklaresi. Sana olan özlemim içimi sevgiyle dolduruyor. Herkese sarılmak
istiyorum. Geçen Mustafa’ya sarıldım mesela. Duygu dolu bir andı.
Mustafa
gidecek. Kesinleşti. Belgelerini topladı. Siktiğimin yurt dışı, etrafımdaki
herkesi benden sırayla koparıyor. Sen de gideceksin. Korona virüsü iyi mi acaba
diye düşündürüyor bu beni. Avrupada çok yayılırsa belki gitmekten vazgeçersin.
Tabi bu benim faydama bir şey mi bilmiyorum. Canice bir düşünce, but still…
Mustafa
gittiğinde yanımda olmanı isterdim. Beni sakinleştirmeni. O gün yalnız kalmak
istiyorum aslında. Taha yakınıp duruyor, “çok sakinsiniz oğlum adam gidiyor”
diyor. Evet, sakin duruyorum. Sakin değilim. Bazı negatif hisleri,
gerçekleşecekleri kesin olsa bile erteleyebilmeyi öğredim. Ya da o hisleri
oyalamayı. Ancak bu şekilde sağ çıkabiliyorum günlerden.
O
gün yalnız olmak istiyorum ama sen bir istisnasın. Çünkü o güne dek bazı
taraflarımızın “bir” olacağını hayal ediyorum. Yani senin yanımda olman,
yalnızlığıma engel olmayacak. Ama görünüşe göre olmayacaksın. Ve ben tek başıma
olacağım. Yalnız, yapayalnız, bir başıma.
Bugün
kaçmak istedim. Anneme yazdım, Çandarlı’ya gitmek istediğimi, beni
yalvartmamasını, sadece tamam demesini istedim. Ama elbette bu olmadı.
Yalvarttı ve tamam demedi. Murat abinin ailesinin yazlığı orası. Annem her yaz
yalvarır gidelim diye, ben de hayır derim. Bu yaz bir istisna oldu. Annemin
buna ihtiyacı vardı çünkü. Gittiğimde onlarla pek takılmadım ama olsun, en
azından gittim. Terasta bir oda var. O oda denizi görüyor. Geceleri çok güzel
oluyor. Çünkü deniz görünmüyor, yalnızca karanlık. Karadeliği izlemek gibi.
Yeterince uzun süre bakınca, karanlık görüşünü ele geçirmeye başlıyor, odaya
doluyor, açık gözlerle hiçbir şey göremez hale geliyorsun.
Bunu
engelleyen tek şeyse, karşı kıyıdaki rüzgar güllerinin tepesindeki kırmızı
uyarı ışıkları. Helikopterler ya da hava araçları çarpmasın diye oradalar. Ama
bana farklı şeyler hissediyorlar. Sanki dünyanın sonu orasıymış da, onlar da
sınırdaki robotlar gibi. Ötesine geçmemize izin vermeyen robotlar. Oraya
yüzesim geldi defalarca. Ama cesaret edemedim.
Anamurda
adaya yüzmeye cesaret etmiştim halbuki. Anamur…
Keşke
ruhunu söküp çıkarsam da bedeninden, beraber o ana gidebilsek. Yemin ederim ki
dünyanın en güzel filmi, en iyi yazılmış senaryosu. Parasite gibi hem yabancı
en iyi film oskarını hem de en iyi film oskarını alabilecek cinsten.
Birbirimize sarmaş dolaşken izleyebilsek keşke o birkaç günü. Ama bu mümkün
değil.
Neyse,
bir haftalığına ya da bilmiyorum daha kıza ya daha uzunluğuna (çünkü ben
oradayken senin yazdığını ve buluşmak istediğini hayal ettim, böyle bir şey
olsaydı apartopar yanına gelirdim) kalacaktım. Sadece ben ve beyaz word
dosyası. Yazacaktım, durmadan. Ne yazmak istiyorsam, ne yazamamak istiyorsam,
her şeyi. Belki orada ölürdüm de kim bilir. Her şey sona ererdi. Mezarıma gelir
miydin acaba, bilmiyorum.
İyice
ruh hastası gibi gözükmeye başladı bu yazı. Ama şunu bil ki, bu tarz yazıları
ruh hastalığım nüksettiğinde yazıyorum yalnızca. Normalde böyle bir insan
değilim. Cioran gibi, o da böyle olduğu anlarda yazarmış yalnızca. İnsanlar onu
hep yazdıkları ile karıştırıyorlar bu yüzden. Halbuki hayat dolu bir yandan.
Ben de öyleyim. Hayat doluyum. İğrenç, katranımsı hayat içimde geçiyor,
ağzımdan taşıyor, parmak uçlarımdan akıyor…
Sol
elim iyice ağrımaya başladı. Masturbasyon gibi. Spotify’ı kontrol ettim,
hayattasın. Square of life dinliyorsun. İyi dinlemeler.
Seherle
ortak yanların.
Sanırım
bunu yazmamalıyım aslında, olur da bir mucize gerçekleşir ve okuyacak olursan,
bu seni sinirlendirebilir: başka bir kadınla karşılaştırmak seni. Ama bu
şekilde bakma buna. Ne şekilde bak bilmiyorum ama bu şekilde bakma. Başlıyoruz:
1-
İkiniz de Turuncusunuz.
2-
İkinizin de çilleri var.
3-
İkiniz de güzelsiniz.
Güzelsiniz
derken bir anektod ekleyeceğim buraya. Hoşuma giden ve hoşuna gideceğini
düşündüğüm bir anektod. Yiğit ile buluşmuştuk, bahsetmiştim sana, orospu çocuğu
faruğun yenimahalle tayfasından birisi, oradan kalan tek kişi bana. Hortkuluk.
Senden bahsettim elbette. Görmek istedi. İnstagramından gösterdim seni. “Kardeşim
uzun süredir eş dost ‘bir karı var’ diye birilerini gösteriyordu ama bu kadar
güzelini gösteren olmadı, tebrik ediyorum seni” dedi. Güldük. Hoşuma gitti.
Sonra da dilendi tabi, yok mu arkadaşı falan filan. Henüz tanımıyorum
arkadaşlarını dedim. Henüz seni bile tanımıyorum. Kendimi bile tanımıyorum.
Lanet olsun. Lanet olsun…
Geçenlerde
dua ettim biliyor musun. En son en zaman dua ettim hatırlamıyorum. Tanrıma
yalvardım, yakardım. Gözlerimi sıkı sıkı kapattım, seni hayal ettim. Eğer
oradaysan, dedim, eğer oradaysan onun kalbine sabır ver, merhabet ver, şefkat
ver, bunlar olmadığından değil elbette ama bunları bana yöneltecek gücü ve
kuvveti ver ona dedim. Bana bir şans vermesini sağla dedim. Bana ve kendisine.
Korkularını yenmesine.
Ben
göze aldım. Her şeyi. Ağustos ayındaki muhtemel gidişini bile göze aldım. O an
sana ne diyeceğimi bile düşündüm. Seni rahat bırakacaktım. Kafesime
sokmayacaktım. İstediğini yap diyecektim. Ben buradayım, ne dersen yaparım. Git
dersen giderim, kal dersen kalırım. Sabrederim, yapabilirsem yanına gelirim. O
libidosuz herif gibi seni yatakta bir başına da bırakmam. Ne istersen.
Bilmiyorum
Tanrı duydu mu beni, sanmıyorum. Çaresizim ama. Çaresizliğin sondan bir önceki
raddesi olabilir bu, varlığından emin olmadığın Tanrı’ya yakarmak. Ama bunu da
yaptım. Senin için. Bizim için.
4-
İkiniz de bana adımla hitap edemiyorsunuz.
Bu
çok ilginç mesela. Seher bunu açıktan söylediğinde bunu sikime takmamıştım. He
diyip geçmiştim. Ama senin de bunu yapman, bir pattern yaratıyor. Üst üste
gerçekleşmesi o kadar ilginç ki bunların. Anlayamıyorum ama neden? Neden hitap
edemiyorsunuz. Bana bir isim vermekten mi korkuyorsun? Adımı zikretmekten?
Yazındaki bir satırı hatırlattı bu bana. Belki de anlamı budur. Haze’deki Ayşe’ye
sordum bu meseleyi. Tatmin etmeyecek bazı cevaplar verdi bana. Uzun uzun
yazmayacağım ama özetle “farklı bir insansın, karşındaki de kendisinin farklı
olduğunu göstermek için böyle bir şey yapmış olabilir” dedi. Saçma. Senin buna
ihtiyacın yok, sen zaten farklı bir insansın yeterince.
5-
İkinizin de hayatında ne olduğu belirsiz bir Batu figürü var.
Şimdi
bu noktada, benimle Tüzün’ün pulp fiction dediği bok giriyor devreye, boktan
kurgu. Yani üst üste iki kadın, ve bazı benzerlikler yeterince yeterli değilmiş
gibi, üzerine iki tane de Batu? Daşşak geçmek değil de nedir bu, bilmiyorum. İnanılmaz.
Gerçekten inanılmaz.
Batu
demişken, inanmazsın ama ben Batu’yu ve onun eski(?) sevgilisini Haze’de
gördüm. Eski sevgilisi de turuncumsu birisi. Geçenlerde, bu detay hoşuna
gitmeyecek ama, onu stalkladım. Ve profilinde o kızla resmi vardı. Kızın soyadı
Ateş sanırım. Sonra dedim ki hasiktir, ben bu kızı da, Batu’yu da gördüm ve
sarmaş dolaşlardı. Senle konuşmaya başlamadan çok önce oldu tabi ki bunlar.
Seherden sonraydı ama. Hayatımı hayatıma giren kadınlara göre takvimlendirmem
gerçekten çok saçma. Ama saçma olan ben değilim, insanoğlu, adem dölü.
6-
Murakami’yi sevmeniz.
Odama
ilk girdiğinde, kitaplığa ilk baktığında, dikkatini ilk çeken şey Murakami’nin
1Q84’ü oldu. KAFAYI YİYECEĞİM. Bil bakalım o kitabı kim önerdi bana. EVET,
SEHER! O önerdi ve okudum. Tıpkı senin bana Koleksiyoncu’yu önermen ve okumam
gibi. Yani benim kelimelerim tükendi artık bu konuda sen bir şey söyle, doğal
mı bu kadar benzerlik? Bir senaryoda değilim de neredeyim sen söyle? Bir şey
söyle. Çok özlüyorum seni…
Geçen - sansürlendi- Taha’ya döndüm, - sansürlendi- bana bakıyor. Dedim ki “O’nu
çok özlüyorum. Yazmak istiyorum şu an.” Yapma dedi. İyi de yapmış. Sonra
telefonumu ona vermemi istedi. Yok dedim, yazmayacağım merak etme ama bir not
yazacağım telefonuma. Notu açayım bir dakika, aynen aktaracağım.
Telefonu
açmışken tabi ki ritüelimi gerçekleştirdim. Whatsapp’ına baktım, sonra da bir
şey paylaşmış mısın diye instagram’a baktım. Geçen hafta Cumartesi bana bütün
gün yazmayıp, story paylaşmana bozulmuştum baya. Ertesi gün de o gün ne
yaptığını sorduğumda özne kullanmadan gününü özetlemen, beni iyice kırdı. “Gittik,
içtik, gezdik” Özellikle mi yaptın? Büyük ihtimalle. Kim o “k”? Of, of ki ne
of. Ne yapıyorum ben? Bu yazıyı okursan eğer, benden iyice uzaklaşacaksın. Ama
yine de yazıyorum. Çünkü yanılmak istiyorum, şaşırmak istiyorum. Şaşırtsan
keşke beni.
Telefonumdaki
not diyordum, yazıyorum:
“Şu
an - sansürlendi-. Ama söyleyeceklerimi - sansürlendi-cesaretinden dolayı söylemiyorum. Gerçekten böyle
hissediyorum. Ve bunu hep hissediyorum. Sadece duvarlarım transaparanlaştı.
Yani anla ki, söyleyeceklerim yalnızca camı aşan ışıklar, hakikatin tamamı
değil:
Seni
çok özlüyorum.”
Bunu
sana uygun bir anda, yüz yüze okumayı isterdim. Ama artık böyle bir ihtimal yok
gibi.
Sana
hayatıma girmiş bazı kadınları anlattım. Ve bana şöyle dedin “Hayatına normal
bir kadın girmedi mi be adam?” Bunu söylerken kendini de bu kümeye dahil ettin
mi yoksa etmedin mi anlayamadım. Ama bil ki sen de bu garip kadınlardan
birisin. Garipsin. Herkes biraz garip ama sen ve ben ve bizim gibiler biraz
daha garibiz. Çünkü garipliğimizi dışarı saçabilecek kadar bir deli cesaretimiz
ve dengesizliğimiz var. Bu güzel bir şey. Sen güzel bir şeysin.
Bir
şey yazacaktım, unuttum. Birkaç dakika düşüneyim.
Hatırladım.
Yine bir hayalimden bahsedeceğim.
Eğer
o amınakoduğumunpazargününden sonra tekrar buluşsaydık sayın amınakoduğum,
yapmak istediğim bir şey vardı. Yukarıdaki küfürleri sinirlendiğimden yazdım.
Hoşuna gitmez diye silesim geldi ama hayır. Burada yazılan burada kalacak. Silmek
yok. Kutsal lahite kazılmış kutsal harfler gibi. Dönüş yok.
Sen
her zamanki gibi “napıyosun” diyecektin. Hah bu arada.
7-
İkiniz de buluşmak istediğinizde “napıyosun” diye yazıyorsunuz.
Napıyosun
diye soracaktın, sonra ben de diyecektim, seni bekliyorum ehehe. Hayır böyle
diyemezdim tabi ki “bahçelideyim, buluşmak istiyorsan boşum” diyecektim. Sonra
sen yoldayken, seni defalarca kez uyarmama rağmen, telefonunla uğraşıp ses
kaydı atacaktın ve ne yapacağımızı soracaktın. Ben de diyecektim, seni bir müzeye
götüreceğim.
Hayal
etmiştim ki, havanın karardığı bir vakitte gelecektin, çünkü işten her zamanki
gibi geç çıkmıştın. Dolayısıyla şaşıracaktın “nasıl yani? Müzeler kapanır ki bu
saatte?” Ben de diyecektim, bu Müze her zaman açık ama sadece davetli olanlara.
Mistik mistik laflar. Sen tabi merak edecektin, ya da kıllanacaktın bilmiyorum
artık orasını. Ama gelecektin. Diyecektim ki, “belpanın oradaki parktan al
direkt beni arabayı park etme.”
Sonra
gelecektin, beni alacaktın, yoldayken beni darlayacaktın nereye gidiyoruz diye.
Belki de biraz korkacaktın bilmiyorum ama korkutmazdım seni. Bunun için
öncelikle “Beştepe’ye gidiyoruz” diyecektim. Sonra kesin AKP göndermesi
yapardım. Aksaray’a gidiyoruz falan diye. Hatta karamizahımı katıp seni
kartalkayaya götürmek isteyen orospuçocuğuna gönderme yapıp “akp ile beraber
kaymaya gidiyoruz” da derdim. Yine aklıma geldi piç kurusu. Saraydan aşağı
sallandıracaksın bunun gibileri.
Neyse
sonra Beştepe’ye gelecektik. Arabayı müsait bir yere park edecektik. Varsa
etrafta hatta bir Martı’ya binecektik. Ben önde sen arkada olacaktın. Etrafta
Martı’ya binen çiftler görüyorum, imreniyorum. Ama bazen Kadın önce Erkek
arkada biniyorlar, o pozisyon hoşuma gitmiyor. Arkamda olup gövdemi sarman
düşüncesi daha güzel.
Arabadan
inmeden önce “bekle” diyecektim. İnip kapını açacaktım. Sonra elimi uzatıp “Mehmet
Burak Balyan’ın Çocukluk Müzesi’ne Hoş Geldiniz” diyecektim. “Davetiye lütfen?”
Burada hayal ettiğim yanağımdan öpmen. Ama tabi ki olmazdı böyle bir şey, ama
hayal kuruyorum, elleme bana. Sonra yanağımdan öpecektin. Kolumu
ısmarlayacaktım sana, koluma girecektin. Sonra sana Müzeyi gezdirecektim.
Çocukluğuma inecektik. En hassas noktalarımı görecektin.
Herbir
objenin önüne geldiğimizde ne anlatacağımı söylemeyeceğim, çünkü bir umut var
içimde hala, çok sönük bir şekilde yalımlarıyla içimi ısıtmaya çalışan. Çok
hassas bir yalım. Belki hala bunu yapabiliriz beraber. Bir ihtimal. Ufacık.
(whatsabıma bakmam gerekti sorry, devam ediyorum).
Ama
bir obje var ki, spoiler vereyim orası da okul, orada çok güzel şeyler hayal
ettim. Umarım nasip olur. Zor.
Ama
Müze gezisinin sonunda söyleyeceğim şeyi şimdi söylemek istiyorum.
Ben
bir avcıyım. Tıpkı senin de öyle olduğun gibi. İkimizin de ihtiyacı olan bir
şey var, o da var edilmek. İkimiz de duygularımızdan kaçıyoruz. Onları direkt
olarak göstermek istemiyoruz. Benim senden farkım, bu kısmımı düzelmeteye
çalışmak. Sana da söyledim bunu. O yüzden sana güzel şeyler söylemeye çalıştım,
iltifatlar etmeye çalıştım, her ne kadar beceremesem de. Ben duygularımı
sarkazmımın ve karamizahımın altına saklıyorum, ve bana öyle geliyor ki, sen de
bedeninin altına saklıyorsun. Ben sana bu konuda yardım etmek istiyorum,
elimden geldiğince. Beceremesem bile bazı şeyleri, bu yükün altına seninle
girmeni bekliyorum. Senin de benim yükümün altına girmeni.
Benim
avlanma şeklimi anlatayım sana. Senin gibi, vahşi kadınları seçiyorum. Kayıp
ruhları. Burning filmindeki o kız gibi. Unutulmuş, sevgiden esirgenmiş, rüzgar
nereye eserse oraya savrulan kadınları. Sonra sizi, bir şekilde, bir kafese
kapatıyorum. Yanımda gezdiriyorum. Sizi evcilleştirmeye çalışmıyorum, aksine
sizi iyice vahşileştirmeye çalışıyorum. Yaralarınızı deşiyorum. Anılarınıza
iniyorum. Travmalarınızı uyandırıyorum. Bu sırada sizi, benim ormanıma
indiriyorum. Daha önceki anılarımda, travmalarımda gezdiriyorum. Bunu yaparken
size duygusal olarak iyice bağlanıyorum. Hassas noktalarımı size gösteriyorum.
Canımı en güzel şekilde acıtabileceğiniz noktalarımı.
Sonra
bir an geliyor. O anın nasıl geldiğini ve ne olduğunu spesifik olarak anlatamam
ama bir an geliyor ve ben o anın geldiğini anlıyorum, kafesi açıyorum.
İşte
burası, bu mahalle, beştepe, daha önce kimsenin gelmediği, ormanımın en derin,
en balta girmemiş noktası. Seni buraya getirdim. Şimdi kafesini açıyorum.
Biliyorum, beni parçalayacaksın. Etimi kemireceksin, uzuvlarımı dağlayacaksın.
Ama ben bunu seviyorum. Bu acıyı seviyorum. Bu acıya bağımlı gibi bir şeyim.
Çünkü vaktinde, bu mahalleden doğan acılarımı yeterince yaşamadım. İçime attım.
Şimdiyse buna muhtacım. Acı çekmeye.
Tek
amacım bu mu? Hayır. Acı çekeceğim noktaya kadar olacakları ben zaten
biliyorum, bunların farkındayım. Bunların hepsi benim senaryom ve sizler de bu
senaryonun ikinci başrol kadın oyuncularısınız. Bu senaryonun sonu da belli.
Ama
işte, yine de… Şaşırmak istiyorum.
Şaşırmayacağım
nokta şu, kafesi açtığımda beni paramparça etmen, sonra da beni terk etmen. Sonrasında
kendi kendime, orada gittikçe kan kaybetmem. Yaralarımın onarılmasını beklemem.
Kendi kendilerine… Bu hep böyle oldu, bu hep böyle yazıldı.
Şaşıracağım
nokta ise şu:
Bir
süre sonra, elbette başta kaçıp gidecektin buna şaşırmıyorum, ama bir süre
sonra geri gelmen. Beni o iyi ile kötüyü ayırt etme ağacının gölgesinde
otururken, yara bere içinde, kan kaybederken görmen. Uzaktan, geniş açıda bana
öylece bir bakman. Kim bilir nereye gömülen bakışlarımı fark etmen, o
savunmasız, anadan üryan halimi görmen, içimde olup biteni hissetmen. Bana
acıman, HAYIR, acımak değil. Nefret ediyorum acılarıma acınmasına, oksimoron
gibi değil mi? Acımak değil. Acımak bencilcedir. Vicdan masturbasyonudur. Bana
merhamet beslemen, anaçlığından bir tutam şefkat serpiştirmen. Ve yanıma
gelmen. Elimi tutman. Yaralarımı yavaşça sarman. Pansuman yapman. Ve yanımda
kalman, bir süre daha. En azından Ağustos ayına kadar.
İşte
bu son şaşırtırdı beni. Director’s Cut. Extended version. Sigara içeceğim.
Acaba şu an yarattığın evreni mi tasarlıyorsun,
spotify’ın peaciful piano playlisti eşliğinde? Bana bu fikrini açtığında çok
heyecanlanmıştım. Sen de fark etmişsindir, hemen bir parçası olmaya çalıştım.
Önerilerde bulundum, renk paletleri, artworkler vs. Sense hayır dedin. Beni
dışarı ittin. Bu eylemini anlayabiliyorum. Belki senin de bir senaryon var,
senin de bir klasik mutsuz sonun. Sen de biliyordun ileride birgün benim artık
yanında olmayacağımı, ama benden dolayı, ama senden… Bu yüzden beni dışarı
ittin. Benden bir parça orada olsun istemedin. Bunu anlayabiliyorum. Saygı
duyuyorum. Ama o evrenin bir parçası olmak isterdim. Senin evreninin. Senin
evreninin şeytanı olmak isterdim. O evreni yıkmaya çalışan, bu yıkımı görmene
rağmen yok etmediğin, çünkü sevdiğin.
Bayadır
Autumn Fall dinliyordum. Şu an değiştirdim. Veridis Quo dinliyorum.
Seherle
oturuyorduk Haze’de sonra arkadan bu parça çalmaya başladı. Yavaş yavaş
sallanmaya başladı karşımda. Hafif bir raks ediş. Büyüledi beni. Sonra onu
izlediğimi fark etti. Şarkı güzelmiş diyebildim yalnızca. Bahsettiğim sorun bu
işte, iltifat edememek. Eve gidince sonra, bana bir parça attı. Normalde böyle
şeyler yapmaz çünkü attığı parçaları beğenmemiştim, tıpkı senin attığın bazı
parçaları beğenmediğim gibi, ve bunu açıkça dile getirmiştim sinirlenmişti,
tıpkı senin sinirlendiğin gibi. Sonra da bir daha parça yollamadı, o güne
kadar.
Çok
sonra anladım ki, bir telefon konuşmamızda, pulp fiction bu ya, arkada o müzik
çalıyordu, arkada Daft Punk mı çalıyor dedi, evet dedim. Bunu sorduğu an
anladım ki, o gün kafede çalan müzik bu müzikti. Ve beğendiğimi söylediğimde
eve gidip bana parçayı attı. Ne ince bir hareket, ne narin. Sonra o teyit etti
zaten bu düşüncemi, kafede çalan değil mi? diye. Evet dedim, kafede çalan.
Seherle son telefon görüşmemizdi. Sonra bu parçayı playlistime ekledim.
“baban”
adlı playlistimde, hayatıma giren kadınlardan kalan parçalar var bir sürü. Bir
kadın mezarlığı gibi biri, hortkuluk. Zihnimdeki bu mezarlığa, ansızın shuffle
denk gelen bir müzikle gidiveriyorum bazen. Onların mezarı önünde duruyorum,
onları anıyorum bu şarkılarla.
Seni
o mezarlığa koymak istemiyorum Gözde, hiç ama hiç istemiyorum. Bu yüzden bir
kadın bana bir şarkı yolladığında, çok ama çok zor beğeniyorum. Çünkü korkuyorum.
Bunu okuyorsan eğer, şu an “deli misin çocuuum” dedin büyük ihtimalle. Evet,
belki de deliyim güzelim. Beni sizler delirttiniz. Benim bu yüzüm, sizlerin
eseri. Diğer yüzüm ise Tanrıların.
Ama
Işte,
senden kalan birkaç parça da bu playlistte yerini aldı. Gözleri Aşka Gülen Sade
Söğüt Dalısın(şarkının adı bu değil sanırım), adını hatırlamadığım, kapak
fotoğrafında turuncu ışık gölgeleri kalan o parça, Ankara’da Buluşuruz (emin
değilim adından), senden bana kalan parçalar. Bunları dinlediğimde, senin de
mezarlığına gittiğimi hissediyorum yavaş yavaş.
Bir
planım var, bir ara bu parçaları hepsini ayıklayacağım ve ayrı bir playlist
oluşturacağım, Kadın Mezarlığı diye. Feministler ayaklanır ileride bunu
görürlerse.
14
sayfa olmuş. 4977 kelime ve daha da artıyor. Beraber var ettiğimiz, çocuğumuz,
biricik evladımız Karadelik’e atıyorum bu kelimeleri sırayla. Teker teker. Bunu
yaparak iyice besliyorum onu, ve sen iyice kayboluyorsun. Sesin silindi
anılarımdan. Ama dün gece, mesajlarımızı tekrar okudum yatmadan. Ses
kayıtlarını dinledim. R’leri fok balığı gibi söylemeni bile özlemişim, düşün ne
kadar özlediğimi seni. Ama yüzün silindi gibi. Fotoğraflar doyurmuyor bu hissi
artık. Ve bu Karadelik iyice büyüyor, iyice yutuyor seni. İyice bulandırıyor
anılarımızı. Ve ben yalnızca üzülüyorum, yalnızca yazıyorum.
Ama
En azından,
bir önceki yazıyı da katarsak 21 sayfa yazdırdın bana. 21 koca sayfa, dile
kolay. 21 sayfa boyunca kustum içimdekileri. En azından yazma egzersizi oluyor
bana. Neyse ki…
Seni
seviyorum, demek isterdim şu an. Ama diyemiyorum. Sevmek ne demek inan bana
bilmiyorum. Bir şeyler hissediyorum elbette, yoğun bazı şeyler. Özlem, keder,
hüzün, elem… Eğer cahil halkın bu kelimelere verdiği anlam sevmekse, evet, seni
seviyorum. Ama biliyorum ki, değil. Seni gözlüyorum diyeceğim sadece. Seni
gözdeliyorum. Komik değil, evet.
Bunları
daha önce yazmış olabilirim ama, haftasonları son iki haftadır cehennem benim
için. Hafta içi de saat 6’dan sonra. O vakte kadar fena değilim yine, bu tabiri
sevmezsin ama, normalim. O saatlerden sonra seni gözlemeye başlıyorum. Bir
deniz fenerinin ışığını açması gibi, ışığımı açıyorum, uçsuz bucaksız denizde
gezdiriyorum, belki, bir umut seni görürüm diye. Ama günlerce görmedim. Bu
deniz fenerini, bu adayı terk etmek istemiyorum, ama yoruldum Gözde. Erzağım
bitti, gazım bitti, burası geceleri çok soğuk ve bir o kadar da yalnız.
Artık
hissediyorum ki, gelmeyeceksin. Bu senin için yazdığım son yazı mı, bilmiyorum.
Son yazı olması güzel de olabilir, kötü de. Eğer sen gelirsen, yazmam
gerekmeyebilir artık. Sana anlatırım bunları. Sıkıldığını hissetsen bile.
Duymasan bile en azından karşında düşünürüm her şeyi. Ya da alışırım yokluğuna,
yazmam artık. Bu güzel olmaz tabi ki.
Ellerim
yoruldu. Daha yazmak isterdim ama duracağım. Bu yazıyı da direkt olarak blog’da
paylaşacağım. Paylaştıktan sonra okuyacağım. Bütün hatalarıyla senin bu yazı,
bütün hatalarımla.
Kendine
iyi davran.
Seni
özleyen, kazandibi.
Cevaben 1
YanıtlaSilYaziyorum bugun. Telefonum kisa kisa yazdigim notlarla dolu. Yillar oncesinden kalan artik hatirlamadigim ya da nasil hissettirdigini hic unutamadigim anilarla. Belki biraz icimi dokmus olurum diye baslayip yarim biraktigim cumle parcalariyla. Benim suslu kelimelerim sairane benzetmelerim incillere tevratlara atiflarim hic olmadi. Zaten kendimi de hic anlatamadim. Belki bu yuzden belki istemedigimden. Kendimi kendime sakladim. Desicek cok buyuk yaralarim yok benim. Cok buyuk acilar yasamadim.
Kucuk hatta degersiz bile sayilabilcekler seyler incitti beni. Kapatti. Bir yarik yerine bir cok kagit kesigi. (Denedim ama olmadi sanki neyse dumduz yazmaya donuyorum ben) Ne oldu kim gecti uzerinden? desen cevap veremem. Evet noktalama isaretleri konusunda da pek iyi sayilmam. Cok garip. Ygs de turkcem hep 39 40 netti. Unutmusum demekki. Ne anlatiyorum acaba su an? Ya da kime anlatiyorum? Bilmiyorum. Ama beni kiskirtiyosun. Kendimi tutup sana yazmiyrum. Cin cin fikirlerim var. Cep seytani demisti biri bana. Hakli. Kedinin fareyle oynadigi gibi oynayasim geliyo senle. Sen duygularini actikca egom bi heycanlaniyo. Seytan fikirler fisildiyo kulagima solumdan (?) Amel melekleri. Asiri random kelime cagrisimi. Solumdan degilse bile icimdeki seytan onune gelenin duygularinin safligiyla doymak istiyo. Kotu kalpli fikirler. Cennetlik olmasam ama cehennemde de yanmasami sen cok yanlis anladin. Araf maraf bilmiyorum ben. Hicbir seyi goze almisligim da yok zaten. Dedim ya korkuyorum ben bircok seyden. Cennetlik degilim cunku kotu seyler yapiyorum. Onlarin tanrisina gore ben gunahkarin tekiyim. Hic baslamayayim bile saymaya. Gray area. Umdugum sey sadece iyi bi insan olmak. Belki cennete gidecek kadar dort dortluk degil ama cehennemde de atese verilmeyecek kadar zararsiz. Ne yapiyorsam kendime yapiyorum zaten. Zararim kendime. Zihnime ve vucuduma. Bazen de gulusume. Unutuyorum bazen yuzumun nasil bir halde oldugunu. Bos bakiyorum ya da nefret dolu bakislar saciyorum. Istemeden oluyo. Ben oyle biri degilim. Icim renkli benim. Ha bu arada cok haklisin. Karsilastirilmayi sevmem. Not cool bro not cool. Dagittim yine konuyu pardon. Senle oynamak istemiyorum. Ki severim erkeklerle oynamayi abuk subuk keyfimin kahyasini eylemeyi ama seni av yapmicam. Bir sucun yok. Haketmiyorsun. Yanlis anlama egoist bi soylem degil bu tam tersi altruistic hatta. Kismen de benligimi kaybetmek istemedigim icin. Kotu bi insan olamam. Bugun zordu benim icin. Ofiste bi bloguna bakiyim dedim aklima esti. O sirada program durdu ben de kim bilir kac sayfa olan yazini okudum. Ha bu arada 3336. Nefret ettim kendimden. Bir oyle bir boyle davranip senin kafani karistiran bendim. Cekincegini bile bile sana dokunan da. Kendimi savunamam zaten. Sonra gecen birini aramistim su okul mevzusunu paylasmak icin. Donmemisti. Bugun story ardina story gordum. Allahtan kiz cirkin de kiskanmiyorum. Hos zaten ben kiskanmam. 24 saat icinde bir insanin tavri tamamen degisir mi? Degisir. Benim de degisti ya. Yargilayamiyorum da. Ben ne boksam o da ayni bok. Beni belki biraz tanirsin icimi gorursun diye su attigim yaziyi sana desifre edesim var. Ama o zaman karisik cumleler kurmanin bi anlami kalmiyo. Hoş. O kadar da karisik degil zaten. Seninkilerden daha anlasilir. Cumle ne diyorsa o genellikle. Cok dusunme bu arada kime yazdim bilmiyorum onu. Birini dusunerek yazmadim zaten. Kendimi dusundum sadece. Ne hissediyorsam o. Seytan beni yine bi durterse belki varmiyimyokmuyuma anonim atarim. Anlarsin zaten kim yazdi. Ama ne dusundugumu anlayabilcegini sanmiyorum. Ben anlasam daha kolay olcak zaten hayatim. Cumlelerim devrik, r lerim fok, noktalama yok. Telefonda yazmak da beceriksizligime bahane oluyo. Seni gordum galiba. Kafani cevirdin. Neden? Dusman bellememistim ki ben seni. Gelir selam da verirdim. Ordan sevimsizin teki gibi mi gorunuyorum. Neyse. Hollandadaki bi okul kabul etmemis digeri de etmez heralde. Uzuldum. Hollanda iyi fikirdi. Yesillenirdim ben de. Ama ben agliyorum. En son ne zaman ictim acaba? Budapestedeydi sanirim. Pragdayken almistik budapestede de nasip olmustu. Nasip masip iyiyim gene. Kafam dagildi. Ubi pantolonumun ustunde yatiyor. Odami toplamam lazim. Kafamdan daha daginik. Duvarindaki yazi bi badanaya bakar. Pasta cila. Arabamin aynasi kirildi bi orospu cocugu yuzunden. Amik herifi yol verdi sandim practically duruyodu sonra deli gibi hizlandi mavisime carpti. Aynamin bi parcasi kirik. Neyseki dikiz aynam var da makyaj yapabiliyorum. Ne alaka aq?
SilSalak salak seyler soylemeye baslamisken deli misin cocuum tam benlik laf. Peaceful pianoyu kitap okurken dinliyorum. Roman degil de mimari kitap falan. Onun disinda spotify surekli acik zaten bazen kulaklik kulagimda olmuyo bile. Ankarayla bozusuruz. Solak misin sen? Neden sol elin agriyo? Sag elinin agrimasindan daha mi edebi bi soylem? Yoksa sag sol ugursuz bilmem ne oyle bi gonderme mi var? Anlamadim. Merveyle haze e gitmedik bi de yanlis anlamissin. Got kadar ankarada mekanlari insanlarla ozdeslestirirsen yasayamazsin sacmalama. Salak sacma da konusma olmek molmek cenaze falan. Mal misin? Kanser hucresi de sensin ayrica! Yavas yavas oldurmekmis. Sigaraya da baslayasin varmis, beni suclama. Yumusak yumusak baslayip ne ara neden sana kizmaya basladim bilmiyorum. Sinirliyim biraz. Ozelinde sana degil. Herkese. Sikildim birakiyorum yazmayi. Kelimelerimi saymayacagim. Ne zaman ay cok uzun oldu desem bakiyorum 3 kelime oluyo. Neyse.
Sil-fok parcasi (10.03.20)
Not: senin ahini almamak lazimmis eve tikildik
Not II: yazina yorum atmisim varsay beceremedim max. 4000 karaktermis