19 Ekim 2018 Cuma

1

Hayal kırıklığına uğramıştı. Sebebini hatırlayamıyordu.
Neden böyle hissediyordu acaba? Sokaklar kalabalıktı, insanlar havanın serinliğinden çekinmemiş, yeşil alanlara, parklara ve tabii ki alışveriş merkezlerine akın etmişlerdi. Hayal kırıklığından öfkeye, kendine duyduğunu düşündüğü bir öfkeye geçtiğini fark etti o metroya inerken. Bu havada yürümeyi kendisinden uzak tutacak kadar sinirlenmiş olması gerekliydi bunun için. Neye kızmıştı acaba? Bir önemi var mıydı? Yaşıyor ve geçiyordu hisler, akan sular gibi. Yavaşça aklının, hafızasının taştan duvarlarına zamanla çentikler çiziyorlardı. Hangi önemsiz olaya ne kadar öfkelendiğinin bir önemi yoktu bu yüzden. Metro sıcaktı, nefret ediyordu sıcaktan. Tiksinme ile öfke arasında bir yerde, kısa yolculuğuna dair düşünmemeyi tercih etti, ta ki diğer hatta aktarma yapıncaya kadar. Aydınlık. Metroda karşılaştığı yüzleri düşündü; çekinenler, amatör çocuklar, ruhsuz insanlar, yaşlılar, bir sürü yaşlı insan, köşelere oturan gençler. Unutmak doğaldı. Dikkat etmek, dikkat çekmek çabanın bir sonucuydu. Akan su gibi değil çağlayan bir ırmak gibi geçmekti hafızanın üzerinden. Sesler; anlamlı ve anlamsız. Bir bebek. Gözlerinde geleceğin masumiyeti ve şimdiden bir gözlükle kandırılmasının saflığı var. Minik bir melek. Yansımalar şimdi, kelimelerinin 3.boyuta geçtiği kitaplar. Canlı okumalar, ölü yolcular. Tanrım! Ne kadar da çok şey vardı unutulacak, unutacağı. Metro onun durağına gelmişti, hatırlaması kolay olanlarla çevrili bir yolculuktu onunki. Hayatında bilerek unutacak kadar önemsediği şeyler olmadığı için miydi bu kadar kolay unutabilmesi?  Kapının açılmasını beklerken bunu düşündü. Kapı açıldı, adımını attı. O dışarıda, düşünce içeride kalmıştı, devam etti. Otobüs, onu bekliyordu, hızlandı. Elleri terlemişti, dışarının serinliğiyle rahatladı. Aklına bir an geldi, kitabını açtı. Okumaya başladı, bir anlık dalgınlıktan sonra bir şey düşündüğünü anımsadı. Bir koku, bir iz ona bu yolu açmıştı. Ne düşündüğünü hatırlamaya çalıştı. Su üzerine yazı yazmak gibi bir şeydi bu. Mürekkep bir şekil alamadan dağılıyor, önce harf benzeri sonra ise suyun, o ebedi kaynağın bir parçası haline geliyordu. Kitaba döndü. Güneş, tepeleri yalıyordu. Bulutların üzerine pembe tozlar saçılmıştı sanki. Gün bitiyordu. Eve döndü, komşusu kapıyı açtı. Özür dileyerek, karşıya döndü. Adını gördü, koyu, italik harflerle yazılmış, yanına da uyarı levhası konmuştu. Bunu niye koymuşlardı acaba diye düşünerek kapıyı açtı. İçerinin ışığı açıktı. Birileri mi vardı evde? Temkinli adımlarla oturma odasına yürüdü. Kimse yoktu. Üzerini değiştirip, ocağa çay koydu. Bir süre boyunca bilgisayarının sık kullanılanlarından her akşamın klasik ziyaretlerini yaptı. Çayın fokurdayan sesini duyunca, eyvah diyerek mutfağa koştu. Otomatik olarak altı kapanmıştı çaydanlığın. Yine de kullanıcıya alarm veriyordu. Bunu biliyordu ya da biliyor muydu? Yorgundu. Çayını içtikten sonra uyku bastırmıştı. Dişini fırçaladı, pijamalarını giydi. Yatağının kenarında 3 renkli hap vardı. Yanına biri el yazısıyla bir not bırakmıştı. “Uykudan önce al bunları.” yazıyordu. Hapları içti, kitabına biraz göz gezdirdi. Sonra da ayracı o gün kitabı okumaya başladığı yere bırakarak uykuya daldı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder