27 Ağustos 2017 Pazar

Budanmış Hazlar Yazı

Mevsim henüz yaz.

Dün gece gördüğüm ve havada gri bir bulut olarak kalan rüyalarıma benzetiyorum geçmişi. Hep orada ama dokunsan dağılacak. Dokunsan sonsuza dek kaybolacak sanki. Bir büyücünün vaat edebileceği her saçmalığa meydan okuyacak kadar ulaşılmaz arzularım. Zihnimin kontrolü bir anlığına benden çıksa, ellerim yalnız bir anlığına özgür kalsa kimin yüzüne boylu boyunca dokunmak isterler, düşünüyorum.


Mevsim yaz. Yazlardan nefret etmeyi öğrendim ama ağustos böceklerini seviyorum hâlâ. Hiç susmuyorlar ve ne zaman ıssız hissedecek olsam, beynimdeki sesleri onlarla karıştırıyorum. 
Kalabalıklaşmak yine de zor.
Kalabalıklaşmak uzağın bağrında, binlerce güzel ihtimalden yalnız biri.
Şimdi her şey uzakta.
Geçmiş, gelecekten de uzak.
Uzak yine çok güzel, tuvale usulca kendini dağıtan renkler gibi dingin.
Elimde ölmez kalem, ben yine yazıyorum.
Ben dağılıyorum.
Evren tüm yardımcılarını bir an önce gözlerimi kapatmam için kışkırtmış gibi.
Toprak dayanılmaz kokuyor, havada yağmur var.

Mevsim yaz, ben zorlu geçen bir kışın soğuğundan, içimden kaçıyorum.
Sokaklarda insanlar, yüzlerinde daha önce hiç farketmediğim bir ifade.
"Nihayet aramıza katıldın, seni de hapsettik bu mide bulandıran döngüye" diyorlar sanki hep bir ağızdan.

Mevsim yaz. Ben insanlardan nefret etmeyi öğreniyorum. Ben şu andan kurtulmayı, zamana sığmamayı, ömrün geçmesi telaşını midemde hissediyorum. Binlerce darbeyi o en hassas noktadan binlerce kez yemişim de, yine de kaçmak aklımın ucundan bile geçmiyor. Acılarımı kusmak için, kafein gibi ihtiyaç duyuyorum bir tekmeye.
Acı çektikçe bilinçleniyorum, ruh varlığının acıyla duyumsandığını iliklerime kadar tecrübe ediyorum.
Yıllardır orada seninle birlikte yaşayan, ancak varlığı çekildiğinde duyumsanan bir diş gibi.
Çürüyorum.
Yabancısı olduğum sabahlarım var artık.
Yıllardır tam gözlerinin içine baktığım halde, ne kadar çirkin göründüklerini yeni farkettiğim yüzler var.

Mevsim yaz. Zihnimi uyutmayı, anın dışındaki yaşamı öğreniyorum. Geçmişin eski bir sevgili gibi bilincime sızdığını, saplantılı bir aşkın son kırıntılarını kalpte bir kıymık gibi taşımayı öğreniyorum.
İnsan acısını bir kimlik gibi taşıyor göğüs kafesinde.
Hiçbir sebep yokken, güneşli bir ağustos sabahında doluyorsa gözleri yahut bir ses alıp götürüyorsa ruhunu unuttum sandığı yere, yara budur işte. İnsanın içine çöreklenen, yaşam tılsımını söküp alan, sığlaştıran fakat vefalı...
Acı soyut diyenler hayatlarında yalnız tek bir an topuklarının kızgın çöl kumlarından kavrulduğunu hisseder gibi olsa, acı somuttur der. Acının, insanın ağzına istiflenmiş bir tadı var. Acının binlerce gözde akan yaşı var. Acının sınırsız acımasızlığı, bir çocukluğu talan eden merhametsizliği var.
Acının büyüten, olgunlaştıran, yalnızlaştıran, metalleştiren elleri var.
Acının zehir saçan dili, ruhsuz şiddeti var.

Mevsim yaz. Ben acımı terbiye ediyorum. Kimselerin olmadığı kuytularda, kendi içime kanıyorum. Hafif bir esinti, akşam güneşi, hiç unutulmayacak olanın hayaleti, hepimiz birden çalışıyoruz canhıraş.

Mevsim yaz. Güzü bekleyen hazlarımı buduyor bir bahçıvan. Kelimelerle azalıyor yan yanalığım.
Hasretin en koyu tonunu bilmiyorum henüz, her gün daha yoğun sanki. Gözlerimin önüne buğulu bir cam çekilmiş, kaçırıyorum renkleri ve hayatı. İnsanlar bir yerlerde birbirlerine sarılıyor, insanlar bir yerde gülüyor belki, belki benim kollarımın uzanamayacağı kadar uzak elleri öpüyorlar boyuna.
İnsanlar bir yerlerde birbirinin kaderine dikiliyor, bense resmin tam orta yerinden kesiliyorum.
Fotoğraftaki eksik, duvardan inmiş resim, hepsi benim. Bir el var oluşumu kaçırıyor dünyadan.

Mevsim yaz. Tutup elimi, elimle tamamlıyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder