Hava henüz aydınlanmış… Büyük bir salon… Görkemli… Şaşaalı
bir avizenin ışığı doğal ışığa meydan okuyor… Gökyüzüne uzanan bir merdiven…
Merdiveni örten göz alıcı kırmızılıkta bir halı… Bakışlarını merdivene
yönlendirmiş bir Genç… Gözlerini gencin üzerine dikmiş bir kalabalık… Genç yirmili
yaşlarında… Giydiği pahalı smokin üzerinde eğreti durmuyor. Fakat gözleri
papyonu kadar ışıltılı değil. Gözlerinin ışığı… Bir şey düşünüyor. Hayır,
birini düşünüyor. Yoksa birini mi umuyor? Belki de bekliyor?..
Aşkımız
bu salona bile sığmayacak. Hayır! Bu devasa avize değil burayı aydınlatan,
senin ışığın… Fakat sen hala yoksun. Zaten isminin anlamı da bu değil mi? Bu
kalabalık da ne? Bunca insan… Bu an sadece ikimize has sanıyordum. Bana mı
bakıyorlar? Hayır, bakışları benden öteye geçiyor. Benden eskiye? Bir önemi yok
eskinin. Şu an önemli olan tek şey sensin. Sen ve seninle kavuşacağımız o an…
Neredesin? Yolunu gözlüyorum. Belki de bu yüzden gelmek bilmiyorsun. Neden bana
bakıyorsunuz?
Bakışlarını bir anlığına merdivenden aldı. Ayağıyla
tuttuğu ritim duraksadı. Gözündeki ışık, hayır, alev yerine gelir gibi olurken,
kalabalığı sorgulayıcı bir tavırla taradı. Aradığı şey neydi? Herkes kendi
işiyle uğraşıyordu. Kimse bir şey beklemiyordu. Gözlerini kapattı ve her birinin
ortaklaşa yarattığı gürültüye odaklanmaya çalıştı. O’nun hakkında konuşan var mıydı?
Nedir
bu gürültü? Nedir sizi meşgul eden? O’ndan daha önemli neyi konuşuyor
olabilirsiniz? Aklınızı O’ndan başka ne meşgul edebilir? Hepiniz susun ve saygı duruşuyla onu bekleyin!
Kim o? Biri adını mı telaffuz etti? Hangi hadsiz o?! Kimse o adı telaffuz
edemez altını doldurmadan. Ben dahi zikredemezken o adı –ki ben sırtlıyorum o
adı Atlas gibi. Ya nöbeti devralın, ya da beni rahat bırakın. Fakat bilin ki,
niyetim yoktur devretmeye nöbeti. Zira gün henüz doğdu fakat o daha gelmedi; zaten
bu değil mi isminin anlamı?..
Genç, gözleri kapalı haldeyken suratına değişik mimikler
takınıyordu. Kalabalık yarattığı gürültüyü bir anda katletti. Ölüm sessizliği
eşliğindeki bakışlar merdivene yöneldi. Gencin “O” olarak telaffuz ettiği Kadın, merdivenlerden aşağı iniyordu. Siyah
bir kumaştan yapılmış kıyafetinin üzerindeki parıltılı yıldız desenleri,
kalabalığın gözünü alıyordu. Genç sonunda iç çatışmasını sonlandırdı ve gözlerini
açtı.
Var
olmuş, ölmüş, var olan ve var olacak olan bütün Tanrılar… Hepinizin ortak eseri
mi bu bana doğru gelen şey? Nietzsche’nin üst insanı mı yoksa? Gecenin uykuya
dalmasını bekledin de, öyle mi serdin üzerine karanlığı? Salondaki bütün ışık
ona mı yöneldi, yoksa gökyüzünden aldığı, belki de çaldığı, yıldızlar mı
aydınlatıyor her yeri? Varlığı güneşe şirk mi koşuyor, yoksa çıplak gözle
güneşi görmek böyle bir şey mi? Ama hayır, sen güneş olamazsın, zaten bu değil
mi isminin anlamı…
Kadın merdivenin basamaklarını sırasıyla inerken,
kalabalığa göz gezdiriyordu. Her bir varlığa sırayla baktı, her bir baktığı da bakışlarını
onunkiyle buluşturdu. Herkes onu tanıyor, zihnindeki ona ait bir anıyı
hatırlıyor gibiydi. Kadınlara hafif bir tebessümle baktıktan sonra, sıra
erkeklere geldi. Erkeklere bakarken yüzündeki tebessümü kaybetti. Donuk, fakat
sakin bakışlar… Aynı merdivenden defalarca inmiş gibi, aynı kırmızı halıya
defalarca temas etmiş gibi, önüne bir kere dahi bakmadan, son basamağı da
varlığına şahit ettikten sonra, zemine ayak bastı.
Kim o
baktığın kadınlar? Kim benden başka yüzünü güldürebilir senin? Sen mi çağırdın
bu insanları? Sen mi çağırdın içimdeki ölü toprağı yeşertecek bakışları çalan
bu insanları? Hele bu adamlar… Nasıl sana bakma cürretine sahipler? En azından
onları tebessümünden mahrum bıraktın. Sen de biliyorsun tebessümünü hak eden
tek erkeği. Aramıza mesafe koyan şu basamaklar bitmek bilmedi. Merdivenlerden
inmiyorsun, adeta süzülüyorsun. Gölgeni görmemiş olsam daha önce, maddenin
ürünü olduğunu inkar ederdim. Belki de sadece enerjisindir, sadece ışık… Zaten
bu değil mi isminin anlamı?..
Kadın yere ayak bastığı anda, kalabalık öldürdüğü
gürültüye tekrar gebe kaldı. Herkes sırayla eşleşti ve meşguliyetlerine geri
döndü. Merdivenleri inerken bir kez dahi önüne bakmayan Kadın, her adımından
önce zemini tarıyordu. İlk kez yere ayak basmış gibiydi. Bir anlığına
duraksadı. Gözlerini Genç'inkileriyle buluşturdu. Kadının dudakları belli
belirsiz bir tebessüme ev sahipliği yaparken, gencin yüzüne mayhoş bir hava
hakimdi.
Sonunda…
Aynı zemine basıyoruz. Sen de hissediyorsun değil mi? Ayaklarımdan çıkan kökler
toprağı delip sana ulaşmaya çalışıyor. Bütün yaşam kaynağım sana nüfuz ediyor.
Her şey hazır… Tek gereken gözlerinden saçılan ışığın bana temas etmesi. Bitsin
artık bu hasret. Beklemenin verdiği tükeniş bir son bulsun. Görüyorsun, artık
sana bakmıyorlar. Seni benim gibi umursamıyorlar. Seni benim anladığım gibi anlamıyorlar.
Bana bak artık… Tanrım… Sonunda… Gülüşüyle süslediği bakışları… O gözler…
Kalbim evden kaçmak için can atan bir ergen gibi çırpınıyor göğüs kafesimde.
Anahtar sende, biliyorum. Gel artık… Özgür bırak kalbimi. Al ve kendi göğsünde
muhafaza et. Beraber atsınlar seni yaşatmak uğruna, bizi yaratmak uğruna… Biz… Sen
ve ben…
Kadın gözlerini Genç'inkinden alırken, tekrardan zemine
baktı. Bir şeyler onu rahatsız etmişcesine yüzündeki tebessümü sildi. Adımını
damalı zemindeki mevcut kareden bir yandakine atarken, gence sırtını döndü.
Gencin kızaran yüzü yavaşça soluklaştı. Karanlığı andıran esmer teni tekrar gün
yüzüne çıktı. Kadının bakışlarını yakalamak istercesine elini öne doğru atan
genç, duraksadı. Havada kalan eli yavaşça yere doğru çöktü. İleriye doğru bir
adım atacak gibi oldu, fakat vazgeçti. O da kadının yaptığına karşılık vermek istercesine
arkasına döndü ama çok az dayanabildi. Gözlerini kapattı. Derin bir nefes aldı.
Gökden düşen bombaların her bir
zerresini etrafa saçacağını bilmesine rağmen düşmana hücum eden cephanesiz
asker gibi, kadına doğru atıldı.
Gözlerinin
yeşili benimkilerin koyuluğuna zar zor tutunuyor. Kozasından henüz çıkarttığın
kelebekler her an ölebilir. Göğsümde açan çiçekler her an solabilir. Gel artık.
Kavuşalım. Her bir zerrem bunu istiyor. Anne karnına ekildiğim andan beri her
saniye bunu bekliyormuş gibiyim. Seni bekliyormuş gibi… Gözle görülmeyen
ıssızlıklarımı aydınlat. Hiç telaffuz etmediğim şeyleri söylet bana.
Kelimelerime yeni anlamlar bahşet… Durdun. Neden duruyorsun? Neyi bekliyorsun?
Göklerden yere inişinin sebebi benim. Topraktan dirilme sebebim sensin. Bunu
ikimiz de biliyoruz. Aşk klişelerinden naz makamını mı söylüyorsun bana? Tebessümün
silindi. Yere bakıyorsun. Köklerim sana ulaştı. Korkma. Bırak en ücra köşelerine
kadar sarsın dört bir yanını. Adımını kaçırdın bir başka parsele. Hayır!
Neden?! Neden yüzünü mahrum bırakıyorsun benden?! Ne yapacağım şimdi? Yokum.
Yok oldum. Az önce ışığınla gölgemi def ettin, beni var ettin, şimdi de yok
ediyorsun. Hayır… Bu dans böyle edilmez. Reddediyorum. Bütün yok oluşları göze
alıp, varlığımın son zerresiyle sana geliyorum. Işığınla sar beni. Günümü
aydınlat artık. Belki de bu olmalı isminin anlamı…
Genç gözünü karartmış bir şekilde, hızlı ve kendinden emin
adımlarla Kadın’a doğru yaklaşırken bir anda duraksadı. Ayakları yere saplanmış
gibiydi. Kadın’ın yanına bir Adam yaklaşmıştı. Genç, Kadın’ın yüzünün tamamını
göremese de, görebildiği kadarıyla Kadının gülümsemelerine, kahkahalarına şahit
oldu. Kalabalık tekrardan sessizliğe gömülmüş bir şekilde Genç’e bakarken, Genç
bakışlarını sivriltip Adam’a doğru yöneltti. Bakışları hissettiğinden mi
bilinmez, Adam da Genç’e doğru baktıktan sonra, Kadın’ın yanından uzaklaşıp,
kalabalığın içinde kayboldu. Bütünlüğünü kazanan kalabalık yine gürültüye
boğuldu. Kadının tekrar Genç’e dönmesiyle, Genç’in afallamış hissiyatı yerini
teslimiyete bıraktı. Tekrar adım atmaya başlarken, Genç, Kadın’a doğru
yürümüyor, Kadın Genç’i çekiyordu.
Geliyorum.
Aç kollarını. Taşlaşmış çehremi göğsünde yumuşat. Bütün varlığımı sar. Her bir
zerreme nüfuz et. Ne diyeceğim yanına gelince? Hangi kelime seni kucaklayabilir?
Hangi isim seni zikredebilir? İsminin anlamı… Ne oldu? Yürüyemiyorum. Beynim
uzuvlarımdaki hakimiyetini kaybetti. Sana uzanan köklerim kuruyor. Bu kadar erken
mi gelecekti pes edişlerim, teslimiyetim… Hayır… Bir Adam… Kim o? Nerden geldi?
Sen mi çağırdın onu? Yoksa o hadsiz, buyrulmadan yanına gelme cüretini mi
gösterdi?! Gülüyorsun… Demek ki seni tanıyor. Seni güldürmeyi biliyor. Hayır…
Yalan söylüyorsun. Gülen sen değilsin. Maskeni görebiliyorum. Gerçek seni
yalnızca ben güldürebilirim. Bana bak! Bak ve gözlerimdeki ateşi gör. O ateşi
sakinleştirebilecek tek kişinin karşında olduğunu anla. Ve O’ndan uzaklaş.
İşte… Sana olan duygularımı herkes hissediyor. Hissediyor ve uzaklaşıyor… Senin
yalnızca bana ait olduğunu biliyor. Buradaki herkes gibi… Ayaklarım… Hala
hissetmiyorum… Fakat sana doğru geliyorlar. Betonlaşan uzuvlarımı senin ışığın
çözdü. Belki de bu olmalı isminin anlamı…
Genç, Kadın’ın yanına vardı. Karşısına dikildiği andan
itibaren durmadan konuştular. Kahkahalar kahkahaları kovaladı. Sessizlikleri
bakışlarıyla süslendi. Yemek yerken birbirlerini rahatsız etmek istemeyen
insanlar gibi, biri diğerine bakarken, diğeri sanki bunun farkında
değilmişcesine etrafı izliyordu. Her bir kelime, her bir kahkaha, her bir
kendini ifade ediş, birbirlerine bir adım daha yaklaşmalarına sebep oluyordu.
Aralarındaki mesafe mümkün olan en kısa hale geldiğinde, bütün kişisel alanları
karşılıklı olarak fethedildiğinde, Genç, gözlerini kapattı. En güzel boncukları
titizlikle seçip, sabırla arka arkaya dizen bir zanaatkar gibi, kelimeleri
zihninde toparladı. Fethettiği kalenin tepesine bayrağını dikmeye hazırlanan
bir asker gibi, bütün enerjisini dudaklarının ucunda topladı.
Geldim.
Mesafeler katedildi… Yollar yüründü… Artık yanındayım. Korkacak hiçbir şey yok.
Hep yanında olacağım. Dudaklarım bir öpücük uzağında. Vücudum seninle bir
olmaya hazır. İçim dışım bir… Zihnimde sadece senin adın… Bütün kitaplıklarım
senin ciltlerinle dolmayı bekliyor. Konuş… Konuş ki kulaklarımın pası silinsin.
Gülümse ki gözlerimdeki perde kalksın. Ah… Ne kadar da güzelsin… Gözlerinin
yeşiliyle kaplandı kurak topraklarım… Çillerin, yaratıcının sende vücut bulan
tanrısallığını benim algıma sığdırabilmek için dokuduğu noktalar… Saçlarının
alevi içimdeki odunu yumuşatıyor… Hangi cüretle söyleyebilirim sana bunları?
Hangi cüretle kelimelerin zayıf sırtına yüklerim sana olan hislerimi? Beni
anla… Bütün iltifatlarımı bakışlarımla, gülüşümle, seni dinleyişimle yolluyorum
sana… Ruhun bir tüy kadar hafif… Bıraksam salonda savrulacakmışsın gibi…
Kaybolmaya bahane arıyorsun. Ama bırakmayacağım seni. Kaybolacaksan benimle
kaybol, ben yine bulurum bizi… Yeter ki benim karanlığımı aydınlat. Zaten bu
değil mi isminin anlamı?..
Genç, Kadın’a, bir hediye aldığını söyledikten sonra,
ceketinin iç cebinden küçük bir kutu çıkardı. Kadın’ın yüzüne mutluluk,
şaşkınlık, korku ve öfkenin beraber yarattığı bir duygu hakimken, Genç kutudan
bir kolye çıkardı. Kolyenin yeşil taşının içinde kurutulmuş bir papatya vardı.
Kolyeyi takmak için Kadın’dan izin aldıktan sonra, Kadın yavaşça sırtını döndü
ve saçlarını topladı. Kolyeyi kadının göğsüne doğru sarkıtırken, bir anlığına
içi geçmiş gibi gözlerini kapattı. Derin, fakat sakin bir nefes aldı. Gözlerini
açtıktan sonra sarkan kolyeyi geriye doğru çekerek zinciri bağladı. Zinciri
serbest bıraktıktan sonra Kadın, Genç’e doğru döndü. Bakışlarını kolyeden
aldıktan sonra Genç’e teşekkür etti.
Bu
hediye ruhumu içine hapsettiğim bir anıt. O papatya benim. Affet, senden önce
çiçeklerim kurudu. Bu son dalım, sana sakladım. Solarsa bil ki sebebi ışığından
mahrum bırakmandır. Fakat merak etme, artık daha fazla kurumayacak. Zira o
yeşil senin gözlerinin yeşili. Saçtığın ışık muhafaza edecek benliğimi.
Kurumayacak daha fazla. Senin göğsünde yeşerip, kök salacak. Önce kalbini,
sonra da hayat suyun eşliğinde bütün vücudunu saracak. Kokusu önce sana, sonra
varlığınla şereflendirdiğin her bir zerreye sinecek. Siz! Bütün kalabalık!
Herkes! Hepiniz şahit olun, O’nun kalbi artık benimle atacak. Şimdi izin ver,
benliğimi vücudunda taçlandırayım. İşte… Sen de bıraktın kendini bana… Uçsuz
bucaksız bir okyanusun dingin dalgaları gibi belini saran saçlarını kaldırdın
benim için. Hayır… Ben Musa’nım senin. Ben yardım bu dalgaları!.. İşte, orada
istikamet. Bu bir davet, hayır… Bir teslimiyet!.. Kalesini savaşmadan teslim
eden bir kumandanın içeriye buyuruşu. İçimde zafer naraları atan bir savaşçının
sarhoşluğu… Şimdi seni sarmak isterdim, fakat daha vakti değil… Doğan gün
henüz, güneş değil. Zaten bu değil mi isminin anlamı?..
Kadın Genç’e henüz teşekkür etmişken, kalabalık
birbirleriyle olan meşguliyetini sonlandırdı. Bütün salona ani bir sessizlik
çöktü. Sanki herkes bu anı bekliyordu. Sessizlik bir müziği davet etti. Davetin
ardından arp sesinin öncülük ettiği bir müzik, kalabalığı dansa çağırıyordu.
Bütün kalabalık, müziği üzerine alınmıyormuşcasına Kadın’a ve Genç’e bakıyordu.
Gökyüzü iyice aydınlanmış, avize, doğal ışıkla giriştiği savaştan mağlup
ayrılmıştı. Tavana kadar uzanan pencerelerden içeri hücum eden ışıklar, Kadın
ile Genç’in üzerinde birleşiyordu. Genç şaşkın bir şekilde önce kalabalığa, ardından
pencereden dışarıya baktı. Bu şaşkın tutuma karşı Kadın, sakinliğini koruyarak
Genç’e sırtını döndü ve salonun ortasına doğru yürümeye başladı. Genç gözlerini
pencereden alıp tekrar Kadın’a doğrulttuğunda, Kadın az sonra duracağı yere varmak
üzereydi. Yürürken omzunun arkasından Genç’e davetkar bakışlarını doğrulttu ve
onu çağırırcasına elini uzattı. Işık da O’nu takip ediyordu. Takip, Kadın’ın
salonun ortasına varmasıyla sona erdi.
İşte…
Sustular sonunda. Onlar da hissetti az sonra olacakları. Onlar da biliyordu
başından beri bu anın geleceğini. Bekliyorlar şimdi, şahit olabilecekleri en
kutsal seremoniyi. Varlığına şirk koşan avize de gömüldü sessizliğe. İşte!
Melekler indi sonunda gökyüzünden! Bu duyduğun arp sesi değil, hayır!
Tanrı’nın bizi yanına çağırışı! Yedi arş
şahit olmak istiyor kutsal birleşmemize, ebediyete uzanan dansımıza… Pencereden
içeri süzeni güneşin ışıkları sanmayın ey cahil kalabalık! Bilin ki sevdiğimin
vücudunda hapsolan bu ışık, o gelmeden önce gökyüzüne emanet ettiği ışıktır.
Dayanın! Göğe yükselişimiz yakındır! Yeni gün yakındır!.. İşte… Nazlı nazlı
yürüyor önümde… Bakışlarıyla çağırıyor beni yanına. Biliyor ki onu tutuşturacak
ateş benim… Uzattığın el, benim… Avucumuzdaki çizgiler bile tamamlayacak
birbirini… O çizgiler ki şu an için kıvrıldılar. Geliyorum, şairin olmaya
geliyorum. İsminin anlamını değiştirmeye geliyorum…
Genç, Kadın’ın davetkar tutumuna karşı daha fazla
direnemedi ve yavaşça O’na doğru ilerlemeye başladı. Bu sırada yüzüne takındığı
zafer dolu çehreyi, etraftaki kalabalığa saçtı. Kalabalık sessiz ve donuk bir
yüz ifadesiyle Kadın’a bakıyordu. Bir kişi hariç. O Adam… Yüzündeki sinsi
gülümseme… Adam’ın ifadesi karşısında yüzündeki cesur duruşu kaybetti. Cesaret
yerini şaşkınlığa ve öfkeye bıraktı. Genç, derin bir nefes aldıktan sonra
bakışlarını tekrardan Kadın’a yöneltti. Yöneltmesiyle yüzüne huzur hakim oldu.
Kadının eli havada, sabırla, tutulmayı bekliyordu. Genç, az önce yaşananların
verdiği tez canlılıkla hızlı bir şekilde Kadın’ın elini tutmaya çalıştı. Eli
eline değdiği an, ani bir şekilde geriye adım attı. Yüzüne acı ve şaşkınlık
hakimdi. Kadın, elini Genç'in omzuna koyup, temas etmeyi bırakmadan, yavaşça sol
göğsüne indirdi. Büyülenmiş bir şekilde Kadın’ın hareketini izleyen Genç, aynı
şekilde elini Kadın’ın omzuna yavaşça kondurdu. Okşarcasına bir hareketle elini
elleriyle buluşturdu. Kadın, avucunun içindeki eli parmaklarıyla kenetledi.
Genç, aynı titizlikte diğer elini Kadın’ın sırtına koydu ve yavaşça beline
indirdikten sonra, ani ve sert bir şekilde O’nu kendine doğru çekti.
Melekler
sabırsızlanıyor. Onları daha fazla bekletmeyelim. Hele şu kalabalık! İzlesinler
de bizi, gitsinler sonra nereye gideceklerse. İstemiyorum artık daha fazla göz
senin üzerinde! Son kez bakın O’na! Son kez. Zira göğe yükseldiğinde
bakamayacaksınız isteseniz de, o zayıf gözlerinizle! Sen… Sen o Adam değil
misin, hadsizce sevdiğimin yanına yaklaşan?! Neden bakıyorsun bana? Biliyorum
senin de O’nu istediğini! Baksana O’na! Zira bakamayacaksın sonrasında… Bu
gülümsemenin sebebi ne? Benim bilmediğim bir şey mi biliyorsun? Yoksa… Hayır…
Olamaz öyle bir şey… Yalnız bırak beni zihnimin karanlık köşeleri! Aydınlan
artık sen de! İşte, duruyor karşında ışık kaynağının ta kendisi! Elleri… Bir
kuğunun boynu gibi zerafetle bekliyor beni… İşte! Bitsin art… Ah! Ne oldu?!
Neydi o hissettiğim?! Aramızdaki elektrik maddenin dayanamayacağı noktaya mı
ulaştı yoksa?! Hayır… Başka bir şey bu… Diken… Tıpkı bir kaktüs gibi… Nasıl
kavuşacak tenlerimiz? Göster bana! Bir şey yap yalvarırım! Bitsin artık bu
hasret! Tanrım… Tanrım… Tanrım! Bu mudur senin dokunuşun?.. Böyle mi hayat
verdin toprağa?.. Böyle mi fışkırdı şelaleler kayaların arasından?.. Bulutlar
buna şahit olunca mı ağladılar? Üzüntüden değil, haşa! Mutluluk demeye de dilim
varmaz… Bambaşka bir şey bu… İşte, omzumdan aşağıya doğru iniyor ellerin…
Kalbimin yerini bulmaya çalıştığından değil, hayır… Biliyorsun onun nerede
olduğunu, nasıl attığını, kime attığını… Evet, bu dualarımın kabul oluşu… Sana
dokunmayı bana öğretişin. Dikenlerin batmıyor artık. Bu yeryüzündeki ilk
mucizen… İşte… Tıpkı senin gibi dokunuyorum omzuna… Yeni doğan bir bebeği
incitmek istemeyen bir babanın şefkatiyle. Elinin yolunu biliyorum artık,
evimin yolunu… Tenindeki dikenler yavaşça kayıyor elimin altında. Sonunda, kuş
kafesine döndü… Göç sona erdi… Daire tamamlandı... Ebediyet uykusuna yatmaya hazırım, senin
kollarında…
Müziğin dansa eşlik edecek olan kısmı başladı. Genç ile
Kadın’ın bakışları birbirlerine kenetliyken, ayakları da müziğe kenetlendi.
Birlikteliklerini salonun her bir zerresine şahit etmek istercesine, tek
vücutmuşcasına hareket eden bedenleri zemindeki her bir noktayı gezdi.
Danslarının ihtişamının aksine, kalabalığın bakışları oldukça sakin ve donuktu.
Müziğin sakinleştiği bir noktada, Kadın bir anda Genç’i bıraktı. Genç,
çırılçıplak kalmışcasına bir edayla olduğu yerde kalakaldı. Kadın, bir elini,
avuç içi gök yüzüne bakacak şekilde, havaya kaldırırken; öteki eliyle
kalabalığın oluşturduğu çemberin kenarlarını yokladı. Tam bir tur bittikten
sonra şaşkın bir şekilde ona bakan Genç’e döndü. Yavaş adımlarla ona doğru
yaklaştı. Genç, tez canlı bir hareketle bir anda Kadın’ın eline sarıldı.
Yüzünde ilk seferkine benzer bir acı belirdi, fakat bu sefer elini geri
çekmedi. Kadın’ı kendine doğru çekti. Öfkeyle derin bir nefes aldı. Ağzını
zihnindekileri ifşa etme amacıyla açtığı anda, Kadın’ın elindeki şeyi gördü…
İşte,
başladı dansımız… Kavuştu bakışlarımız… Vücudumuz tek parça… Kalbimiz birlikte
atıyor… Uzuvlarımız birlikte hareket ediyor… Zemindeki her bir nokta yeşeriyor
etrafa saçtığımız ısı ve ışıkla… Daire tamamlandı! Sen ve ben… Artık Biz’iz.
Tek’iz. Bir’iz… Şahit olun ey cahil insanlar! Secde edin bu üst varlığa! Aynı
anda hem tek, hem iki olana! Yerleri ve gökleri yaratan yüce Tanrım! Göklerdeki
Şair! Beni yer yüzündeki tek şair kıl ki, değiştireyim şu Kadın’ın ismini, ya
da isminin zikrettiğini! Değiştireyim ki dilim telaffuz edebilsin o kutsal
varlığı! Şu an edemiyorum zira korkuyorum! Ya dua sanarsan zikrimi, ya kabul
edersen… Ya… Neler oluyor?.. Ellerim neden havada… Kalbimin üstü neden çıplak…
Melekler neden yavaşlattı müziğini… İşte orada… Ne yapıyor öyle? Eli neden
bakıyor göğe? Neden dokunuyor bütün kalabalığa sebebsizce? Hayır, zihnimin
karanlık köşeleri, sen söyleme! Sus! Dokunmayın ona! Onun dikenleri var… Teker
teker ayıklayacağım dikenleri… Batmasın hiç biri size… Zira yorgunum, bulamam
her birinizi teker teker… Tanrım… İşte, elaleme raksı sonlandı, yine bana
bakıyor. O yavaş adımları yok mu, beni çıldırtıyor! Yeter artır, sabrım
tükendi. Dinlemeyeceğim artık ne seni, ne de üstündeki dikenleri… Yedi arş bir
olmuş, bunca kalabalık bize şahitken, sonlanmalı artık dansımız! Yükselmeliyiz
göğe! Gün ağarmak üzere! İsminin anlamı bu değil artık! İsminin anlamı..!
Kadın, az önce kalabalıktan aldığı bıçağı, Genç’in karnına
sapladı. Genç’in yüzüne acı veya öfkeden ziyade, şaşkınlık hakimdi. Yaşlı
gözleri ile önce Kadın’a baktı. Ardından hızlı bir şekilde kalabalığı tarayıp
aradığı şeyi buldu. O Adam… Adam, Genç’e acıdığını belli eden bir şekilde
bakıyordu. Genç bu bakışlara tahammül edemiyormuşcasına gözlerini yere kaçırdı.
Bu sırada gözüne Kadın’ın boynundaki kolye takıldı. Bu ona aldığı kolye değildi…
Hıçkırırcasına omzu sarsıldı. Bakışlarını karnına yönlendirdi. Bıçağın oradaki
varlığını anlamaya çalışıyor gibiydi. Kadının gözleri ve elleri hala Genç’in
üzerindeydi. Genç’in bacaklarının takati tükendi. Dizlerinin üzerine çöktü.
Gözünde biriken yaşlardan bir tanesi kendisini salıverdi ve bıçağa doğru
süzüldü. Genç ellerini karnına götürdü. Eline bulaşan kana baktı. Elini
kaplayan şeyin farkına vardığında titremeye başladı. Bir şeyler sayıklamaya
çalışsa da, ağzından çıkan her şey anlamsızdı. Kadın elini Genç’in ensesine
koydu ve O’nu yavaşça yere yatırdı. Elini ensesinden çekti ve Genç’in yanağına
koydu. Yanağını yavaşça okşarken, Genç O’na doğru bakıyordu. Adam, Kadın’ın
yanına geldi. Kadın’ın omzuna elini koyarak dikkati kendi üzerine çekti. Kadın
tebessüm eden suratını Adam’a doğru yönelttiğinde, Adam tavanı gösterdi. Yer
sarsılmaya, tavan çatlamaya başladı. Güneş ışıkları çatlakların arasından geçip
zemine varmak için can atıyordu. Kadın anladığını gösteren bir şekilde başını
salladıktan sonra tekrar Genç’e baktı. Genç kan gölünün üstünde uzanırken,
göğsü hafifçe kasıldı. Dudağının kenarından çıkan birkaç damla kan, özgürlüğüne
kavuştu. Kadın Genç’in dudaklarına bir öpücük kondurduktan sonra doğruldu. Alt
dudağına bulaşan kanı dudağının tamamına yaydı. Tavandaki çatlaklar tutuşup kül
olurken, Kadın ayağa kalktı ve Adam’ın elini tuttu. Beraber merdivendeki
basamakları çıkarlarken, güneş ışıkları salona hücum etti. Işığın temas ettiği
kalabalıktaki her bir birey sırayla kül olurken, Adam ile Kadın merdivenin son
basamağını da çıkıp, karanlığa gömüldü. Güneş ışıkları Genç’in cenazesini
yıkarken, gözünde biriken bütün yaşlar yanağından zemine düşüp, kan gölüne katıldı.
Kalabalığın yarattığı kül, bulutlara doldu ve Genç’in üzerine yağdı. Genç’in
göğsü son kez kasıldı ve son nefes göğe karıştı.
Bu
soğukluk da ne? Senin tenin olamaz… Sivri bir şey bes belli, zira duyuyorum kelebeklerin
çığlıklarını… Hayır, sen yapmadın bunu… Biliyorum kimin yaptığını… İşte… O Adam…
O mu yaptırdı sana bunu… Söyle, kızmayacağım. Söz veriyorum… Şimdiden affettim
seni. Hadi, o yaptı de. Neden bana böyle bakıyor… Hayır, bu bakışları hak
etmiyorum… Bu kolye… Benim sana aldığım kolye değil. Nerede benim papatyam,
senin yeşilin. Biliyordum… Gözlerinin yeşiline şirk koştuğumu biliyordum!
Bağışla beni… Bağışlayın beni kelebekler! İçimde rüzgarları esmiyor artık…
Soğuk ve sıcak… Bu sıvı da ne? Hayır! Akmayın boşu boşuna, israf etmeyin
kendinizi! Onun vücüduna akın, onun uzuvlarına hayat verin… Çöküyorum…
Tükeniyorum… Zihnimin karanlıklarını artık susturamıyorum… Bir şey söyle, bir
şey söyle de kessin sesini şu lanet!.. Lütfen… İşte… Güneş doğuyor ve gözlerim
kapanıyor… Sen hala buradasın. Haklı mıydım yoksa başından beri? Şairler
sahiden yalan mı söylüyordu? İsminin anlamı… Görüşüm kararıyor… Varlığım bütün
benliğimden çekiliyor… Varlığın… Ellerin ne kadar yumuşak. Nerede dikenlerin?
Karnımdaki sivriliğin ucunda mı hepsi? Tanrım! Bir şey yap! Son bir şey…
Susadım… Susuzluğumu gider Tanrım… Son duam bu… İşte! Giderdi dudaklarımdaki
susuzluğu busesiyle… Yoksa o şeytan sen miydin başından beri, ölmeden önce su
getiren?.. Kadrajımdam çıkıyorsun… Gitme! Şairler! Hepiniz yalancısınız! Hayır!
İsminin anlamı o değil! Güneş doğmadan önceki ışık değilsin sen! Değildin sen…
Olmamalıydın… Belki de haklıydı şairler… İşte, güneş karşımda, gökden iniyor
melekler, yıkıyor bedenimi. Ve sen yoksun… Zaten isminin anlamı da bu değil mi?
Halbuki
sen… her… şeydin…
sen…her…şey…
sen…her…
se…
her…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder