1 Nisan 2017 Cumartesi

BED-HAH & BA'DE : 1



Geride her şeyi bıraktığın gün büyürsün. Arkana döndüğünde seni oraya bağlayacak bir şey olmadığının farkına vardığın gün, ruh parçam, işte o gün büyürsün…
Her sabah aynıydı onun için. Bedenine güneş doğmuştu. Acele ile saate bakıp geç kaldığını gördü ve yerdeki kıyafetlerini alıp banyoya girdi. Yüzünü yıkadı. Su damlaları elmacık kemiklerinde ahenk ile dans ediyordu. Aynaya uzun süre baktı. Dolaptan tıraş köpüğü ile jileti aldı. Jileti boynunda bir tur gezdirdikten sonra tıraş oldu. Yalın ayak salona koştu. Kendine kahve hazırladı. Ev telefonunun sesli mesajlarını dinlemeye başladı. Çoğu iş arkadaşından çoğu ise barda tanıştığı tek gecelik kadınlardandı. Güldü… Bir ses duydu: “ Oğlum, Şimdi Adana’ya girdik. Eve yerleşmeden ararım seni. Ha! Bu arada oğlum, buzdolabın içinde yemekler var ısıtıp ye, aç kalma. Seni seviyorum.” Ardından bir çığlık sesi ve gümbürtü yankılandı salonda. Mimiklerinde en ufak değişiklik yoktu. Annesini ve ablasını trafik kazasında kaybetmişti. Üstünden 4 yıl geçmiş, artık bu seremoniyi her sabah yapar olmuştu. Kahveyi alıp terasa çıktı. Bir sigara yakıp kahvesinden bir yudum aldı. Gözü Boğaz’a dalmıştı. Cep telefonunun çalmasıyla bir an olsun bu puslu düşünceden irkilmişti. Ses Cihangir’e aitti.
“ Tamam, toplantıya geç kalmış olabilirsin anlarım. Ağabey! Kafanı topla, sana ihtiyacımız var lan!”
Kapattı telefonu. Yemek masasının üzerinden cüzdanını ve arabanın anahtarını alıp kapıyı sertçe kapadı. Can yakıcı gözlüklerini takıp paltosunun yakasını düzeltip arabaya bindi. Kontağı çevirdi…
“Bir daha çal dede…”
İstanbul’da küçük bir dükkânı vardı Amber Usta’nın. Kendi kendini idare eder, kimseye muhtaç olmazdı. Antikacıydı. Varı yoğu bir torunu vardı. Duvarda asılı bir ney’i bir de aileden yadigâr kitap…  Ne zaman daralsa Usta, alır eline ney’i üflerdi. O, ne zaman üflese İstanbul ağlardı. Torunu dedesine hayranlıkla izlerdi. Torunu ya… Dedesinden başka kimsesi yoktu kızın. Amber Usta hep üstüne titrerdi. İlk kez onu gördüğünde yüzüne bakmaya doyamamıştı Usta. O yüzden adını Peyker koydu. Şimdi o yüzüne bakmaya doyamadığı torunu büyümüş, okulu birincilikle bitirmiş boş vakitlerinde yanında çalışıyordu. Peyker’de bir huy vardı. Ne zaman dedesi ney’i eline alsa küçüklüğündeki gibi kapının arkasına saklanıp usul usul dedesini izlerdi. Bilirdi Usta ama ses etmezdi. Gece olduğu zaman küçük kıza aile yadigârı kitabı okurdu. Her defasında;
“Biraz daha oku dede.” Derdi küçük kız.
Amber Usta: “ Sabret Peyker… Şimdi senin kulağına hoş gelir bu hikâye ama büyüğünce anlayacaksın küçük kızım…”
Peyker yirmi beş yaşına geldi ama hala anlamadı hikâyeyi. Sabretmeyi öğrendi dedesinden elbet bitecekti bu hikâyede diğerleri gibi. Küçük bir kız için macera hikâyesi olabilirdi lakin her satırında tutsaklık vardı.
Yirmi beş yılda Peyker’in içine işledi zaman. Her şeye rağmen yüzü güler, hayattan zevk alırdı. Hayat ne kadar ondan her şeyini almış olsa da… O gün de her zaman ki gibi küçük pencereye doğru açtı yeşil gözlerini. Geceleri yenilse de sabaha bir şeyi kalmazdı. Giyindi kuşandı ve çıktı evden.

1 yorum: