29 Şubat 2020 Cumartesi

Parmak Sancıları


Evet. Şimdi karşındayım. Bu sefer abartılı imgeler, epik göndermeler yok. Sadece ben, zihnimdeki sen ve elimin altındaki kelimeler var.

Aklıma daha öncesinde gelmiş herhangi bir fikir de yok. Güzel bir mizansen, bir düzen, bir oda, karadelik… Hiç biri. Bir karadelik var elbette, aramızdaki karadelik: Her geçen gün senin ve benim sessizliğimden, birbirimize iliştirebileceğimiz kelimeler ve ses öbeklerinin yokluğundan beslenen muazzam bir karadelik.
Yine blogda paylaşacağım elbette. Çünkü bu bir ibadet benim için. Fakat sosyal medyada paylaşmak yok, sen gör diye. Belki birgün, bir an, kim bilir nerede ve kiminleyken, kim bilir kime ve nasıl saklarken kendini, varlığım gıdıklar benliğini. Böylece açıp bakasın gelir bana dair bir şeylere. Açıp bakasın gelir “koleksiyon”larımı sergilediğim küçük kusma tasıma ve görürsün olup biteni.
Az önce Tüzün çekti gitti. Şu an Haze’deyim. Müzelerimden birisi. Daha önce Seher’le de gelmiştim buraya, tıpkı senin Merve ile gelmen gibi. İyi ki Kerem değiştirmiş bir şeyleri, düzenini, duvarlarındaki renkleri tabloları… Yoksa daha çekilmez olurdu her şey. O zaman her şey yerindeymiş ama sadece sen değilmişsin gibi olurdu. Daha katlanılmaz. Bundan sonra hoşlandığım kadınları her zaman takıldığım yerlere getirme konusunu iki kere düşünmeliyim.
Gerçi sen evime girdin. Odama. Evet.
O evi temizlerken, temizlenen yalnızca ev değildi. İçimdeki bütün pislikleri de arındırdım. Korkuları. Köşe bucak. Bütün saklı toz bulutları çıktı kanepelerin altından, kitaplıkların arkasından, kitapların arasından. Evime girmedin, içime girdin. Yanı başımda durdun. Bütün karanlığıma ve pisliğime şahit oldun.
Sonra akşamında haşladın beni. Bütün pisliğime hakaret ettin. Acaba düşündün mü bu çocuk neden bu kadar darlandı. O kadar darlandı ki bu çocuk, bana darlandığını söyledi ve durmamı istedi, diye? Sanmıyorum. Çünkü hakaret ettiğin tek şey ev değildi orada. Bana da hakaret ettin, bütün karanlıklarıma, bütün pisliklerime. Ama sorun değildi.
Aydınlık, temiz kısımlarımı gör istedim. O yüzden temizledim evi. Günlerdir bunun hayaliyle yatıp kalkıyorum. Uykusuzluklarıma çare olacağını umuyordum. Yanıma uzanıp, sana bakarak uyuya kalmayı, vücudumdaki bilinmezlikleri seninle keşfetmeyi hayal ediyorum. Uyandığımda o güzel yüzünü görmeyi, nefeslerimizin aynı yorgan altında karışmasını hayal ediyorum. Ve bu yüzden uyuyamıyorum. Günlerdir doğru düzgün uyuyamıyorum.
Hani uyandığında bir an vardır, o anki her şeyi unutmuş olduğun andır. Hiçbir derdin yokmuş gibi. Ne ailevi, ne arkadaşsal, ne de kadın… Hiçbir şey. O an çok mutlusundur. O an dünyanın en keyif pezevengi, en dertsiz, en kirlenmemiş insanısındır. Dionysos’tan farksız. Sonra bütün sıkıntılar hücum eder üzerine, seni yatağa gömer iyice, yastıkta kendi kendini boğasın gelir ya… Evet.
Dün gece büyük ihtimalle ileride pişman olacağım bir değişiklik yaptım odamda. Bana yazdığın(?) yazıyı duvara yazdım. Balkon kapısı ile Habil ile Kabil tablosunun arasındaki o boş duvara. Kirli sepetim ve valizimin hemen üstüne. Ne kadar ilginç bir tesadüf bütün bu itemlerin arasına sıkıştırmam senin yazdığın yazıyı. Bana yazmış olduğunu umduğum yazıyı.
Yazı zaten favorilerimde ekli whatsapp’ta. Kendime mail attım çünkü şarjım azdı. Yazıyı bilgisayarda açtım. Elime tahta kalemini aldım. Başladım yazmaya. Kelime kelime, defalarca. Yanlış yazdığım bazı şeyler oldu, üzerini karaladım. Bu daha doğal bir hale bürüdü bu eseri. “Cennete gitmesin ama cehennemde yanmasın” kısmını büyük harflerle yazdım. Sanatçının dokunuşu olsun bu da. Senin bana dokunuşun, benim de eserine dokunuşum, ama sana hiç dokunamayaşım, ya da dokunamayacağım gerçeği.
Neden konuşmuyorsun hiç anlayamıyorum. Bazı tahminlerim var, seni korkutmuş olmam gibi. Ama ben bütün kartlarımı açık oynadım. Bilmiyorum dedim sana, hiçbir şey bilmediğimi söyledim. Yalnızca öğretmeni istedim. Öğret bana, bana seni doyurmayı, kendimi doyurmayı, yine acıkmayı, ama yalnızca sana.
Birinci haftada tanıdım seni. Birinci haftada nasıl bir kadın olduğunu anladım. Kendi deyiminle korkak bir kadın olduğunu da anladım. Bir önceki kadında söz vermiştim kendime, kurtarıcı değilsin sen demiştim. Düzeltilmesi çok zor bir sorun varsa ortada, siper etme kendini, hırpalama demiştim. Etrafta da bu kararımın artistliğini dahi yapmıştım.
Ama işte, yine buradayım, sana yazıyorum. Engel olamıyorum kendime. O kadar güzelsin ki. Ve evet, fiziksel olarak da güzelsin ama beni etkileyen o değil! Beni etkileyen hafifliğin, narinliğin, arkasında saklandığın…
Dün bir kadın paylaştım instagram story’lerinde. Çilli bir kadın. Güzel bir kadın. Yakın arkadaşlarımdan ibrahim mesaj attı sonra, “yengemiz bu mu” diye. Hayır dedim, o  çok daha güzel.
Odamda, senin sanat eserinden başka birinin daha sanat eseri var. Yine bir kadının. Üzdüğüm bir kadının. Bazen bu bütün olan bitenler üzdüğüm kadınların karması gibi geliyor bana, bu yüzden haklı buluyorum çekeceğim her bir acıyı, akıtamadığım her bir göz yaşının gözümde yarattığı sancıyı.
O bir ressamdı. En azından ressam ruhluydu. Ona bir fikir verdim. 5 çizimlik bir mini hikaye. Detaylarını tam hatırlamıyorum, ama hatırladığım kadarıyla şöyleydi: Bir kadın, gök yüzündeki bir ayı gece yarısı kucağına alıyor, onu kucağında sallıyor, sonra uyutup beşiğe koyuyor. Sonra o Ay büyüyor, güneş oluyor. Seher vaktine doğru kadın onu tekrardan gökyüzüne uğurluyor. Sonra bir adam geliyor. Elinde uzun, ince, keskin bir kılıç. Kılıcı Güneş’e saplıyor. Sonra o güneş gittikçe kan kaybediyor, kan kaybederken de batmaya başlıyor. Benliğinden akanlar bulutlara doluyor, gökyüzü kıpkızıl oluyor.
Çok beğendi tabi bu fikri. Ne kadar iyi bir yazar olduğumu, ne kadar güzel hikayeler yazdığımı övüp dururdu, ama bunu ayrıca övdü. Bu hikayeyi ona bağışlamamdan olsa gerek. İnanır mısın bilmiyorum ama, ona hiçbir gönderme yoktu bu hikayenin içinde. En azından ben böyle inandım ona bunu anlatırken.
Sonra çizmiş. Bil bakalım hangisini çizmiş. Evet, adamın güneşin bağrına kılıcı soktuğu kısmı çizmiş. 5. kareyi. Şaşırdım, neden baştan başlamadığını sordum, bilmiyorum dedi.
Sonra o çizimi bastırdım, çerçevelettim, odama astım. Aradan günler geçti, belki haftalar, belki aylar, bilmiyorum. Tahminen dizi izliyordum. O kadınla artık konuşmuyorduk. Çünkü benim için fazla muhafazakar bazı yanları vardı, bunları kaldıramayacağımı düşündüm ve ilişkimi kestim. Mümkün olan en kibar şekilde, bildiğim en kibar yolla yaptım bunu. Ama yine de üzdüm elbette onu. Üzmemek mümkün değil, bunu anlıyorum artık. Bu yüzden suçlamıyorum seni, kızmıyorum sana, belki de sen elinden geleni yaptın.
Dizi izliyordum diyordum, bir anda durdum ve başımı kaldırdım. Tablo karşımda. Aylardır belki de defalarca baktığım, hergün kalktığımda göz göze geldiğim bu tablonun ne demek olduğunu o gün anladım. Resimdeki o adam bendim. Güneş ise onun duygularıydı. Ve ben kılıcımı onun bağrına sapladım.
Bu yüzden, senden bana kalan birkaç şarkıyı duvara asamayacağım için, senden bana kalan yazıyı duvara yazdım. Belki birgün, yine hiçliğin ortasındaki odamda debelenirken, ansızın bana anlatmaya çalıştığın bir şeyi anlarım diye. Ev sahibi çok kızacak, ama sikimde değil. Sigara içip geliyorum.
Evet paket aldım. Aylardır bunu yapmamak için kendimi tutuyordum ama yaptım. Kendini yavaş yavaş zehirlemek fikri hoşuma gidiyor. Yavaş yavaş katranı ciğerlerime çekmek ve bütün hücrelerimin işkence çektiğini hayal etmek, hoşuma gidiyor. Sen de biraz sigara gibi geliyorsun bana yavaş yavaş. Bir kanser hücresi, bütün hücrelerimde yavaşça yayılan, bütün benliğime sakince ele geçiren. Ama buna izin veriyorum. Seni besliyorum. Durmadan whatsapp’a girip konuşmamıza tıklıyorum. Silmek istiyorum bazen o konuşmayı ama kıyamıyorum. Çok güzel fotoğrafların var. Cansız. Hareket etmeyen. Öylece lense doğru bakan.
Kimlerin galerilerinde fotoğrafların var acaba diye düşünmeden edemiyorum kendimi. Bu düşünce bana acı veriyor. Ama bu acıyı kaldıracak gücüm yok şu an. Def ediyorum bu düşünceyi, karadeliğine atıyorum.
Karadelik’in zararlarından birisi ne biliyor musun. Aradaki muhabbeti öldürmekle kalmıyor, sesin de, hareketli görüntülerin de yok oluyor yavaş yavaş. Bunu yapmakla kalmıyor yalnızca. Bir süre sonra anılarıma saldırmaya başlıyor. Defalarca düşünüyorum anılarımızı, defalarca hayal ediyorum. Elimde olmadan her biri yavaş yavaş değişiyor.
Sinemadan çıkışımızı hayal ediyorum mesela. Ne kadar da aptalım diye sövüyorum sonra kendime. Sonradan düşünüyorum, ilk hareketi sen yapmışsın aslında. Elini koluma atmışsın. Sonrasında benim bir şeyler yapmam gerekiyor. Satranç gibi. Ama pat olmuşum ben güzelim. Düşünememişim hiçbir şey. Halbuki kolumu sana ısmarlayabilirdim. Koluma girebilirdin. Kendimi kaybetmezsem sonrasında elini tutabilirdim. Sana sıkı sıkı sarılabilirdim.
Dün gece bunu hayal ettim. Bana sıkı sıkı sarılmanı. Seni sıkı sıkı sarmamı. İkimizin de buna çok ihtiyacı var, biliyorum. Hissediyorum. Sonra başımı dizine koyardım. Belki ağlardım, belki biraz da sen ağlardın. Sonra o kıza yaptığım gibi seni terk de etmezdim. Beraber uyurduk. Göz yaşlarımız biraz da yastığımızı ıslatırdı. Sümüklü burnunu öperdim. Ama senin de söylediğin gibi “bir daha o eve gireceğini sanmıyorum.” Ve bu canımı yakıyor.
Fark ettiğin üzere, olmayan şeylerin de hayalini kuruyorum, olamayacak şeylerin de. Seni arzuluyorum. -sansürlendi- Son iki haftadır senin için giyindim, senin için saçlarımı güzelce topladım, yalnızca senin için. Yada senin gölgen için, bilmiyorum, artık bilmiyorum.
Geçtiğimiz hafta Perşembe günü sanırım, beni son arayışın. Sesini canlı canlı son duyuşum. Batu’ya gittiğini söyledikten sonra içime kurt düştü. Batu’ya güvenmiyorum, biliyorum ki sen de güvenmiyorsun. Ama onun parazit ruhunun sana yapışıp beslenmesine neden izin veriyorsun bilmiyorum. Kızmıyorum da sana, yanlış anlama. Haddime değil. Bunu sana söylemezdim de hiçbir zaman. Sana olan saygımdan, yoksa o herif bir saatli bomba, bunu sen de biliyorsun. “Batu’ya laf söyletmem” dedin, bunları okursan bana kızacaksın, lütfen kızma. Ya da kız. Kızmana bile razıyım bana artık, yeterki bana kız.
Telefonu kapattıktan sonra kalakaldım odada. Madmen oynadı durdu kendi kendine. Kendisine durmadan acıyan bir reklam adamının hayatı, tıpkı benim gibi belki de. Ne kadar süre sonra bilmiyorum, kapattım sonunda. Sonra yatağa girdim. Ağlayasım geldi. Ne kadar uzun süredir ağlamadığımı bilmiyorum, çok uzun zaman önceydi. Ağlamaya başladım. Durmadan ağladım. Ağlarken çok güzel uyunabiliyor ama özellikle uyumadım, bekledim. Bir saat, iki saat, üç saat, Batu’dan çıkınca belki beni ararsın diye bekledim. Ararsın ve sesimin haline şahit olursun. Diyaloglar yazdım sonra kafamda, onlarcasından bir tanesi.
G: Neden sesin böyle? Bir şey mi oldu?
B: Bilmiyorum, önemi yok. İyi hissetmiyorum.
G: Anlatsana ya.
B: Önemi yok. Sadece sesini duymak istiyorum. Ninni gibi. Sesini duyarken uyuya kalmak istiyorum.
G: Gelmemi ister misin?
B: İsterim.
Sonra yanıma geldiğini hayal ettim. Kapıyı açışım, bana bakışın, kapının eşiğinde bana sarılışın. Elinden tutuşum, odaya girişimiz, yatağa oturmamız, sana sarılmam, ağlamam… Sonra gecenin bir vakti uyandığımı hayal ettim, sen karşındasın. Telefonunu eline alıyorum, normalde asla yapmam ama bunu yapmamın sebebi annenin merak etmiş olma ihtimali, ya da babanın. Telefonunun şifresini biliyorum, 3336 ya da 3633, gökçenay’da olduğunu, onun canının sıkkın olduğunu o yüzden onunla kaldığını söylüyorum, sonra telefonu yerine koyuyorum, yanına uzanıyorum. Seni izliyorum. Seni izliyorum. Seni izliyorum, ta ki uyuyana kadar.
Bu yazdıklarım creepy geliyor olabilir. Bence de öyle biraz. Ama inan bana, benim tek farkım hayallerimi ve kafamda geçenleri dışa vurmam. Bunu yapmaya cesaretimin olması. Herkes düşünüyor böyle şeyleri, herkes hayal ediyor, vakti olan herkes. Ya da vakit yaratan.
Hala Haze’deyim. Birkaç gündür buraya geliyorum. Güzel bir haberim var, Meymun’u bitirdim, gözümüz aydın. Bitirdikten sonra okuyacağım kitabın belli olduğunu söylemiştim sana, sormadın. Sorsan belki hoşuna giderdi cevabım: Koleksiyoncu. Oku demiştin bana. Tanrı’nın Muhammed’e ilk emri gibi. Ben de Muhammed’in aksine naz yapmadım, direkt okurum dedim. Ve okudum da.
Okurken çok değişik şeyler hissettim. Kendimi Cariban’ın yerine koydum. Neden okumamı istediğini merak ettim. Sergideyken sana “İnsanların sanat eserlerini satın alıp evinde saklamaları fikri hoşuma gitmiyor pek, herkesin yararlanabileceği bir güzelliği evlerine hapsetmişler gibi geliyor” demiştim, sen de bana “Koleksiyoncu’yu okudun mu?” demiştin. Sadece bunu dememle mi aklına geldi bu, yoksa beni Cariban’a mı benzettin bilmiyorum. Büyük ihtimalle Cariban’a benzetmedin.
Ama ben kendimi ona benzettim. Ve bu biraz korkutucuydu.
Dışarıdan baktım kendime. Daha önce de düşünmüştüm bunu, sanki bazen sadece yazabilmek için kadınları kovalıyorum gibi geliyor bana. İçgüdüsel olarak özellikle mutlu sona ulaşamayacağım kadınları buluyor, kendimi bile isteye üzüyor ve sonrasında da onları yazıyormuşum gibi geliyor. Bir şairin dediği gibi “Senaryo gereği doğmuşum.”
Bu şiir de bana bir kadından kalma.
Kelebek koleksiyonu yapan iğrenç bir adam mıyım ben de yoksa?
Ama büyük ihtimal senin de fark etmediğin bir durum var ortada, Miranda değil oradaki tutsak. Cariban. Miranda değil efendi, Cariban. Bir de bu şekilde bakmasını öneriyorum, senin ve herkesin. Cariban, gariban…
Haze’de oturuyorum, yazmaktan sol elim ağrımaya başladı. Parmaklarımı hareket ettirmekte zorlanıyor gibiyim. Ama yazmaya devam edeceğim. Kapıdan senin girdiğini hayal ettim son günlerde. Ansızın gelmeni. Arada sırf bu hayal acaba gerçek olur mu, ve gerçek olursa etkisi daha güzel olur diye, gözlerimi kapatıyorum otururken. Kulağımda elbette kulaklık var, Haze’nin boktan müziklerini duymak istemiyorum.
Gözlerimi kapattığımda, senin Haze’nin önüne gelişini hayal ediyorum. Öyle bir geliş ki bu, iradenle planladığın bir eylem değil gibi, daha çok bilinçaltının eylemi. Başka bir şey için gelmişsin Bahçelievler’e, ama ayakların seni buraya sürüklemiş, sen de karşı koymamışsın.
Sonra camın önünde duruyorsun. Beni görüyorsun, koltukta otururken. Gözlerim kapalı, başım yukarıya doğru bakıyor. Kapıdan içeri giriyorsun, yavaş adımlarla önüme geliyorsun, dikiliyorsun. Gözlerimi açmamı bekliyorsun. Gözlerimi açıyorum, karşımda sen varsın. Şaşırıyorum, sonra hafifçe gülümsüyorum, dudaklarım titriyor, gözlerim doluyor. Yansımam gibi, aynı şeyler sana da oluyor. Ayağa kalkmak istiyorum ama yapamıyorum, sen bunu anlıyorsun, sen beni anlıyorsun, düşünmesi bile…
Yanıma oturuyorsun. Ellerimi tutuyorsun. Sonra ellerini alıyorum, nazikçe öpüyorum. Bileğini hafiften sıyırıyorum, oradaki jilet izlerini okşuyorum, öpüyorum. Öperken kokunu içime çekiyorum. Kalbim atıyor. Ellerini kalbimin üzerine götürüyorum. Bir şey dememe gerek yok, senin için kafesi yırtıp çıkacakmış gibi attıklarını biliyorsun. Sonra sarılıyorum sana. Sımsıkı.
Spotify’ı kontrol ettim. Hayatta olduğuna dair tek delil bu elimdeki. Dinlediğin şarkılar. Merak ediyorum acaba senin de gözün ilişiyor mu pencerenin sağ üst köşesine, bakıyor musun bu çocuk ne dinliyor diye, kulaklarını ne dolduruyor benim sesimden başka? Bir kere yaptığını biliyorum, fotoğrafını çekip yollamıştın. Neden acaba. Bilmiyorum.
32 dakika önce Sufi Ellman’dan Bliss’i dinlemişsin. Acaba 32 dakikadır ne yapıyorsun merak ediyorum.
Seher yapmıştı bir keresinde, haber vermeden ansızın Haze’ye gelmişti. Gözlerime inanamamıştım. Rüyada falan sandım kendimi. İnanılmaz bir andı. Saat 7 gibiydi, hava kararmıştı. İşemeye geldiğini söylemişti ama bu tabi ki yalandı. Başka yer mi kalmadı. Evine giden durak da tam tersi istikamette. Beni görmeye gelmişti, biliyorum. Çok güzel bir histi. Sonra Tüzünle dini muhabbete daldılar. Sadece onları dinledim. Arada bana dönüp sıkılıp sıkılmadığımı sordu, bu  da beni mutlu etti. O yanımdayken sıkılmak mümkün değildi. Ama geri kalanı gerçekleşmedi tabi ki. Geldi, konuştular, onu evine bıraktım Taha’nın arabasıyla. Çok komik bir an yaşanmıştı vedalaşırken. Kısa bir sessizlik oldu, “Oldu o zaman” dedi o. Sonra bana doğru eğildi. (Yazarken gülüyorum) Ben panik oldum. Hızlı bir şekilde öne doğru davrandım bir anda. Emniyet kemeri tuttu beni. Sonra bir daha davrandım, yine tuttu. Rezil bir andı. Ama tatlıydı.
Seninle de böyle rezillikler yaşamak isterdim. Yaşadık da. O rezilliklerin tatlı birer anıya dönüşmesini, sonra dost meclislerinde birbirimizle dalga geçerek bu anıları anlatışımızı, sonra sevgi dolup dudaklarımıza ufak birer buse konduruşumuzu…
Ama bunların hiçbir gerçekleşmeyecek biliyorum.
Sağ çaprazımda turuncu bir kız var. Tahminen 2binli. Görmediğimi sanıyor ama arada dönüp bana bakıyor. Önemsiz bir detay.
Seher senden önceki kadındı hayatıma giren. Ama bunu sigara içtikten ve işedikten sonra yazacağım. Belki de yazmam, vazgeçerim.
Tuvalete girdikten sonra kapıyı kitlemek bazen kabalık gibi geliyor bana. Kapının hemen arkasındaki insanı sinirlendiren bir eylemmiş gibi geliyor. Çaprazımdaki kız kalkıyor. Gereksiz detay.
Seni çok özlüyorum. Şu an yazdıklarım da buna delil niteliğinde, bunun bir deklaresi. Sana olan özlemim içimi sevgiyle dolduruyor. Herkese sarılmak istiyorum. Geçen Mustafa’ya sarıldım mesela. Duygu dolu bir andı.
Mustafa gidecek. Kesinleşti. Belgelerini topladı. Siktiğimin yurt dışı, etrafımdaki herkesi benden sırayla koparıyor. Sen de gideceksin. Korona virüsü iyi mi acaba diye düşündürüyor bu beni. Avrupada çok yayılırsa belki gitmekten vazgeçersin. Tabi bu benim faydama bir şey mi bilmiyorum. Canice bir düşünce, but still…
Mustafa gittiğinde yanımda olmanı isterdim. Beni sakinleştirmeni. O gün yalnız kalmak istiyorum aslında. Taha yakınıp duruyor, “çok sakinsiniz oğlum adam gidiyor” diyor. Evet, sakin duruyorum. Sakin değilim. Bazı negatif hisleri, gerçekleşecekleri kesin olsa bile erteleyebilmeyi öğredim. Ya da o hisleri oyalamayı. Ancak bu şekilde sağ çıkabiliyorum günlerden.
O gün yalnız olmak istiyorum ama sen bir istisnasın. Çünkü o güne dek bazı taraflarımızın “bir” olacağını hayal ediyorum. Yani senin yanımda olman, yalnızlığıma engel olmayacak. Ama görünüşe göre olmayacaksın. Ve ben tek başıma olacağım. Yalnız, yapayalnız, bir başıma.
Bugün kaçmak istedim. Anneme yazdım, Çandarlı’ya gitmek istediğimi, beni yalvartmamasını, sadece tamam demesini istedim. Ama elbette bu olmadı. Yalvarttı ve tamam demedi. Murat abinin ailesinin yazlığı orası. Annem her yaz yalvarır gidelim diye, ben de hayır derim. Bu yaz bir istisna oldu. Annemin buna ihtiyacı vardı çünkü. Gittiğimde onlarla pek takılmadım ama olsun, en azından gittim. Terasta bir oda var. O oda denizi görüyor. Geceleri çok güzel oluyor. Çünkü deniz görünmüyor, yalnızca karanlık. Karadeliği izlemek gibi. Yeterince uzun süre bakınca, karanlık görüşünü ele geçirmeye başlıyor, odaya doluyor, açık gözlerle hiçbir şey göremez hale geliyorsun.
Bunu engelleyen tek şeyse, karşı kıyıdaki rüzgar güllerinin tepesindeki kırmızı uyarı ışıkları. Helikopterler ya da hava araçları çarpmasın diye oradalar. Ama bana farklı şeyler hissediyorlar. Sanki dünyanın sonu orasıymış da, onlar da sınırdaki robotlar gibi. Ötesine geçmemize izin vermeyen robotlar. Oraya yüzesim geldi defalarca. Ama cesaret edemedim.
Anamurda adaya yüzmeye cesaret etmiştim halbuki. Anamur…
Keşke ruhunu söküp çıkarsam da bedeninden, beraber o ana gidebilsek. Yemin ederim ki dünyanın en güzel filmi, en iyi yazılmış senaryosu. Parasite gibi hem yabancı en iyi film oskarını hem de en iyi film oskarını alabilecek cinsten. Birbirimize sarmaş dolaşken izleyebilsek keşke o birkaç günü. Ama bu mümkün değil.
Neyse, bir haftalığına ya da bilmiyorum daha kıza ya daha uzunluğuna (çünkü ben oradayken senin yazdığını ve buluşmak istediğini hayal ettim, böyle bir şey olsaydı apartopar yanına gelirdim) kalacaktım. Sadece ben ve beyaz word dosyası. Yazacaktım, durmadan. Ne yazmak istiyorsam, ne yazamamak istiyorsam, her şeyi. Belki orada ölürdüm de kim bilir. Her şey sona ererdi. Mezarıma gelir miydin acaba, bilmiyorum.
İyice ruh hastası gibi gözükmeye başladı bu yazı. Ama şunu bil ki, bu tarz yazıları ruh hastalığım nüksettiğinde yazıyorum yalnızca. Normalde böyle bir insan değilim. Cioran gibi, o da böyle olduğu anlarda yazarmış yalnızca. İnsanlar onu hep yazdıkları ile karıştırıyorlar bu yüzden. Halbuki hayat dolu bir yandan. Ben de öyleyim. Hayat doluyum. İğrenç, katranımsı hayat içimde geçiyor, ağzımdan taşıyor, parmak uçlarımdan akıyor…
Sol elim iyice ağrımaya başladı. Masturbasyon gibi. Spotify’ı kontrol ettim, hayattasın. Square of life dinliyorsun. İyi dinlemeler.
Seherle ortak yanların.
Sanırım bunu yazmamalıyım aslında, olur da bir mucize gerçekleşir ve okuyacak olursan, bu seni sinirlendirebilir: başka bir kadınla karşılaştırmak seni. Ama bu şekilde bakma buna. Ne şekilde bak bilmiyorum ama bu şekilde bakma. Başlıyoruz:
1- İkiniz de Turuncusunuz.
2- İkinizin de çilleri var.
3- İkiniz de güzelsiniz.
Güzelsiniz derken bir anektod ekleyeceğim buraya. Hoşuma giden ve hoşuna gideceğini düşündüğüm bir anektod. Yiğit ile buluşmuştuk, bahsetmiştim sana, orospu çocuğu faruğun yenimahalle tayfasından birisi, oradan kalan tek kişi bana. Hortkuluk. Senden bahsettim elbette. Görmek istedi. İnstagramından gösterdim seni. “Kardeşim uzun süredir eş dost ‘bir karı var’ diye birilerini gösteriyordu ama bu kadar güzelini gösteren olmadı, tebrik ediyorum seni” dedi. Güldük. Hoşuma gitti. Sonra da dilendi tabi, yok mu arkadaşı falan filan. Henüz tanımıyorum arkadaşlarını dedim. Henüz seni bile tanımıyorum. Kendimi bile tanımıyorum. Lanet olsun. Lanet olsun…
Geçenlerde dua ettim biliyor musun. En son en zaman dua ettim hatırlamıyorum. Tanrıma yalvardım, yakardım. Gözlerimi sıkı sıkı kapattım, seni hayal ettim. Eğer oradaysan, dedim, eğer oradaysan onun kalbine sabır ver, merhabet ver, şefkat ver, bunlar olmadığından değil elbette ama bunları bana yöneltecek gücü ve kuvveti ver ona dedim. Bana bir şans vermesini sağla dedim. Bana ve kendisine. Korkularını yenmesine.
Ben göze aldım. Her şeyi. Ağustos ayındaki muhtemel gidişini bile göze aldım. O an sana ne diyeceğimi bile düşündüm. Seni rahat bırakacaktım. Kafesime sokmayacaktım. İstediğini yap diyecektim. Ben buradayım, ne dersen yaparım. Git dersen giderim, kal dersen kalırım. Sabrederim, yapabilirsem yanına gelirim. O libidosuz herif gibi seni yatakta bir başına da bırakmam. Ne istersen.
Bilmiyorum Tanrı duydu mu beni, sanmıyorum. Çaresizim ama. Çaresizliğin sondan bir önceki raddesi olabilir bu, varlığından emin olmadığın Tanrı’ya yakarmak. Ama bunu da yaptım. Senin için. Bizim için.
4- İkiniz de bana adımla hitap edemiyorsunuz.
Bu çok ilginç mesela. Seher bunu açıktan söylediğinde bunu sikime takmamıştım. He diyip geçmiştim. Ama senin de bunu yapman, bir pattern yaratıyor. Üst üste gerçekleşmesi o kadar ilginç ki bunların. Anlayamıyorum ama neden? Neden hitap edemiyorsunuz. Bana bir isim vermekten mi korkuyorsun? Adımı zikretmekten? Yazındaki bir satırı hatırlattı bu bana. Belki de anlamı budur. Haze’deki Ayşe’ye sordum bu meseleyi. Tatmin etmeyecek bazı cevaplar verdi bana. Uzun uzun yazmayacağım ama özetle “farklı bir insansın, karşındaki de kendisinin farklı olduğunu göstermek için böyle bir şey yapmış olabilir” dedi. Saçma. Senin buna ihtiyacın yok, sen zaten farklı bir insansın yeterince.
5- İkinizin de hayatında ne olduğu belirsiz bir Batu figürü var.
Şimdi bu noktada, benimle Tüzün’ün pulp fiction dediği bok giriyor devreye, boktan kurgu. Yani üst üste iki kadın, ve bazı benzerlikler yeterince yeterli değilmiş gibi, üzerine iki tane de Batu? Daşşak geçmek değil de nedir bu, bilmiyorum. İnanılmaz. Gerçekten inanılmaz.
Batu demişken, inanmazsın ama ben Batu’yu ve onun eski(?) sevgilisini Haze’de gördüm. Eski sevgilisi de turuncumsu birisi. Geçenlerde, bu detay hoşuna gitmeyecek ama, onu stalkladım. Ve profilinde o kızla resmi vardı. Kızın soyadı Ateş sanırım. Sonra dedim ki hasiktir, ben bu kızı da, Batu’yu da gördüm ve sarmaş dolaşlardı. Senle konuşmaya başlamadan çok önce oldu tabi ki bunlar. Seherden sonraydı ama. Hayatımı hayatıma giren kadınlara göre takvimlendirmem gerçekten çok saçma. Ama saçma olan ben değilim, insanoğlu, adem dölü.
6- Murakami’yi sevmeniz.
Odama ilk girdiğinde, kitaplığa ilk baktığında, dikkatini ilk çeken şey Murakami’nin 1Q84’ü oldu. KAFAYI YİYECEĞİM. Bil bakalım o kitabı kim önerdi bana. EVET, SEHER! O önerdi ve okudum. Tıpkı senin bana Koleksiyoncu’yu önermen ve okumam gibi. Yani benim kelimelerim tükendi artık bu konuda sen bir şey söyle, doğal mı bu kadar benzerlik? Bir senaryoda değilim de neredeyim sen söyle? Bir şey söyle. Çok özlüyorum seni…
Geçen - sansürlendi- Taha’ya döndüm, - sansürlendi- bana bakıyor. Dedim ki “O’nu çok özlüyorum. Yazmak istiyorum şu an.” Yapma dedi. İyi de yapmış. Sonra telefonumu ona vermemi istedi. Yok dedim, yazmayacağım merak etme ama bir not yazacağım telefonuma. Notu açayım bir dakika, aynen aktaracağım.
Telefonu açmışken tabi ki ritüelimi gerçekleştirdim. Whatsapp’ına baktım, sonra da bir şey paylaşmış mısın diye instagram’a baktım. Geçen hafta Cumartesi bana bütün gün yazmayıp, story paylaşmana bozulmuştum baya. Ertesi gün de o gün ne yaptığını sorduğumda özne kullanmadan gününü özetlemen, beni iyice kırdı. “Gittik, içtik, gezdik” Özellikle mi yaptın? Büyük ihtimalle. Kim o “k”? Of, of ki ne of. Ne yapıyorum ben? Bu yazıyı okursan eğer, benden iyice uzaklaşacaksın. Ama yine de yazıyorum. Çünkü yanılmak istiyorum, şaşırmak istiyorum. Şaşırtsan keşke beni.
Telefonumdaki not diyordum, yazıyorum:
“Şu an - sansürlendi-. Ama söyleyeceklerimi - sansürlendi-cesaretinden dolayı söylemiyorum. Gerçekten böyle hissediyorum. Ve bunu hep hissediyorum. Sadece duvarlarım transaparanlaştı. Yani anla ki, söyleyeceklerim yalnızca camı aşan ışıklar, hakikatin tamamı değil:
Seni çok özlüyorum.”
Bunu sana uygun bir anda, yüz yüze okumayı isterdim. Ama artık böyle bir ihtimal yok gibi.
Sana hayatıma girmiş bazı kadınları anlattım. Ve bana şöyle dedin “Hayatına normal bir kadın girmedi mi be adam?” Bunu söylerken kendini de bu kümeye dahil ettin mi yoksa etmedin mi anlayamadım. Ama bil ki sen de bu garip kadınlardan birisin. Garipsin. Herkes biraz garip ama sen ve ben ve bizim gibiler biraz daha garibiz. Çünkü garipliğimizi dışarı saçabilecek kadar bir deli cesaretimiz ve dengesizliğimiz var. Bu güzel bir şey. Sen güzel bir şeysin.
Bir şey yazacaktım, unuttum. Birkaç dakika düşüneyim.
Hatırladım. Yine bir hayalimden bahsedeceğim.
Eğer o amınakoduğumunpazargününden sonra tekrar buluşsaydık sayın amınakoduğum, yapmak istediğim bir şey vardı. Yukarıdaki küfürleri sinirlendiğimden yazdım. Hoşuna gitmez diye silesim geldi ama hayır. Burada yazılan burada kalacak. Silmek yok. Kutsal lahite kazılmış kutsal harfler gibi. Dönüş yok.
Sen her zamanki gibi “napıyosun” diyecektin. Hah bu arada.
7- İkiniz de buluşmak istediğinizde “napıyosun” diye yazıyorsunuz.
Napıyosun diye soracaktın, sonra ben de diyecektim, seni bekliyorum ehehe. Hayır böyle diyemezdim tabi ki “bahçelideyim, buluşmak istiyorsan boşum” diyecektim. Sonra sen yoldayken, seni defalarca kez uyarmama rağmen, telefonunla uğraşıp ses kaydı atacaktın ve ne yapacağımızı soracaktın. Ben de diyecektim, seni bir müzeye götüreceğim.
Hayal etmiştim ki, havanın karardığı bir vakitte gelecektin, çünkü işten her zamanki gibi geç çıkmıştın. Dolayısıyla şaşıracaktın “nasıl yani? Müzeler kapanır ki bu saatte?” Ben de diyecektim, bu Müze her zaman açık ama sadece davetli olanlara. Mistik mistik laflar. Sen tabi merak edecektin, ya da kıllanacaktın bilmiyorum artık orasını. Ama gelecektin. Diyecektim ki, “belpanın oradaki parktan al direkt beni arabayı park etme.”
Sonra gelecektin, beni alacaktın, yoldayken beni darlayacaktın nereye gidiyoruz diye. Belki de biraz korkacaktın bilmiyorum ama korkutmazdım seni. Bunun için öncelikle “Beştepe’ye gidiyoruz” diyecektim. Sonra kesin AKP göndermesi yapardım. Aksaray’a gidiyoruz falan diye. Hatta karamizahımı katıp seni kartalkayaya götürmek isteyen orospuçocuğuna gönderme yapıp “akp ile beraber kaymaya gidiyoruz” da derdim. Yine aklıma geldi piç kurusu. Saraydan aşağı sallandıracaksın bunun gibileri.
Neyse sonra Beştepe’ye gelecektik. Arabayı müsait bir yere park edecektik. Varsa etrafta hatta bir Martı’ya binecektik. Ben önde sen arkada olacaktın. Etrafta Martı’ya binen çiftler görüyorum, imreniyorum. Ama bazen Kadın önce Erkek arkada biniyorlar, o pozisyon hoşuma gitmiyor. Arkamda olup gövdemi sarman düşüncesi daha güzel.
Arabadan inmeden önce “bekle” diyecektim. İnip kapını açacaktım. Sonra elimi uzatıp “Mehmet Burak Balyan’ın Çocukluk Müzesi’ne Hoş Geldiniz” diyecektim. “Davetiye lütfen?” Burada hayal ettiğim yanağımdan öpmen. Ama tabi ki olmazdı böyle bir şey, ama hayal kuruyorum, elleme bana. Sonra yanağımdan öpecektin. Kolumu ısmarlayacaktım sana, koluma girecektin. Sonra sana Müzeyi gezdirecektim. Çocukluğuma inecektik. En hassas noktalarımı görecektin.
Herbir objenin önüne geldiğimizde ne anlatacağımı söylemeyeceğim, çünkü bir umut var içimde hala, çok sönük bir şekilde yalımlarıyla içimi ısıtmaya çalışan. Çok hassas bir yalım. Belki hala bunu yapabiliriz beraber. Bir ihtimal. Ufacık. (whatsabıma bakmam gerekti sorry, devam ediyorum).
Ama bir obje var ki, spoiler vereyim orası da okul, orada çok güzel şeyler hayal ettim. Umarım nasip olur. Zor.
Ama Müze gezisinin sonunda söyleyeceğim şeyi şimdi söylemek istiyorum.
Ben bir avcıyım. Tıpkı senin de öyle olduğun gibi. İkimizin de ihtiyacı olan bir şey var, o da var edilmek. İkimiz de duygularımızdan kaçıyoruz. Onları direkt olarak göstermek istemiyoruz. Benim senden farkım, bu kısmımı düzelmeteye çalışmak. Sana da söyledim bunu. O yüzden sana güzel şeyler söylemeye çalıştım, iltifatlar etmeye çalıştım, her ne kadar beceremesem de. Ben duygularımı sarkazmımın ve karamizahımın altına saklıyorum, ve bana öyle geliyor ki, sen de bedeninin altına saklıyorsun. Ben sana bu konuda yardım etmek istiyorum, elimden geldiğince. Beceremesem bile bazı şeyleri, bu yükün altına seninle girmeni bekliyorum. Senin de benim yükümün altına girmeni.
Benim avlanma şeklimi anlatayım sana. Senin gibi, vahşi kadınları seçiyorum. Kayıp ruhları. Burning filmindeki o kız gibi. Unutulmuş, sevgiden esirgenmiş, rüzgar nereye eserse oraya savrulan kadınları. Sonra sizi, bir şekilde, bir kafese kapatıyorum. Yanımda gezdiriyorum. Sizi evcilleştirmeye çalışmıyorum, aksine sizi iyice vahşileştirmeye çalışıyorum. Yaralarınızı deşiyorum. Anılarınıza iniyorum. Travmalarınızı uyandırıyorum. Bu sırada sizi, benim ormanıma indiriyorum. Daha önceki anılarımda, travmalarımda gezdiriyorum. Bunu yaparken size duygusal olarak iyice bağlanıyorum. Hassas noktalarımı size gösteriyorum. Canımı en güzel şekilde acıtabileceğiniz noktalarımı.
Sonra bir an geliyor. O anın nasıl geldiğini ve ne olduğunu spesifik olarak anlatamam ama bir an geliyor ve ben o anın geldiğini anlıyorum, kafesi açıyorum.
İşte burası, bu mahalle, beştepe, daha önce kimsenin gelmediği, ormanımın en derin, en balta girmemiş noktası. Seni buraya getirdim. Şimdi kafesini açıyorum. Biliyorum, beni parçalayacaksın. Etimi kemireceksin, uzuvlarımı dağlayacaksın. Ama ben bunu seviyorum. Bu acıyı seviyorum. Bu acıya bağımlı gibi bir şeyim. Çünkü vaktinde, bu mahalleden doğan acılarımı yeterince yaşamadım. İçime attım. Şimdiyse buna muhtacım. Acı çekmeye.
Tek amacım bu mu? Hayır. Acı çekeceğim noktaya kadar olacakları ben zaten biliyorum, bunların farkındayım. Bunların hepsi benim senaryom ve sizler de bu senaryonun ikinci başrol kadın oyuncularısınız. Bu senaryonun sonu da belli.
Ama işte, yine de… Şaşırmak istiyorum.
Şaşırmayacağım nokta şu, kafesi açtığımda beni paramparça etmen, sonra da beni terk etmen. Sonrasında kendi kendime, orada gittikçe kan kaybetmem. Yaralarımın onarılmasını beklemem. Kendi kendilerine… Bu hep böyle oldu, bu hep böyle yazıldı.
Şaşıracağım nokta ise şu:
Bir süre sonra, elbette başta kaçıp gidecektin buna şaşırmıyorum, ama bir süre sonra geri gelmen. Beni o iyi ile kötüyü ayırt etme ağacının gölgesinde otururken, yara bere içinde, kan kaybederken görmen. Uzaktan, geniş açıda bana öylece bir bakman. Kim bilir nereye gömülen bakışlarımı fark etmen, o savunmasız, anadan üryan halimi görmen, içimde olup biteni hissetmen. Bana acıman, HAYIR, acımak değil. Nefret ediyorum acılarıma acınmasına, oksimoron gibi değil mi? Acımak değil. Acımak bencilcedir. Vicdan masturbasyonudur. Bana merhamet beslemen, anaçlığından bir tutam şefkat serpiştirmen. Ve yanıma gelmen. Elimi tutman. Yaralarımı yavaşça sarman. Pansuman yapman. Ve yanımda kalman, bir süre daha. En azından Ağustos ayına kadar.
İşte bu son şaşırtırdı beni. Director’s Cut. Extended version. Sigara içeceğim.
Acaba  şu an yarattığın evreni mi tasarlıyorsun, spotify’ın peaciful piano playlisti eşliğinde? Bana bu fikrini açtığında çok heyecanlanmıştım. Sen de fark etmişsindir, hemen bir parçası olmaya çalıştım. Önerilerde bulundum, renk paletleri, artworkler vs. Sense hayır dedin. Beni dışarı ittin. Bu eylemini anlayabiliyorum. Belki senin de bir senaryon var, senin de bir klasik mutsuz sonun. Sen de biliyordun ileride birgün benim artık yanında olmayacağımı, ama benden dolayı, ama senden… Bu yüzden beni dışarı ittin. Benden bir parça orada olsun istemedin. Bunu anlayabiliyorum. Saygı duyuyorum. Ama o evrenin bir parçası olmak isterdim. Senin evreninin. Senin evreninin şeytanı olmak isterdim. O evreni yıkmaya çalışan, bu yıkımı görmene rağmen yok etmediğin, çünkü sevdiğin.
Bayadır Autumn Fall dinliyordum. Şu an değiştirdim. Veridis Quo dinliyorum.
Seherle oturuyorduk Haze’de sonra arkadan bu parça çalmaya başladı. Yavaş yavaş sallanmaya başladı karşımda. Hafif bir raks ediş. Büyüledi beni. Sonra onu izlediğimi fark etti. Şarkı güzelmiş diyebildim yalnızca. Bahsettiğim sorun bu işte, iltifat edememek. Eve gidince sonra, bana bir parça attı. Normalde böyle şeyler yapmaz çünkü attığı parçaları beğenmemiştim, tıpkı senin attığın bazı parçaları beğenmediğim gibi, ve bunu açıkça dile getirmiştim sinirlenmişti, tıpkı senin sinirlendiğin gibi. Sonra da bir daha parça yollamadı, o güne kadar.
Çok sonra anladım ki, bir telefon konuşmamızda, pulp fiction bu ya, arkada o müzik çalıyordu, arkada Daft Punk mı çalıyor dedi, evet dedim. Bunu sorduğu an anladım ki, o gün kafede çalan müzik bu müzikti. Ve beğendiğimi söylediğimde eve gidip bana parçayı attı. Ne ince bir hareket, ne narin. Sonra o teyit etti zaten bu düşüncemi, kafede çalan değil mi? diye. Evet dedim, kafede çalan. Seherle son telefon görüşmemizdi. Sonra bu parçayı playlistime ekledim.
“baban” adlı playlistimde, hayatıma giren kadınlardan kalan parçalar var bir sürü. Bir kadın mezarlığı gibi biri, hortkuluk. Zihnimdeki bu mezarlığa, ansızın shuffle denk gelen bir müzikle gidiveriyorum bazen. Onların mezarı önünde duruyorum, onları anıyorum bu şarkılarla.
Seni o mezarlığa koymak istemiyorum Gözde, hiç ama hiç istemiyorum. Bu yüzden bir kadın bana bir şarkı yolladığında, çok ama çok zor beğeniyorum. Çünkü korkuyorum. Bunu okuyorsan eğer, şu an “deli misin çocuuum” dedin büyük ihtimalle. Evet, belki de deliyim güzelim. Beni sizler delirttiniz. Benim bu yüzüm, sizlerin eseri. Diğer yüzüm ise Tanrıların.
Ama
Işte, senden kalan birkaç parça da bu playlistte yerini aldı. Gözleri Aşka Gülen Sade Söğüt Dalısın(şarkının adı bu değil sanırım), adını hatırlamadığım, kapak fotoğrafında turuncu ışık gölgeleri kalan o parça, Ankara’da Buluşuruz (emin değilim adından), senden bana kalan parçalar. Bunları dinlediğimde, senin de mezarlığına gittiğimi hissediyorum yavaş yavaş.
Bir planım var, bir ara bu parçaları hepsini ayıklayacağım ve ayrı bir playlist oluşturacağım, Kadın Mezarlığı diye. Feministler ayaklanır ileride bunu görürlerse.
14 sayfa olmuş. 4977 kelime ve daha da artıyor. Beraber var ettiğimiz, çocuğumuz, biricik evladımız Karadelik’e atıyorum bu kelimeleri sırayla. Teker teker. Bunu yaparak iyice besliyorum onu, ve sen iyice kayboluyorsun. Sesin silindi anılarımdan. Ama dün gece, mesajlarımızı tekrar okudum yatmadan. Ses kayıtlarını dinledim. R’leri fok balığı gibi söylemeni bile özlemişim, düşün ne kadar özlediğimi seni. Ama yüzün silindi gibi. Fotoğraflar doyurmuyor bu hissi artık. Ve bu Karadelik iyice büyüyor, iyice yutuyor seni. İyice bulandırıyor anılarımızı. Ve ben yalnızca üzülüyorum, yalnızca yazıyorum.
Ama
En azından, bir önceki yazıyı da katarsak 21 sayfa yazdırdın bana. 21 koca sayfa, dile kolay. 21 sayfa boyunca kustum içimdekileri. En azından yazma egzersizi oluyor bana. Neyse ki…
Seni seviyorum, demek isterdim şu an. Ama diyemiyorum. Sevmek ne demek inan bana bilmiyorum. Bir şeyler hissediyorum elbette, yoğun bazı şeyler. Özlem, keder, hüzün, elem… Eğer cahil halkın bu kelimelere verdiği anlam sevmekse, evet, seni seviyorum. Ama biliyorum ki, değil. Seni gözlüyorum diyeceğim sadece. Seni gözdeliyorum. Komik değil, evet.
Bunları daha önce yazmış olabilirim ama, haftasonları son iki haftadır cehennem benim için. Hafta içi de saat 6’dan sonra. O vakte kadar fena değilim yine, bu tabiri sevmezsin ama, normalim. O saatlerden sonra seni gözlemeye başlıyorum. Bir deniz fenerinin ışığını açması gibi, ışığımı açıyorum, uçsuz bucaksız denizde gezdiriyorum, belki, bir umut seni görürüm diye. Ama günlerce görmedim. Bu deniz fenerini, bu adayı terk etmek istemiyorum, ama yoruldum Gözde. Erzağım bitti, gazım bitti, burası geceleri çok soğuk ve bir o kadar da yalnız.
Artık hissediyorum ki, gelmeyeceksin. Bu senin için yazdığım son yazı mı, bilmiyorum. Son yazı olması güzel de olabilir, kötü de. Eğer sen gelirsen, yazmam gerekmeyebilir artık. Sana anlatırım bunları. Sıkıldığını hissetsen bile. Duymasan bile en azından karşında düşünürüm her şeyi. Ya da alışırım yokluğuna, yazmam artık. Bu güzel olmaz tabi ki.
Ellerim yoruldu. Daha yazmak isterdim ama duracağım. Bu yazıyı da direkt olarak blog’da paylaşacağım. Paylaştıktan sonra okuyacağım. Bütün hatalarıyla senin bu yazı, bütün hatalarımla.
Kendine iyi davran.
Seni özleyen, kazandibi.

3 yorum:

  1. Cevaben 1
    Yaziyorum bugun. Telefonum kisa kisa yazdigim notlarla dolu. Yillar oncesinden kalan artik hatirlamadigim ya da nasil hissettirdigini hic unutamadigim anilarla. Belki biraz icimi dokmus olurum diye baslayip yarim biraktigim cumle parcalariyla. Benim suslu kelimelerim sairane benzetmelerim incillere tevratlara atiflarim hic olmadi. Zaten kendimi de hic anlatamadim. Belki bu yuzden belki istemedigimden. Kendimi kendime sakladim. Desicek cok buyuk yaralarim yok benim. Cok buyuk acilar yasamadim.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Kucuk hatta degersiz bile sayilabilcekler seyler incitti beni. Kapatti. Bir yarik yerine bir cok kagit kesigi. (Denedim ama olmadi sanki neyse dumduz yazmaya donuyorum ben) Ne oldu kim gecti uzerinden? desen cevap veremem. Evet noktalama isaretleri konusunda da pek iyi sayilmam. Cok garip. Ygs de turkcem hep 39 40 netti. Unutmusum demekki. Ne anlatiyorum acaba su an? Ya da kime anlatiyorum? Bilmiyorum. Ama beni kiskirtiyosun. Kendimi tutup sana yazmiyrum. Cin cin fikirlerim var. Cep seytani demisti biri bana. Hakli. Kedinin fareyle oynadigi gibi oynayasim geliyo senle. Sen duygularini actikca egom bi heycanlaniyo. Seytan fikirler fisildiyo kulagima solumdan (?) Amel melekleri. Asiri random kelime cagrisimi. Solumdan degilse bile icimdeki seytan onune gelenin duygularinin safligiyla doymak istiyo. Kotu kalpli fikirler. Cennetlik olmasam ama cehennemde de yanmasami sen cok yanlis anladin. Araf maraf bilmiyorum ben. Hicbir seyi goze almisligim da yok zaten. Dedim ya korkuyorum ben bircok seyden. Cennetlik degilim cunku kotu seyler yapiyorum. Onlarin tanrisina gore ben gunahkarin tekiyim. Hic baslamayayim bile saymaya. Gray area. Umdugum sey sadece iyi bi insan olmak. Belki cennete gidecek kadar dort dortluk degil ama cehennemde de atese verilmeyecek kadar zararsiz. Ne yapiyorsam kendime yapiyorum zaten. Zararim kendime. Zihnime ve vucuduma. Bazen de gulusume. Unutuyorum bazen yuzumun nasil bir halde oldugunu. Bos bakiyorum ya da nefret dolu bakislar saciyorum. Istemeden oluyo. Ben oyle biri degilim. Icim renkli benim. Ha bu arada cok haklisin. Karsilastirilmayi sevmem. Not cool bro not cool. Dagittim yine konuyu pardon. Senle oynamak istemiyorum. Ki severim erkeklerle oynamayi abuk subuk keyfimin kahyasini eylemeyi ama seni av yapmicam. Bir sucun yok. Haketmiyorsun. Yanlis anlama egoist bi soylem degil bu tam tersi altruistic hatta. Kismen de benligimi kaybetmek istemedigim icin. Kotu bi insan olamam. Bugun zordu benim icin. Ofiste bi bloguna bakiyim dedim aklima esti. O sirada program durdu ben de kim bilir kac sayfa olan yazini okudum. Ha bu arada 3336. Nefret ettim kendimden. Bir oyle bir boyle davranip senin kafani karistiran bendim. Cekincegini bile bile sana dokunan da. Kendimi savunamam zaten. Sonra gecen birini aramistim su okul mevzusunu paylasmak icin. Donmemisti. Bugun story ardina story gordum. Allahtan kiz cirkin de kiskanmiyorum. Hos zaten ben kiskanmam. 24 saat icinde bir insanin tavri tamamen degisir mi? Degisir. Benim de degisti ya. Yargilayamiyorum da. Ben ne boksam o da ayni bok. Beni belki biraz tanirsin icimi gorursun diye su attigim yaziyi sana desifre edesim var. Ama o zaman karisik cumleler kurmanin bi anlami kalmiyo. Hoş. O kadar da karisik degil zaten. Seninkilerden daha anlasilir. Cumle ne diyorsa o genellikle. Cok dusunme bu arada kime yazdim bilmiyorum onu. Birini dusunerek yazmadim zaten. Kendimi dusundum sadece. Ne hissediyorsam o. Seytan beni yine bi durterse belki varmiyimyokmuyuma anonim atarim. Anlarsin zaten kim yazdi. Ama ne dusundugumu anlayabilcegini sanmiyorum. Ben anlasam daha kolay olcak zaten hayatim. Cumlelerim devrik, r lerim fok, noktalama yok. Telefonda yazmak da beceriksizligime bahane oluyo. Seni gordum galiba. Kafani cevirdin. Neden? Dusman bellememistim ki ben seni. Gelir selam da verirdim. Ordan sevimsizin teki gibi mi gorunuyorum. Neyse. Hollandadaki bi okul kabul etmemis digeri de etmez heralde. Uzuldum. Hollanda iyi fikirdi. Yesillenirdim ben de. Ama ben agliyorum. En son ne zaman ictim acaba? Budapestedeydi sanirim. Pragdayken almistik budapestede de nasip olmustu. Nasip masip iyiyim gene. Kafam dagildi. Ubi pantolonumun ustunde yatiyor. Odami toplamam lazim. Kafamdan daha daginik. Duvarindaki yazi bi badanaya bakar. Pasta cila. Arabamin aynasi kirildi bi orospu cocugu yuzunden. Amik herifi yol verdi sandim practically duruyodu sonra deli gibi hizlandi mavisime carpti. Aynamin bi parcasi kirik. Neyseki dikiz aynam var da makyaj yapabiliyorum. Ne alaka aq?

      Sil
    2. Salak salak seyler soylemeye baslamisken deli misin cocuum tam benlik laf. Peaceful pianoyu kitap okurken dinliyorum. Roman degil de mimari kitap falan. Onun disinda spotify surekli acik zaten bazen kulaklik kulagimda olmuyo bile. Ankarayla bozusuruz. Solak misin sen? Neden sol elin agriyo? Sag elinin agrimasindan daha mi edebi bi soylem? Yoksa sag sol ugursuz bilmem ne oyle bi gonderme mi var? Anlamadim. Merveyle haze e gitmedik bi de yanlis anlamissin. Got kadar ankarada mekanlari insanlarla ozdeslestirirsen yasayamazsin sacmalama. Salak sacma da konusma olmek molmek cenaze falan. Mal misin? Kanser hucresi de sensin ayrica! Yavas yavas oldurmekmis. Sigaraya da baslayasin varmis, beni suclama. Yumusak yumusak baslayip ne ara neden sana kizmaya basladim bilmiyorum. Sinirliyim biraz. Ozelinde sana degil. Herkese. Sikildim birakiyorum yazmayi. Kelimelerimi saymayacagim. Ne zaman ay cok uzun oldu desem bakiyorum 3 kelime oluyo. Neyse.
      -fok parcasi (10.03.20)
      Not: senin ahini almamak lazimmis eve tikildik
      Not II: yazina yorum atmisim varsay beceremedim max. 4000 karaktermis

      Sil