15 Temmuz 2015 Çarşamba

Beni kendimle bırakmasanıza

Dünyanın dönüşünü hissediyorum. Kendimle öyle baş başayım ki yürürken çıkan ayak seslerimden senfoni oluşturuyorum kafamda.
Yıllardır tatsız gelen su tatlanıyor ağzımda. Ve şu güneşe sebepler arıyorum doğup batması için. Eh bilirsin yaşamın bir evresi olur ve her şey manasız gelmeye başlar. Yaşamın bir evresi daha var ki her ama her şey gereksiz mana yüklenir. Renkler gökkuşağını hatırlatıyorsa normal, karanlığı çağrıştırıyorsa sıkıntı. Bir kahvenin telvesi dahi dillenir de neler anımsatır insana. Kaldırım taşları soluksuz konuşur seninle. Çevrendeki tüm herkes sanki hiç duyup bilmediğin bir dilde konuşsalar da dinlersin. Ve kafanı sallayıp anlıyormuş gibi yapmak tek görevin, unutma. Olumlu mu olumsuz mu, gülmeli mi ağlamalı mı ne konuşuyor şunlar anlamıyorum çoğu zaman. Onca belirsizlikten bunca mananın çıkması akıl alır gibi değil. Birinin tamamen gittiğini laf olarak değil yürekten de kabullenebildiğin zaman, çağlar atlanıyor evrende. Bir solucan deliği oluşuyor sanki ve zamanın paçasının neresinden yakalayacağını bilmeden savruluyorsun. Ani ruh değişimlerimi ya da uzun süren durgunluklarımı buna bağlıyorum. Devasal bir boşluk veya kocaman bir doluluk. Lanetlenmişim gibi. Bunlarla baş edebilmeyi bisiklet sürmeden önce öğrenmem de benim ayıbım olsun. Bisiklete binmeden düşen birini görüyorsun bana bakarken. Görmesen de kabulüm artık. Biliyorum: suyun dışından içine baktığım için yakındı taşlar, içerden baktığın için olduğumdan da uzaktım. Basit fizik. Ne zaman erken uyandım sansam ertesi gün olmuştu. Nerden görmek istesen ordan görmüştün beni ve çoğu zaman isteme işlemini gerçekleştirmemiştin. Mutlu Prens'i zehirleyen yılandı en azından çok sevdiği çiçeği değil. Pamuk Prenses'e elmayı yediren cadıydı en azından prens değil. Dolayısı ile masal. Hemfikiriz bunlarda. Benim Küçük Deniz Kızı'msa köpük oldu, prensi sağolsun. Şimdi daha da manalı her şey. 'Sonsuza dek birbirleri olmadan mutlu oldular' diye biten masal mı olurmuş? Olurmuş. Misal bir an geliyor ki göğsüm daralmaya başlıyor yine. Masal olmadığı dank ediyor kafama. Sudan çıkmış balık gibi çırpınıyorum ortalıkta. Derin derin çekiyorum oksijeni içime ama dışarda kalıyor. Saçlarım düşüyor önüme esen rüzgar bir el atıp da atmıyor geriye. Bir an geliyor üşüyorum ve sanki tam kafamın üstüne bir bulut yerleşip kış mevsiminde tutsak ediyor beni. Saatlerin ilerlemediği oluyor. Akrebe yelkovana ne sövdüğümü biri bilse şu an bunları yazamıyor olurdum. Belki öğrenmiştir birileri. Yaşadıklarım, hücreye hapsedilmiş bir tutsağın yaşadıklarıdır. Dışarıya bakan ufak karenin üstünü saran demirlerin arasından gökyüzüne bakmaya çalışıyorumdur.Yağmur yağmadan gökkuşağını göremeyiz farkındayım ama ne döktün be yağmur. İnatla durmuyorsun, yavaşlamıyorsun. Benim işime gelecek bir şey yapacaksın diye ödün kopuyor. Renklere kavuştuğumda ayırt edememekten korkuyorum. Kahve içerken ellerim yanmayacak diye bu telaşım; sevilmenin sıcaklığını unutmakla falan alakası yok tabi. Ve altını çiziyorum sevilmemeyi öğretmedin, kendim öğrendim. Nefret edilecek biri olsan işim kolaylaşırdı. Oksijeni yüreğimden almam gerekli. Nefes alması gerekiyor şehrimin. Tutuştu yüreğimin paçaları, sönesi yok. Belki de külümdür. Yanmaya bir türlü doyamayan, ateşin üstünde uçuşup duran. Cellatına aşık olan mahkumlar gibi ne trajik. Ne kadar süredir hayatım böyle. Şaka gibi. Çok isterdim 'çok şey değişti çocuk' diye atıp tutmayı. Atsam bile tutamam. Ne kadardır böyleyim? Belki de hep böyleydim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder