Geride her şeyi
bıraktığın gün büyürsün. Arkana döndüğünde seni oraya bağlayacak bir şey
olmadığının farkına vardığın gün, ruh parçam, işte o gün büyürsün…
Her sabah aynıydı
onun için. Bedenine güneş doğmuştu. Acele ile saate bakıp geç kaldığını gördü
ve yerdeki kıyafetlerini alıp banyoya girdi. Yüzünü yıkadı. Su damlaları
elmacık kemiklerinde ahenk ile dans ediyordu. Aynaya uzun süre baktı. Dolaptan
tıraş köpüğü ile jileti aldı. Jileti boynunda bir tur gezdirdikten sonra tıraş
oldu. Yalın ayak salona koştu. Kendine kahve hazırladı. Ev telefonunun sesli
mesajlarını dinlemeye başladı. Çoğu iş arkadaşından çoğu ise barda tanıştığı
tek gecelik kadınlardandı. Güldü… Bir ses duydu: “ Oğlum, Şimdi Adana’ya
girdik. Eve yerleşmeden ararım seni. Ha! Bu arada oğlum, buzdolabın içinde
yemekler var ısıtıp ye, aç kalma. Seni seviyorum.” Ardından bir çığlık sesi ve
gümbürtü yankılandı salonda. Mimiklerinde en ufak değişiklik yoktu. Annesini ve
ablasını trafik kazasında kaybetmişti. Üstünden 4 yıl geçmiş, artık bu
seremoniyi her sabah yapar olmuştu. Kahveyi alıp terasa çıktı. Bir sigara yakıp
kahvesinden bir yudum aldı. Gözü Boğaz’a dalmıştı. Cep telefonunun çalmasıyla
bir an olsun bu puslu düşünceden irkilmişti. Ses Cihangir’e aitti.
“ Tamam, toplantıya
geç kalmış olabilirsin anlarım. Ağabey! Kafanı topla, sana ihtiyacımız var
lan!”
Kapattı telefonu.
Yemek masasının üzerinden cüzdanını ve arabanın anahtarını alıp kapıyı sertçe
kapadı. Can yakıcı gözlüklerini takıp paltosunun yakasını düzeltip arabaya bindi.
Kontağı çevirdi…
“Bir daha çal
dede…”
İstanbul’da küçük
bir dükkânı vardı Amber Usta’nın. Kendi kendini idare eder, kimseye muhtaç
olmazdı. Antikacıydı. Varı yoğu bir torunu vardı. Duvarda asılı bir ney’i bir
de aileden yadigâr kitap… Ne zaman
daralsa Usta, alır eline ney’i üflerdi. O, ne zaman üflese İstanbul ağlardı.
Torunu dedesine hayranlıkla izlerdi. Torunu ya… Dedesinden başka kimsesi yoktu
kızın. Amber Usta hep üstüne titrerdi. İlk kez onu gördüğünde yüzüne bakmaya
doyamamıştı Usta. O yüzden adını Peyker koydu. Şimdi o yüzüne bakmaya
doyamadığı torunu büyümüş, okulu birincilikle bitirmiş boş vakitlerinde yanında
çalışıyordu. Peyker’de bir huy vardı. Ne zaman dedesi ney’i eline alsa
küçüklüğündeki gibi kapının arkasına saklanıp usul usul dedesini izlerdi.
Bilirdi Usta ama ses etmezdi. Gece olduğu zaman küçük kıza aile yadigârı kitabı
okurdu. Her defasında;
“Biraz daha oku
dede.” Derdi küçük kız.
Amber Usta: “
Sabret Peyker… Şimdi senin kulağına hoş gelir bu hikâye ama büyüğünce
anlayacaksın küçük kızım…”
Peyker yirmi beş
yaşına geldi ama hala anlamadı hikâyeyi. Sabretmeyi öğrendi dedesinden elbet
bitecekti bu hikâyede diğerleri gibi. Küçük bir kız için macera hikâyesi
olabilirdi lakin her satırında tutsaklık vardı.
Yirmi beş yılda
Peyker’in içine işledi zaman. Her şeye rağmen yüzü güler, hayattan zevk alırdı.
Hayat ne kadar ondan her şeyini almış olsa da… O gün de her zaman ki gibi küçük
pencereye doğru açtı yeşil gözlerini. Geceleri yenilse de sabaha bir şeyi
kalmazdı. Giyindi kuşandı ve çıktı evden.
Devamını merakla bekliyorum.
YanıtlaSil